Korku ve Ümit Arasında Olmak
3 posters
:: DİNİ KONULAR :: İSLAMİ HAYAT
1 sayfadaki 1 sayfası
Korku ve Ümit Arasında Olmak
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde Allah'ın korkusundan ses çıkmaz. Artık bir fısıltıdan başka hiçbir şey işitemezsin." (Taha; 108)
Bu ayet-i kerime, kıyamet gününde insanların, Allah-u Zülcelal'den ne kadar çok korktuğunu beyan etmektedir. Adem aleyhisselam'dan, kıyamet kopuncaya kadar yaşayan bütün insanlar, o günde bir araya gelirler. Öyle olduğu halde, o mahşer kalabalığından 'çıt' çıkmaz. İşte o gün, o kadar azametli, heybetli ve dehşetli bir gündür.
İnsanlar bu şekilde toplanınca, Allah-u Zülcelal, Nuh aleyhis-selam'ı çağıracaktır. Nuh aleyhisselam insanların içinden çıkıp Allah-u Zülcelal'in huzuruna geldiğinde, Allah-u Zülcelal ona şöyle seslenecek: "Ya Nuh! Sen kavmine, benim emirlerimi tebliğ ettin, duyurdun mu?" O da: "Evet, ya Rabbi, tebliğ ettim." deyince, Allah-u Zülcelal onun kavmini çağıracak ve şöyle soracaktır: "Nuh Peygamber, size benim emir ve yasaklarımı tebliğ etti mi?" Onlar ise korkudan: "Hayır ya Rabbi, biz bir şey duymadık!" derler.
Halbuki, Nuh aleyhisselam çok uzun seneler, onları Allah'ın dinine davet etmişti de onlar ona inanmamışlardı. Bunun üzerine Allah-u Zülcelal, yine Nuh aleyhisselam'ı çağırıp ona:
"Ya Nuh! Bunlara dinimi tebliğ ettiğine dair şahidin var mı?" diye sorar. O da:"Evet, ya Rabbi!" der. Allah-u Zülcelal: "Senin şahidin kimdir?" deyince, Nuh aleyhisselam:
"Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in ümmetidir." der. Nuh aleyhisselam'ın kavmi bu sefer şöyle derler: "Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in ümmeti en son ümmettir. Nuh Peygamber, Adem aleyhisselam'a yakın dünyaya geldi. Nuh Peygamberle, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ümmeti arasında, bu kadar zaman farkı var. Onlar bizim üzerimize nasıl şahit olurlar?" Nuh aleyhisselam: "Onlar sahitlik ediyorsa, sizin diyeceğiniz bir şey yoktur." der.
Nuh Peygamber, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in ümmetini şahit olarak Allah'ın huzuruna getirir ve: "Siz, kavmime Allah'ın emirlerini tebliğ ettiğime dair, şahitlik ediyor musunuz?" der. Onlar da: "Evet, şahitlik ediyoruz. Çünkü Kur'an'da bir ayette şöyle buyurulur: "Andolsun Biz Nuh'u, kendi kavmine gönderdik!" (Nuh; 1) dolayısıyla biz, onun Allah'ın emir ve nehiylerini tebliğ ettiğine şahitlik ediyoruz." derler.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in hürmetine, bu ümmeti, bütün ümmetlerden efdal kılınmıştır. Ümmetlerin en hayırlısı olan Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in ümmeti, kıyamet gününde diğer insanlara, ümmetlere, şahitlik eder. Kur'an-ı Kerim'de Firavun kavminden, Nuh'un kavminden, her kavimden bahsedildiği için Ümmet-i Muhammed, bunları Kur'an'da okuduğundan, onlara şahitlik yaparlar.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir gün Muaz bin Cebel'e: "Ya Muaz! İnsanların üzerinde, Allah'ın hakkı nedir?" diye sordu. O da: "Allah ve Resulü bilir." dedi. O zaman Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Allah'ın kulları üzerindeki hakkı, Allah'a halis olarak ibadet yapıp O'na ortak koşmamalarıdır." "Peki, Ya Muaz! Kulların Allah'ın üzerindeki hakkı nedir? Biliyor musun?" Muaz bin Cebel:"Allah ve Resulü bilir." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:"Kulların Allah'ın üzerindeki hakkı da onlar halis ibadet yaptıklarında, onları cennetine ve nimetine müstahak etmesidir." (Müslim)
Bu, çok kısa bir söz olmasına rağmen, bunun altında çok geniş mânâlar vardır. Allah'ın kulları üzerindeki hakkı, bütün emir ve nehiyleridir. Kişi, bu çok olan emir ve nehiyleri yerine getirdiği zaman, kulun Allah'ın üzerindeki hakkı, Allah'ın ondan razı olup cenneti vermesidir.
İnsan dünyada biraz adaletli olduğu zaman görüyoruz ki hiç kimsenin hakkını kaybetmez. Birisi ona çalıştığı, bir iş yaptığı zaman, onun hakkını tam eksiksiz olarak verir. Allah-u Zülcelal ise Âdillerin Âdili'dir. O, hiç bir insanın hakkını zerre kadar kaybetmez. İnsanın hakkını tam olarak verir. Hatta fazlasıyla verir.
İbadet şu üç temelin, üzerine kuruludur: Korku, ümit ve muhabbet. Birincisi: İnsanın Allah'tan ve kıyametten korkmasıdır. Tabi 'ben korkuyorum' demekle korkmak olmaz. Korkunun alametleri, izleri görünmesi lazımdır. Kişi Allah'tan korkuyorsa, Allah'ın haram kıldığı, gazaba geleceği şeylerden kendisini muhafaza etmelidir. Allah korkulmaya çok layıktır.
Dikkat edelim, şöyle bir düşünelim; bizden daha üstün bir kişi, elinde silah, bize bir şey emrettiğinde: "Bunu yapacaksın! Şunu yapmayacaksın!" dediğinde, senin elinde silah yoksa ve kudretin de ona karşı yetmiyorsa, nasıl davranacaksın? Onun emrinden çıkamazsın ki! Oysa Allah-u Zülcelal hiç bir kimseye benzemez. O'nun kudret ve azametinin nihayeti yoktur. O bize şah damarımızdan daha yakındır.
Allah-u Zülcelal o kadar kudret ve azametiyle beraber, sana şah damarından da daha yakınken, bir şeyi yap dediğinde yapmamak, yapma dediğini yapmak, bizim için O'na karşı ne kadar büyük bir noksanlıktır. O'ndan korkmak lazımdır. Korku, insanı Allah-u Zülcelal'in haram kıldığı şeylerden muhafaza eder.
Daima Allah'ın bize baktığını, bize nâzır olduğunu, bizimle beraber olduğunu düşünmeliyiz. Allah yalnız gözümüze, dilimize, elimize, ayaklarımıza değil, kalbimizin içine, ruhumuza, her şeyimize bakar.
Bu söz çok geniştir. İnsan, hiç bir kimseye kin beslememeli, Allah için ibadet edenlerin, zikir yapanların hepsini sevmelidir. İnsan, kendini İslam dini nasıl istiyorsa, o şekilde ayarlamalıdır. Allah'tan korktuğu, Allah'ın kendisine daima baktığını bildiği zaman, zahirini ve maneviyatını düzeltmiş olacaktır.
O zaman görecek ki Allah'ın rahmeti, bereketi, feyzi ve nisbeti insanın üzerine oluk gibi akacaktır. Fakat bir şeyi yapıyoruz, yüz şeyi bozuyoruz! Bu şekilde yapmamalıyız!
İbadetin ikinci temeli: Reca yani ümittir. Reca Allah'ın rahmetini, ihsanını, af ve mağfiretini istemek demektir. Allah'ın merhametini, ihsanını, af ve rızasını kazanmak için Allah'a ibadete aşık olmalıdır. İnsan böyle aşkla ibadet ettiği zaman, o ibadetle Allah'ın merhametini, af ve rızasını ümit ediyor, demektir.
İbadetin üçüncü temeli: Muhabbettir. Muhabbet Allah-u Zülcelal'i sevmektir. Gerçekten, derinlemesine düşünürsek, Allah-u Zülcelal'i çok sevmek gerektiğini anlarız.
Bir insan sana, çok kıymetsiz de olsa bir hediye verdiğinde, seviniyorsun, takdir ediyorsun. Peki, Allah-u Zülcelal sana neler vermiştir, bunu düşünmüyor musun? Sana bir kimse bir şey verdiğinde, onu da Allah-u Zülcelal vermiştir, yalnız, bu verişine o kimseyi vesile kılmıştır.
Anlatıldığına göre, bir fakir bir zengin kimsenin kapısına gitmiş ve bir şeyler istemiş. Fakat zengin olan kimse hiçbir şey vermemiş. Böyle olunca fakir kimse: "Bunu Allah vermedi." demiş. Sonra başka bir zaman yine aynı zengine gitmiş ve yine bir şeyler istemiş. Zengin adam bu sefer ona bir şeyler vermiş. Fakir bu sefer: "Bunu Allah verdi." demiş. Bunun üzerine zengin kimse: "Birinci sefer geldin sana bir şey vermedim, bunu Allah vermedi dedin. İkinci sefer geldin sana bir şeyler verdim, bunu Allah verdi dedin, bunun sebebi nedir?" diye sorunca fakir şöyle cevap vermiş:"Birinci sefer geldiğimde, Allah senin kalbine verme isteğini koymadığı için sen bana vermedin. İkinci sefer geldiğimde ise, Allah senin kalbine verme isteğini koyduğu için sen bana verdin. Gerçekte veren Allah'tır."
Bundan dolayı bu tür iyiliklerin de hakiki faili ve sahibi Allah-u Zülcelal'dir. Demek ki iyilik yapan insanlar hakiki değil mecazidir. Durum böyle olunca bu iyiliklerden dolayı da önce Allah-u Zülcelal'in sevilmesi ve O'na şükredilmesi gerekir.
Demek ki insan yapılan iyilikleri Allah-u Zülcelal'den bilmediğinden dolayıdır ki, O'ndan gafil kalmakta ve kalbinde muhabbet meydana gelmemektedir. Bunun için bütün iyiliklerin failini, hakiki fail olarak Allah-u Zülcelal'den olduğunu bilirsek O'ndan gafil kalmayız ve kalbimizde muhabbet meydana gelir. İnsan iyiliğin kölesi olduğu için, her iyiliği Allah-u Zülcelal'den bilirse O'na köle olur ve O'nu sever.
Esasen, veren Allah-u Zülcelal'dir. Ruhu, aklı, dünyanın ve ahiretin bütün nimetlerini Allah Zülcelal vermektedir. Her şey O'nun elindedir. Eğer Allah'ı gerçek anlamda sevmiyorsak, nefsimizi: "Ey nankör! Senin Rabbin bu kadarcık sevgiye, muhabbete mi layıktır?" diye azarlamalıyız.
Bazı Evliyalar şöyle demişlerdir: "İki şeyi, iki şeysiz istemek doğru değildir. İnsan iki şeyi istediği zaman, bunlarla beraber iki şeyi de yapmazsa, şeytan onunla alay eder. Bu iki şey şudur:
Birincisi: Kişi Allah'ın zikrini muhabbetle yapmak istiyorsa, mutlaka dünya sevgisini kalbinden atmalıdır. Kalbinde dünya muhabbeti varken: "Ben Allah'ın zikrini muhabbetle yapmak istiyorum." derse şeytan ona güler.
Çünkü kalpte, bir sevgi olur. Kalpte dünya sevgisi varsa, zikrin halaveti, gönül yumuşaklığı, hoşluğu olmaz. Kalbinden, önce dünya sevgisini at, ondan sonra Allah'ı zikret. Bak o zaman Allah'a muhabbetin nasıl artacak. Dikkat ediniz! Dünyalığı kazanmak başka şeydir, dünyaya kalpten bağlı olmak başka... Dünyalığımızı kazanacağız, fakat ona gönlümüzde yer vermeyecegiz.
İkincisi: Bir kimse: "Ben Allah-u Zülcelal'in rızasını kazanmak istiyorum." der de gerektiğinde nefsine kızmaz ve onu eleştirmezse, şeytan yine güler ve: "Bu ne yapıyor, ne istiyor, Allah'ın rızasını istiyor, fakat kendi nefsini seviyor, bu nasıl olur." der.
Kişi daima kendi nefsini düşman bilmeli, muhalefet etmelidir. Ancak o zaman Allah'ın rızasını kazanabilir. Niçin? Çünkü Allah-u Zülcelal, insanın nefsini yaratmış, kendi rızasını da tam onun zıddına koymuştur.
Bazı alimler şöyle demişlerdir: "Kim yaptığı ibadetle başkalarının kendisini takdir etmesinden, övmesinden hoşlanırsa, hiç demesin ki, ben hâlis, samimi amel ediyorum! Halis amel, bir tek Allah'ın rızası gözetilerek yapılır. Kişi amelinin halis olmasını istiyorsa, yaptığı amel dolayısıyla başkalarının onu methetmesine ya da kötülemesine aldırmamalı, tek Allah'ın rızasını gözetmelidir."
Mü'min dağ gibi olmalıdır. Hiç bir şey onu etkilememelidir. Sıcaklık dağı eritemez; kar, soğuk, onu su gibi buz yapmaz. Rüzgar ve sel onu götürmez.
Mü'min de Allah için böyle, dağ gibi olmalıdır. Bir kişi ona iyilik yaptığında, onun iyiliğinden dolayı hak yolundan çıkmamalıdır. Bir kişi de ona kötülük yaptığında, yine hak yolundan çıkmamalıdır.
Allah-u Zülcelal'e hamd-ü senalar olsun ki kendi evinde oturup sohbetini yapmayı, ondan sonra da namaz ve ibadetini bizlere nasip etmiştir. Bunun için Allah-u Zülcelal'e karşı şükür borçluyuz. Bazı mümin kardeşlerimiz, kim bilir şimdi nerededirler. Allah'a karşı şükrümüzü ödemek için dil ile 'Elhamdülillah' diyeceğimiz gibi ruhen ve bedenen de O'nun ibadetinde olmalıyız.
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: " Şüphesiz şeytan, insan için apaçık bir düşmandır." (İsra; 53)
Örnek olarak, bir kişi bize düşman olduğunda, bizim hakkımızda zararlı olan şeylerin hepsini yapmak ister. Onun bize silahla saldırmasına müsaade edip silahsız ve tembel olarak kendimizi ona teslim edip de: "Benim başımdan git, beni bırak!" dediğimiz zaman bizi bırakmaz. Çünkü düşmanımız olup bizim hep zararımızı ister. Üstelik, ona teslim olduğumuz zaman tabi ki bizi bırakmaz.
İnsan gaflete girdiği, ibadet yapmadığı, zikir çekmediği zaman, kendisini nefis ve şeytana teslim etmiş olur. Onlara kendisini teslim edince de onlar onu etkisiz hale getirip kalbinde yaralar açarlar.
Nefis ve şeytan insanın kalbinde öyle yaralar açar ki, insanın ibadet yapmaya, mecali ve arzusu kalmaz. Onlarla mücadele edemeyecek kadar zayıf düşer. İnsanın işlediği her günahla, kalbi ve maneviyatı yara alır. İşte, sadat-ı kiram'ın yaptığı 'Teveccüh' bu yaraları tedavi etmek içindir.
Eğer kendimizi nefis ve seytana teslim edersek, bu düşmanımıza, kendimizi teslim edip onun, kılıçla, bıçakla, hançerle üzerimize gelip bizi öldürmesini beklememiz gibi olacaktır. Onlara teslim olmamak lazımdır.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
Bu ayet-i kerime, kıyamet gününde insanların, Allah-u Zülcelal'den ne kadar çok korktuğunu beyan etmektedir. Adem aleyhisselam'dan, kıyamet kopuncaya kadar yaşayan bütün insanlar, o günde bir araya gelirler. Öyle olduğu halde, o mahşer kalabalığından 'çıt' çıkmaz. İşte o gün, o kadar azametli, heybetli ve dehşetli bir gündür.
İnsanlar bu şekilde toplanınca, Allah-u Zülcelal, Nuh aleyhis-selam'ı çağıracaktır. Nuh aleyhisselam insanların içinden çıkıp Allah-u Zülcelal'in huzuruna geldiğinde, Allah-u Zülcelal ona şöyle seslenecek: "Ya Nuh! Sen kavmine, benim emirlerimi tebliğ ettin, duyurdun mu?" O da: "Evet, ya Rabbi, tebliğ ettim." deyince, Allah-u Zülcelal onun kavmini çağıracak ve şöyle soracaktır: "Nuh Peygamber, size benim emir ve yasaklarımı tebliğ etti mi?" Onlar ise korkudan: "Hayır ya Rabbi, biz bir şey duymadık!" derler.
Halbuki, Nuh aleyhisselam çok uzun seneler, onları Allah'ın dinine davet etmişti de onlar ona inanmamışlardı. Bunun üzerine Allah-u Zülcelal, yine Nuh aleyhisselam'ı çağırıp ona:
"Ya Nuh! Bunlara dinimi tebliğ ettiğine dair şahidin var mı?" diye sorar. O da:"Evet, ya Rabbi!" der. Allah-u Zülcelal: "Senin şahidin kimdir?" deyince, Nuh aleyhisselam:
"Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in ümmetidir." der. Nuh aleyhisselam'ın kavmi bu sefer şöyle derler: "Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in ümmeti en son ümmettir. Nuh Peygamber, Adem aleyhisselam'a yakın dünyaya geldi. Nuh Peygamberle, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ümmeti arasında, bu kadar zaman farkı var. Onlar bizim üzerimize nasıl şahit olurlar?" Nuh aleyhisselam: "Onlar sahitlik ediyorsa, sizin diyeceğiniz bir şey yoktur." der.
Nuh Peygamber, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in ümmetini şahit olarak Allah'ın huzuruna getirir ve: "Siz, kavmime Allah'ın emirlerini tebliğ ettiğime dair, şahitlik ediyor musunuz?" der. Onlar da: "Evet, şahitlik ediyoruz. Çünkü Kur'an'da bir ayette şöyle buyurulur: "Andolsun Biz Nuh'u, kendi kavmine gönderdik!" (Nuh; 1) dolayısıyla biz, onun Allah'ın emir ve nehiylerini tebliğ ettiğine şahitlik ediyoruz." derler.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in hürmetine, bu ümmeti, bütün ümmetlerden efdal kılınmıştır. Ümmetlerin en hayırlısı olan Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in ümmeti, kıyamet gününde diğer insanlara, ümmetlere, şahitlik eder. Kur'an-ı Kerim'de Firavun kavminden, Nuh'un kavminden, her kavimden bahsedildiği için Ümmet-i Muhammed, bunları Kur'an'da okuduğundan, onlara şahitlik yaparlar.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir gün Muaz bin Cebel'e: "Ya Muaz! İnsanların üzerinde, Allah'ın hakkı nedir?" diye sordu. O da: "Allah ve Resulü bilir." dedi. O zaman Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Allah'ın kulları üzerindeki hakkı, Allah'a halis olarak ibadet yapıp O'na ortak koşmamalarıdır." "Peki, Ya Muaz! Kulların Allah'ın üzerindeki hakkı nedir? Biliyor musun?" Muaz bin Cebel:"Allah ve Resulü bilir." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:"Kulların Allah'ın üzerindeki hakkı da onlar halis ibadet yaptıklarında, onları cennetine ve nimetine müstahak etmesidir." (Müslim)
Bu, çok kısa bir söz olmasına rağmen, bunun altında çok geniş mânâlar vardır. Allah'ın kulları üzerindeki hakkı, bütün emir ve nehiyleridir. Kişi, bu çok olan emir ve nehiyleri yerine getirdiği zaman, kulun Allah'ın üzerindeki hakkı, Allah'ın ondan razı olup cenneti vermesidir.
İnsan dünyada biraz adaletli olduğu zaman görüyoruz ki hiç kimsenin hakkını kaybetmez. Birisi ona çalıştığı, bir iş yaptığı zaman, onun hakkını tam eksiksiz olarak verir. Allah-u Zülcelal ise Âdillerin Âdili'dir. O, hiç bir insanın hakkını zerre kadar kaybetmez. İnsanın hakkını tam olarak verir. Hatta fazlasıyla verir.
İbadet şu üç temelin, üzerine kuruludur: Korku, ümit ve muhabbet. Birincisi: İnsanın Allah'tan ve kıyametten korkmasıdır. Tabi 'ben korkuyorum' demekle korkmak olmaz. Korkunun alametleri, izleri görünmesi lazımdır. Kişi Allah'tan korkuyorsa, Allah'ın haram kıldığı, gazaba geleceği şeylerden kendisini muhafaza etmelidir. Allah korkulmaya çok layıktır.
Dikkat edelim, şöyle bir düşünelim; bizden daha üstün bir kişi, elinde silah, bize bir şey emrettiğinde: "Bunu yapacaksın! Şunu yapmayacaksın!" dediğinde, senin elinde silah yoksa ve kudretin de ona karşı yetmiyorsa, nasıl davranacaksın? Onun emrinden çıkamazsın ki! Oysa Allah-u Zülcelal hiç bir kimseye benzemez. O'nun kudret ve azametinin nihayeti yoktur. O bize şah damarımızdan daha yakındır.
Allah-u Zülcelal o kadar kudret ve azametiyle beraber, sana şah damarından da daha yakınken, bir şeyi yap dediğinde yapmamak, yapma dediğini yapmak, bizim için O'na karşı ne kadar büyük bir noksanlıktır. O'ndan korkmak lazımdır. Korku, insanı Allah-u Zülcelal'in haram kıldığı şeylerden muhafaza eder.
Daima Allah'ın bize baktığını, bize nâzır olduğunu, bizimle beraber olduğunu düşünmeliyiz. Allah yalnız gözümüze, dilimize, elimize, ayaklarımıza değil, kalbimizin içine, ruhumuza, her şeyimize bakar.
Bu söz çok geniştir. İnsan, hiç bir kimseye kin beslememeli, Allah için ibadet edenlerin, zikir yapanların hepsini sevmelidir. İnsan, kendini İslam dini nasıl istiyorsa, o şekilde ayarlamalıdır. Allah'tan korktuğu, Allah'ın kendisine daima baktığını bildiği zaman, zahirini ve maneviyatını düzeltmiş olacaktır.
O zaman görecek ki Allah'ın rahmeti, bereketi, feyzi ve nisbeti insanın üzerine oluk gibi akacaktır. Fakat bir şeyi yapıyoruz, yüz şeyi bozuyoruz! Bu şekilde yapmamalıyız!
İbadetin ikinci temeli: Reca yani ümittir. Reca Allah'ın rahmetini, ihsanını, af ve mağfiretini istemek demektir. Allah'ın merhametini, ihsanını, af ve rızasını kazanmak için Allah'a ibadete aşık olmalıdır. İnsan böyle aşkla ibadet ettiği zaman, o ibadetle Allah'ın merhametini, af ve rızasını ümit ediyor, demektir.
İbadetin üçüncü temeli: Muhabbettir. Muhabbet Allah-u Zülcelal'i sevmektir. Gerçekten, derinlemesine düşünürsek, Allah-u Zülcelal'i çok sevmek gerektiğini anlarız.
Bir insan sana, çok kıymetsiz de olsa bir hediye verdiğinde, seviniyorsun, takdir ediyorsun. Peki, Allah-u Zülcelal sana neler vermiştir, bunu düşünmüyor musun? Sana bir kimse bir şey verdiğinde, onu da Allah-u Zülcelal vermiştir, yalnız, bu verişine o kimseyi vesile kılmıştır.
Anlatıldığına göre, bir fakir bir zengin kimsenin kapısına gitmiş ve bir şeyler istemiş. Fakat zengin olan kimse hiçbir şey vermemiş. Böyle olunca fakir kimse: "Bunu Allah vermedi." demiş. Sonra başka bir zaman yine aynı zengine gitmiş ve yine bir şeyler istemiş. Zengin adam bu sefer ona bir şeyler vermiş. Fakir bu sefer: "Bunu Allah verdi." demiş. Bunun üzerine zengin kimse: "Birinci sefer geldin sana bir şey vermedim, bunu Allah vermedi dedin. İkinci sefer geldin sana bir şeyler verdim, bunu Allah verdi dedin, bunun sebebi nedir?" diye sorunca fakir şöyle cevap vermiş:"Birinci sefer geldiğimde, Allah senin kalbine verme isteğini koymadığı için sen bana vermedin. İkinci sefer geldiğimde ise, Allah senin kalbine verme isteğini koyduğu için sen bana verdin. Gerçekte veren Allah'tır."
Bundan dolayı bu tür iyiliklerin de hakiki faili ve sahibi Allah-u Zülcelal'dir. Demek ki iyilik yapan insanlar hakiki değil mecazidir. Durum böyle olunca bu iyiliklerden dolayı da önce Allah-u Zülcelal'in sevilmesi ve O'na şükredilmesi gerekir.
Demek ki insan yapılan iyilikleri Allah-u Zülcelal'den bilmediğinden dolayıdır ki, O'ndan gafil kalmakta ve kalbinde muhabbet meydana gelmemektedir. Bunun için bütün iyiliklerin failini, hakiki fail olarak Allah-u Zülcelal'den olduğunu bilirsek O'ndan gafil kalmayız ve kalbimizde muhabbet meydana gelir. İnsan iyiliğin kölesi olduğu için, her iyiliği Allah-u Zülcelal'den bilirse O'na köle olur ve O'nu sever.
Esasen, veren Allah-u Zülcelal'dir. Ruhu, aklı, dünyanın ve ahiretin bütün nimetlerini Allah Zülcelal vermektedir. Her şey O'nun elindedir. Eğer Allah'ı gerçek anlamda sevmiyorsak, nefsimizi: "Ey nankör! Senin Rabbin bu kadarcık sevgiye, muhabbete mi layıktır?" diye azarlamalıyız.
Bazı Evliyalar şöyle demişlerdir: "İki şeyi, iki şeysiz istemek doğru değildir. İnsan iki şeyi istediği zaman, bunlarla beraber iki şeyi de yapmazsa, şeytan onunla alay eder. Bu iki şey şudur:
Birincisi: Kişi Allah'ın zikrini muhabbetle yapmak istiyorsa, mutlaka dünya sevgisini kalbinden atmalıdır. Kalbinde dünya muhabbeti varken: "Ben Allah'ın zikrini muhabbetle yapmak istiyorum." derse şeytan ona güler.
Çünkü kalpte, bir sevgi olur. Kalpte dünya sevgisi varsa, zikrin halaveti, gönül yumuşaklığı, hoşluğu olmaz. Kalbinden, önce dünya sevgisini at, ondan sonra Allah'ı zikret. Bak o zaman Allah'a muhabbetin nasıl artacak. Dikkat ediniz! Dünyalığı kazanmak başka şeydir, dünyaya kalpten bağlı olmak başka... Dünyalığımızı kazanacağız, fakat ona gönlümüzde yer vermeyecegiz.
İkincisi: Bir kimse: "Ben Allah-u Zülcelal'in rızasını kazanmak istiyorum." der de gerektiğinde nefsine kızmaz ve onu eleştirmezse, şeytan yine güler ve: "Bu ne yapıyor, ne istiyor, Allah'ın rızasını istiyor, fakat kendi nefsini seviyor, bu nasıl olur." der.
Kişi daima kendi nefsini düşman bilmeli, muhalefet etmelidir. Ancak o zaman Allah'ın rızasını kazanabilir. Niçin? Çünkü Allah-u Zülcelal, insanın nefsini yaratmış, kendi rızasını da tam onun zıddına koymuştur.
Bazı alimler şöyle demişlerdir: "Kim yaptığı ibadetle başkalarının kendisini takdir etmesinden, övmesinden hoşlanırsa, hiç demesin ki, ben hâlis, samimi amel ediyorum! Halis amel, bir tek Allah'ın rızası gözetilerek yapılır. Kişi amelinin halis olmasını istiyorsa, yaptığı amel dolayısıyla başkalarının onu methetmesine ya da kötülemesine aldırmamalı, tek Allah'ın rızasını gözetmelidir."
Mü'min dağ gibi olmalıdır. Hiç bir şey onu etkilememelidir. Sıcaklık dağı eritemez; kar, soğuk, onu su gibi buz yapmaz. Rüzgar ve sel onu götürmez.
Mü'min de Allah için böyle, dağ gibi olmalıdır. Bir kişi ona iyilik yaptığında, onun iyiliğinden dolayı hak yolundan çıkmamalıdır. Bir kişi de ona kötülük yaptığında, yine hak yolundan çıkmamalıdır.
Allah-u Zülcelal'e hamd-ü senalar olsun ki kendi evinde oturup sohbetini yapmayı, ondan sonra da namaz ve ibadetini bizlere nasip etmiştir. Bunun için Allah-u Zülcelal'e karşı şükür borçluyuz. Bazı mümin kardeşlerimiz, kim bilir şimdi nerededirler. Allah'a karşı şükrümüzü ödemek için dil ile 'Elhamdülillah' diyeceğimiz gibi ruhen ve bedenen de O'nun ibadetinde olmalıyız.
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: " Şüphesiz şeytan, insan için apaçık bir düşmandır." (İsra; 53)
Örnek olarak, bir kişi bize düşman olduğunda, bizim hakkımızda zararlı olan şeylerin hepsini yapmak ister. Onun bize silahla saldırmasına müsaade edip silahsız ve tembel olarak kendimizi ona teslim edip de: "Benim başımdan git, beni bırak!" dediğimiz zaman bizi bırakmaz. Çünkü düşmanımız olup bizim hep zararımızı ister. Üstelik, ona teslim olduğumuz zaman tabi ki bizi bırakmaz.
İnsan gaflete girdiği, ibadet yapmadığı, zikir çekmediği zaman, kendisini nefis ve şeytana teslim etmiş olur. Onlara kendisini teslim edince de onlar onu etkisiz hale getirip kalbinde yaralar açarlar.
Nefis ve şeytan insanın kalbinde öyle yaralar açar ki, insanın ibadet yapmaya, mecali ve arzusu kalmaz. Onlarla mücadele edemeyecek kadar zayıf düşer. İnsanın işlediği her günahla, kalbi ve maneviyatı yara alır. İşte, sadat-ı kiram'ın yaptığı 'Teveccüh' bu yaraları tedavi etmek içindir.
Eğer kendimizi nefis ve seytana teslim edersek, bu düşmanımıza, kendimizi teslim edip onun, kılıçla, bıçakla, hançerle üzerimize gelip bizi öldürmesini beklememiz gibi olacaktır. Onlara teslim olmamak lazımdır.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
Geri: Korku ve Ümit Arasında Olmak
Mü'min dağ gibi olmalıdır. Hiç bir şey onu etkilememelidir. Sıcaklık dağı eritemez; kar, soğuk, onu su gibi buz yapmaz. Rüzgar ve sel onu götürmez.
Ellerine Yüreğine sağlık abim. ALLAH c.c razı olsun.
Ellerine Yüreğine sağlık abim. ALLAH c.c razı olsun.
VUSLATZELİHA- Mesaj Sayısı : 182
Nerden : ANKARA
Rep :
Points : 30
Kayıt tarihi : 31/07/08
Geri: Korku ve Ümit Arasında Olmak
ALLAH (c.c.) razı olsun
Kişinin ameline güvenmesi, "ucb" denilen mânevî bir hastalıktır ki, en az ümitsizlik kadar kötüdür.
Rabbimiz bizleri, hayatımızı hüsn-ü hâtimeyle bitirip imanla kabre girinceye kadar korku ve ümit arasında bulundursun.. amin
Kişinin ameline güvenmesi, "ucb" denilen mânevî bir hastalıktır ki, en az ümitsizlik kadar kötüdür.
Rabbimiz bizleri, hayatımızı hüsn-ü hâtimeyle bitirip imanla kabre girinceye kadar korku ve ümit arasında bulundursun.. amin
güney- Mesaj Sayısı : 581
Nerden : mardin
Rep :
Points : -12
Kayıt tarihi : 05/08/08
:: DİNİ KONULAR :: İSLAMİ HAYAT
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz