Ezber Bozan Kizin Hikâyesi
1 sayfadaki 1 sayfası
Ezber Bozan Kizin Hikâyesi
Bir varmış, bir yokmuş. Zamanın bir çarşambasında bir kızcağız yaşarmış. Ailesi ahlaklı olsun diye –ahlak ne ise?- onu bir eğitim kurumuna göndermiş. Kızcağız eğitilecek, ahlaklı ve bilgili olacak, yetmezmiş gibi bir de hoca hanım olacakmış. Sonra ailesi gurur duyacakmış.
Peki kızımız bunu ister miymiş? Ne fark edermiş? Nasıl olsa babası onun hakkında en doğru kararı veriyormuş.
Kızımız eğitime başlamış. Ona orada boğazını zorlayarak tuhaf sesler çıkarmayı, az malzemeden çok yemek yapmayı, geleneksel yargıları ezberlemeyi ve bir de sıkıntılara hiç ses etmemeyi öğretmişler. Kızımıza şerh yaptırmışlar atalarının kitaplarını. Kız “bildim” sanmış. Ama bilgi neymiş? Meğer Rab önce “oku” demiş. Okumak neymiş? Nereden bilecekmiş, hem biz ne anlarız? Bu kutsal mushafa özgürce dokunmaya dahi hakkımız yok, anlamak ne haddimize? Saptırma konuyu.
Onbeşinde bir ev izniyle sosyal(!) yaşama adapte olmuş hanım kızımız. Pek de hanımmış maaşallah. Tam oğlumuza göre, ağzı var dili yok. Namahreme çıkmazmış, bir de kocasının sözünden dışarı… Aman ne de güzel örtünmüş. Çok da iyi yemek yaparmış. A, bu arada dikiş-nakış bile öğrenmiş. Tü tü tü… Nazar değmesin.
Kızım benim şuramda yara çıkıyor, krem sürünce geçiyor ama yine çıkıyor. Bi okusan, geçer mi?
Okurmuş kızımız, her Ramazan’da mukabele okurmuş, hanımları mestedermiş, öyle etkili sesi varmış ki; ağlarmış insanlar…
Kimse sormamış kızcağıza; “sen ne düşünürdün acaba?”
Zaten o da düşünmeye ihtiyaç duymamış. Zaten hep birileri onun adına düşünüyormuş. Çocukken anne babası, biraz büyüyünce sadece babası, sonra ağabeyleri, akrabaları… sonra hocaefendiler, kutsal ataların kitapları, gelenekler… her şeyi, her şeyi düşünmüş önceden birileri.
Ne kadar düşüncelilermiş…
Kızı kim sevmiş?
Bilemezmiş.
Peki kim değer vermiş, önemsemiş?
O neydi?
Kursu başarıyla bitirmiş ve diploması bile olmuş. Kızcağız artık bir “hoca” olmaya hak kazanmış. Artık özgürce taklit edebilirmiş kendi hocalarını ve özgürce tekrar edebilirmiş söylenenleri. Artık sohbet toplantılarına yeni bir ses katılıyormuş, aynı cümleleri tekrar edecek olsa da, yeni bir ses…
Başta heyecan verici olsa da, sonra alışmış. Anlamış gösterilen saygı ve hürmetin kendinden kaynaklanmadığını ve ötekiler gibi alelade bir “hocanım” olduğunu…
“Yeni bir şey söylemedin ki hem, ne bekliyordun?”
Hayat sıkıcı. Hayat alelade. Hayat zor. Keşke paylaşabilseydi.
Birgün kısa sakallı ve biraz da yakışıklı bir genç adamdan haber almış. Görülmek istenmekteymiş. Heyecanlanmış kızcağız. İlk kez bir erkekle görüşecekmiş.
“Ne demeli, nasıl davranmalı? “
“Acaba günah mı?”
Evlilik niyetiyle konuşmak günah değilmiş.
Ama yine de dikkatli olmalı… Ya kalbinden kötülük geçerse?
Hem bu erkek diğerleri gibi değilmiş. Hocası herhangi birini tavsiye eder miymiş?
Büyük gün gelmiş. Eli ayağına dolaşmış. Aklı yüreğine. Çözememiş elini, ayağından ayıramamış. Gitmiş buluşma yerine ve yüzü kızarmış. Diyememiş içinden geçeni. Bakamamış bile yüzüne doğru düzgün.
Ama iyiymiş işte, hem daha ne olsunmuş.
Sonra adam aramış kızı ve onu sevdiğini söylemiş.
Seviyormuş…
Kızcağız mutlu olmuş.
Seviliyormuş işte!
Peki sevgi neydi? Amaaaan bana ne!
Evlenmiş kızcağız birkaç görüşme sonunda biraz yakışıklı genç adamla. Ama adam sormamış ona hiç, hiçbir şeyi.
Genç adam yürümüş, kadın takip etmiş.
Adam konuşmuş, kadın susmuş.
Adam eğitmiş, kadın eğitilmiş.
Ve adam zalim, kadın mazlum. Halbuki susmak da zulüm.
Kadın itiraz etmiş bir gün, sevimsizce. Çirkef sözcükler bulaşmış dudaklarına.
Adam da oldukça çirkin olmuş. Ve ahlaksız.
Kirlenmiş evleri, kadın ağlamış.
Sadece süs olan zevcliği “döverde severde” hengamesine kapılmış...
Kadına vurmuş adam.
Kadın sızlanmış. Düşmüş yere,
Düşmüş mırıldandığı ezbere...
Canı değil sadece yüreği acımış.
Ama yüreği varmış!
“Böyle olmamalıydı”
bir fikri de varmış!
İnşirah suresini yüzelli kere okursa geçermiş sıkıntısı, ezberlerinden hatrına düşmüş bu bilgi. Hemen uygulamaya koyulmuş fakat yüzkırkdokuzuncu okuyuşunda duraksamış, devam edememiş, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamış.
Tüh ziyan oldu o kadar okuduması, azıcık daha tutsaydı kendini sıkıntısı da geçecekti.
Ağlamış yılların bastırılmışlığına. Ağlamış uzun uzun, hıçkıra hıçkıra…
Sarılmış kitaba.
Sıkıntısını geçirmeyen, kalbine şifa olmayan ama yıllarını verdiği bu Kitab’a sarılmış.
“Peki herkes yalan mı söyledi? Niye işe yaramıyor? abdest okuyup, örtünüp bir de kıbleye dönüp okudum üstelik! Ağlamamalı mıydım? Tabii ya, ne saygısızım ben! Ama tutamadım ki kendimi… insanım!”
ve yolculuk başlamış.
Sormuş kızcağız, sormuş böyle hep. Eşine, kendi aklına ve yüreğine, tüm samimiyetiyle sormuş;
“hiç işe yaramayacak mıydı? Hani dünyada huzur ve saadetti Kur'an-ı Kerim okumak?”
bir gün biri ona okumanın ne olduğunu anlatmış. Hocaefendinin buyruklarıyla, geleneksel kabullerle şekillenmiş önyargılarla değil, sadece yaratan Rabbin adıyla okumak… kızcağıza bunu anlatmış. Devam etmiş sarsarcasına heyûlayı; Anla demiş kendini, kendini dinle... Kendini kendinden iyi bilen tek dostunu anla, dostunun sana mesajını anla...
Sarsılmış hanım kızımız; “bu niye hiç aklıma gelmedi?”
“sormasaydım aklıma hiç gelmeyecekti. Peki niye böyle oldu?
Niye Rabbimin mesajını okuyor olduğum halde yıllardır aramda kalın perdeler vardı? Niye?”
Hayatının dönüm noktasıymış o an. İlk kez bir şeyi bilmiş. Anlamış. Bilerek okumuş sonra vahyi. Ve görmüş ki yüzelli kez olmasına gerek yokmuş, inşirah’ı ilk okuyuşuyla huzur kaplamış içini. Daha önce hiç hissetmediği bir doygunluğu tatmış yüreği. Sarılmış mushafa, bu kez aralarında hiç perde yokmuş. Gülümsemiş sonra, çok mutlu olmuş. Artık elindeki bir yük, avuntu ve sıkıntı değil gerçek bir rehbermiş. Çekilmiş aradan tereddütle karışık anneler babalar abiler, ablalar, hocaefendiler, kara kaplı yüce ciltler... Ve orada işte ona şahdamarından yakın dosttan bir mektup, bir sırdaş bir gönüldaş işte Gerçek bir rehber!
Gözyaşlarıyla dokunmuş tekrar Kitaba. Nasıl olmuş da bu kadar yakınken, bu kadar uzak kalabilmiş? Anlayamamış. Bırakmış tüm bunalımları bir yana ve eşsiz bir sevinçle teslim olmuş vahye. Hafiflediğini fark etmiş. Din, sandığı gibi zorba bir yaşam değilmiş. Sade ve huzurlu yaşamakmış üstelik.
Kadın secde etmiş Rabbine, şükretmiş saatlerce.
Dua etmiş sonra;
“herkes zincirleri kırsın, perdeleri yırtsın ve kavuşsun rehberine!”
Peki kızımız bunu ister miymiş? Ne fark edermiş? Nasıl olsa babası onun hakkında en doğru kararı veriyormuş.
Kızımız eğitime başlamış. Ona orada boğazını zorlayarak tuhaf sesler çıkarmayı, az malzemeden çok yemek yapmayı, geleneksel yargıları ezberlemeyi ve bir de sıkıntılara hiç ses etmemeyi öğretmişler. Kızımıza şerh yaptırmışlar atalarının kitaplarını. Kız “bildim” sanmış. Ama bilgi neymiş? Meğer Rab önce “oku” demiş. Okumak neymiş? Nereden bilecekmiş, hem biz ne anlarız? Bu kutsal mushafa özgürce dokunmaya dahi hakkımız yok, anlamak ne haddimize? Saptırma konuyu.
Onbeşinde bir ev izniyle sosyal(!) yaşama adapte olmuş hanım kızımız. Pek de hanımmış maaşallah. Tam oğlumuza göre, ağzı var dili yok. Namahreme çıkmazmış, bir de kocasının sözünden dışarı… Aman ne de güzel örtünmüş. Çok da iyi yemek yaparmış. A, bu arada dikiş-nakış bile öğrenmiş. Tü tü tü… Nazar değmesin.
Kızım benim şuramda yara çıkıyor, krem sürünce geçiyor ama yine çıkıyor. Bi okusan, geçer mi?
Okurmuş kızımız, her Ramazan’da mukabele okurmuş, hanımları mestedermiş, öyle etkili sesi varmış ki; ağlarmış insanlar…
Kimse sormamış kızcağıza; “sen ne düşünürdün acaba?”
Zaten o da düşünmeye ihtiyaç duymamış. Zaten hep birileri onun adına düşünüyormuş. Çocukken anne babası, biraz büyüyünce sadece babası, sonra ağabeyleri, akrabaları… sonra hocaefendiler, kutsal ataların kitapları, gelenekler… her şeyi, her şeyi düşünmüş önceden birileri.
Ne kadar düşüncelilermiş…
Kızı kim sevmiş?
Bilemezmiş.
Peki kim değer vermiş, önemsemiş?
O neydi?
Kursu başarıyla bitirmiş ve diploması bile olmuş. Kızcağız artık bir “hoca” olmaya hak kazanmış. Artık özgürce taklit edebilirmiş kendi hocalarını ve özgürce tekrar edebilirmiş söylenenleri. Artık sohbet toplantılarına yeni bir ses katılıyormuş, aynı cümleleri tekrar edecek olsa da, yeni bir ses…
Başta heyecan verici olsa da, sonra alışmış. Anlamış gösterilen saygı ve hürmetin kendinden kaynaklanmadığını ve ötekiler gibi alelade bir “hocanım” olduğunu…
“Yeni bir şey söylemedin ki hem, ne bekliyordun?”
Hayat sıkıcı. Hayat alelade. Hayat zor. Keşke paylaşabilseydi.
Birgün kısa sakallı ve biraz da yakışıklı bir genç adamdan haber almış. Görülmek istenmekteymiş. Heyecanlanmış kızcağız. İlk kez bir erkekle görüşecekmiş.
“Ne demeli, nasıl davranmalı? “
“Acaba günah mı?”
Evlilik niyetiyle konuşmak günah değilmiş.
Ama yine de dikkatli olmalı… Ya kalbinden kötülük geçerse?
Hem bu erkek diğerleri gibi değilmiş. Hocası herhangi birini tavsiye eder miymiş?
Büyük gün gelmiş. Eli ayağına dolaşmış. Aklı yüreğine. Çözememiş elini, ayağından ayıramamış. Gitmiş buluşma yerine ve yüzü kızarmış. Diyememiş içinden geçeni. Bakamamış bile yüzüne doğru düzgün.
Ama iyiymiş işte, hem daha ne olsunmuş.
Sonra adam aramış kızı ve onu sevdiğini söylemiş.
Seviyormuş…
Kızcağız mutlu olmuş.
Seviliyormuş işte!
Peki sevgi neydi? Amaaaan bana ne!
Evlenmiş kızcağız birkaç görüşme sonunda biraz yakışıklı genç adamla. Ama adam sormamış ona hiç, hiçbir şeyi.
Genç adam yürümüş, kadın takip etmiş.
Adam konuşmuş, kadın susmuş.
Adam eğitmiş, kadın eğitilmiş.
Ve adam zalim, kadın mazlum. Halbuki susmak da zulüm.
Kadın itiraz etmiş bir gün, sevimsizce. Çirkef sözcükler bulaşmış dudaklarına.
Adam da oldukça çirkin olmuş. Ve ahlaksız.
Kirlenmiş evleri, kadın ağlamış.
Sadece süs olan zevcliği “döverde severde” hengamesine kapılmış...
Kadına vurmuş adam.
Kadın sızlanmış. Düşmüş yere,
Düşmüş mırıldandığı ezbere...
Canı değil sadece yüreği acımış.
Ama yüreği varmış!
“Böyle olmamalıydı”
bir fikri de varmış!
İnşirah suresini yüzelli kere okursa geçermiş sıkıntısı, ezberlerinden hatrına düşmüş bu bilgi. Hemen uygulamaya koyulmuş fakat yüzkırkdokuzuncu okuyuşunda duraksamış, devam edememiş, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamış.
Tüh ziyan oldu o kadar okuduması, azıcık daha tutsaydı kendini sıkıntısı da geçecekti.
Ağlamış yılların bastırılmışlığına. Ağlamış uzun uzun, hıçkıra hıçkıra…
Sarılmış kitaba.
Sıkıntısını geçirmeyen, kalbine şifa olmayan ama yıllarını verdiği bu Kitab’a sarılmış.
“Peki herkes yalan mı söyledi? Niye işe yaramıyor? abdest okuyup, örtünüp bir de kıbleye dönüp okudum üstelik! Ağlamamalı mıydım? Tabii ya, ne saygısızım ben! Ama tutamadım ki kendimi… insanım!”
ve yolculuk başlamış.
Sormuş kızcağız, sormuş böyle hep. Eşine, kendi aklına ve yüreğine, tüm samimiyetiyle sormuş;
“hiç işe yaramayacak mıydı? Hani dünyada huzur ve saadetti Kur'an-ı Kerim okumak?”
bir gün biri ona okumanın ne olduğunu anlatmış. Hocaefendinin buyruklarıyla, geleneksel kabullerle şekillenmiş önyargılarla değil, sadece yaratan Rabbin adıyla okumak… kızcağıza bunu anlatmış. Devam etmiş sarsarcasına heyûlayı; Anla demiş kendini, kendini dinle... Kendini kendinden iyi bilen tek dostunu anla, dostunun sana mesajını anla...
Sarsılmış hanım kızımız; “bu niye hiç aklıma gelmedi?”
“sormasaydım aklıma hiç gelmeyecekti. Peki niye böyle oldu?
Niye Rabbimin mesajını okuyor olduğum halde yıllardır aramda kalın perdeler vardı? Niye?”
Hayatının dönüm noktasıymış o an. İlk kez bir şeyi bilmiş. Anlamış. Bilerek okumuş sonra vahyi. Ve görmüş ki yüzelli kez olmasına gerek yokmuş, inşirah’ı ilk okuyuşuyla huzur kaplamış içini. Daha önce hiç hissetmediği bir doygunluğu tatmış yüreği. Sarılmış mushafa, bu kez aralarında hiç perde yokmuş. Gülümsemiş sonra, çok mutlu olmuş. Artık elindeki bir yük, avuntu ve sıkıntı değil gerçek bir rehbermiş. Çekilmiş aradan tereddütle karışık anneler babalar abiler, ablalar, hocaefendiler, kara kaplı yüce ciltler... Ve orada işte ona şahdamarından yakın dosttan bir mektup, bir sırdaş bir gönüldaş işte Gerçek bir rehber!
Gözyaşlarıyla dokunmuş tekrar Kitaba. Nasıl olmuş da bu kadar yakınken, bu kadar uzak kalabilmiş? Anlayamamış. Bırakmış tüm bunalımları bir yana ve eşsiz bir sevinçle teslim olmuş vahye. Hafiflediğini fark etmiş. Din, sandığı gibi zorba bir yaşam değilmiş. Sade ve huzurlu yaşamakmış üstelik.
Kadın secde etmiş Rabbine, şükretmiş saatlerce.
Dua etmiş sonra;
“herkes zincirleri kırsın, perdeleri yırtsın ve kavuşsun rehberine!”
VUSLATZELİHA- Mesaj Sayısı : 182
Nerden : ANKARA
Rep :
Points : 30
Kayıt tarihi : 31/07/08
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz