Mehmet Akif ve Şırnaklı çocuklar…
1 sayfadaki 1 sayfası
Mehmet Akif ve Şırnaklı çocuklar…
Mehmet Akif ve Şırnaklı çocuklar…
Kurtuluş provaları yapmaya meraklıyız. Aşağı yukarı her ilde her sene temsili düşman kuvvetlerinden intikam alıyoruz... Alıyoruz da ne oluyor… Bir hipnoz anından başka nedir ki bunlar… O prova merakı bizi zamanla “muhtaç” haline getirdi… Bu kolaycılıkla, bu uyanıklıkla, milli duyguların bu denli ucuzlatılmasıyla içimizden kahramanlar çıkarmayı çoktan unuttuk…
Ne kuruluşu anlıyoruz, ne de kuruluşu… Çanakkale ruhundan da haberimiz yok… İtirafı zor ama İstiklal Marşı'ndan da öyle… Çünkü, ne Akif'e sahip çıkabildik ne de Akif'in nesline…
Biliyorum, hepimizin duygu ve düşüncesini rahatsız eden bir tablodan dem vuruyorum… Fakat bir an için, bu satırların doğruyu yansıtabileceğine ihtimal vererek düşünün…
Umut ile mutsuzluk yan yana duruyor… İki pencereli bir odadan gözüken iki farklı manzara gibi… Biri umutsuzluğu, inkisara, kimliksizliğe, kültürsüzlüğe, provadan sahte hayatlara, sahte kahramanlara, geçmişe, avunmalara, ağıtlara açılıyor…
Diğer pencere ise umuda, geleceğe, inşa bestelerine bakıyor…
Çetin Altan'dan dinlemiştim;
Sanırım 1961 yılıydı. Milliyet'teki odama, odacı Bayram girdi.
-Sizi biri görmek istiyor, dedi.
-Buyursun…
İçeri traşı uzamış, üstü başı bakımsız, yaşlıca, çelimsiz bir adam girdi. Hafif bükük bir boyunla:
-Bendeniz, dedi, Mehmet Akif'in oğluyum…
Bir anda ne olduğumu şaşırdım ve nasıl şaşırdım bilemezsiniz. Eski bir dostluk havası yaratmak istercesine:
-Oooo buyurun buyurun, nasılsınız… Türünden bir yakınlık göstermeye çalıştım. O tavrını bozmadı:
- Rahatsız etmeyeyim, dedi. Sizden ufak bir yardım rica etmeye gelmiştim…
Gökler mi tepeme yıkıldı; yer mi yarıldı da, ben mi yerin dibine geçtim; doğrusu fena allak bullak oldum… Tek yapabildiğim şeyi yaptım, cüzdanımı çıkarıp uzattım. O, boynu bükük boyunla:
-Siz ne münasip görürseniz, dedi.
Cinnet cehennemlerinin tüm yıldırımları düşüyordu yüreğime… Durun bakalım neyimiz varmış gibilerden cüzdanı açtım; içinde ne varsa çıkardım, fazla bir şey de yoktu, elimde tuttum. Bir iki adım attı. Sanırım sadece bir 10, yahut 20 lira aldı.
-Çok çok teşekkür ederim, rahatsız ettim dedi ve çıktı.
Aradan bir ay geçti geçmedi; gazetelerde küçük bir haber ilişti gözüme: Beşiktaş'taki çöp bidonlarından birinde Mehmet Akif'in oğlunun ölüsü bulunmuştu!
Ölüsü çöp bidonlarının yanında bulunan kişi Akif'in oğlu Emin Ersoy'dan başkası değildir.
İki dörtlüğü ile Türkiye'yi her sabah ayağa kaldıran adamın oğlu çöplükte ölü bulunuyor…
Çok manidar…
Çetin Altan sürekli “enseyi karatmayın” dese de buradan bakınca ense yeterince kararmış gözüküyor…
Bazı şeyleri birlikte ve yeniden düşünmek lazım…
Bunu da Yavuz Bülent Bakiler'den dinlemiştim…
Verdiği söze bağlı kalan Akif'in hikayesini o da Mithat Cemal Kuntay'dan okumuş…
Kuntay diyor ki, Cuma günleri Akif'in evinde buluşur, Fransız ve Fars edebiyatını ondan dinlerdim…
Yine bir Cuma günü Akif'in evinde buluştuk Birlikte Gülistan ve Bostan'ı okuyorduk. Fakat aniden bir gürültü koptu, odanın dışında çocuklar çığlık çığlığa boğuşuyorlardı. Okumak mümkün değildi. Susturmak için dışarı çıktım, tam sekiz çocuk… Beşi Akif'in çocuklarıydı, diğer üçü yabancıydı. Anladım ki bizimkileri azdıran dışarıdan gelen o üç çocuktu. Onlardan birisinin yanağını öyle sıktım ki tırnağımın izleri yanağında kaldı. Akif de yanımıza geldi, ben de hışımla sordum, “kim bunlar?” Hepsi benim çocuklarım dokunma onlara dedi. Nasıl olur, senin çocuklarını tanıyoruz dedim. Gel içeri anlatayım dedi…
Akif anlatmaya başladı: “Fakültede Mustafa Tahsin isimli bir arkadaşım vardı. Bir gün bana dedi ki, sen sözüne güvenilir bir adamsın, gel seninle bir hususta anlaşalım. Biz üniversiteyi bitirince evleneceğiz değil mi dedi, inşallah dedim. Çocuklarımız olacak değil mi dedi, inşallah dedim… Gel söz verelim, kim önce ölürse hayatta kalan ölenin çocuklarına sahip çıksın. “Var mısın bu anlaşmaya” dedi, “varım” dedim… Mustafa Tahsin öldü ve ben yıllar önce verdiğim bu söze bağlı kalmak mecburiyetindeyim. Gittim arkadaşımın çocuklarını aldım getirdim ve artık onlar da benim çocuklarımdır. Sakın onlara bir şey söyleme, dedi.
O yıllarda Akif'in beş çocuğu vardır, işinden istifa etmiştir ve cebinde beş parası yoktur. Buna rağmen daha üniversite öğrencisiyken arkadaşına verdiği o sözü unutmamıştır, evinde o çocuklara kol kanat germiştir…
Biz İstiklal Marşı'nı ruhumuza uygun bulup her gün okurken Akif'e “senin neslin de bize emanet” demedik mi acaba?
Ona verilmiş bir büyük sözümüz yok mu?
Var da çoktan unuttuk mu?
Akif'in üç kuruşa muhtaç olup da çöplükte ölen oğlu… Prova kahramanlıkları tarumar ederek bir söz hatırına sahip çıkılmış üç çocuk…
Bu da çok manidar…
Bir ruh ve bir mana ırmağı akıp duruyor Akif'ten bugüne…
Neden fikrimiz düşmez oraya…
Ve neden bir kısmımız korkarız Akif'ten…
Akif'ten geriye tutulmayı bekleyen büyük bir sözümüz var…
Güneydoğu ihmal edilmiş, manen öksüz kalmışken bu sözü tutmanın tam zamanıdır şimdi.
Bunun için de dağları delen bir ses, büyük bir yürek lazım…
O da herkeste ve her yerde yok…
Son dönemde artan terör olayları bir kez daha dikkatleri bölgeye çevirdi ve sorunun topyekun ele alınması fikri kuvvetlendi. Bu amaçla doğu ve güneydoğu şehirlerinde özellikle yoğun göç alan varoş bölgelerde, beş yılda yüzden fazla “Okuma Salonları” açıldı.
Bu anlamlı projeyi gerçekleştirenler verilmiş bir büyük sözün ardında duran gönüllüler hareketinden başka kimse de değildir.
Buralarda harıl harıl insanların yaralarına merhem olmaya çalışılıyor ve gönüller kısa zamanda kazanılıyor. En son kurban bayramında İstanbul başta olmak üzere batı kentlerinden 17 bin insan bölgede kestikleri 60 bin kurbanı 100 binden fazla aileye dağıttılar, evlerine misafir oldular, tanışıp, kardeşlik bağlarını güçlendirdiler.
Doğu ile batı arasında temeli sevgi, dostluk ve insanlıktan oluşan sağlam uzlaşma köprüleri kurdular.
Fakat bu köprülerinin yolcuları gidiş geliş yönünde gün gün yolcuları artmalıydı…
Bu anlamlı sürece bir katkı daha geldi 2008 Ocak'ın ortasında…
Tutulacak bir büyük sözüm var diyenlerin kurduğu “Uzlaşma köprüsü” marifetiyle Şırnak'tan İstanbul'a davet edilen tam 49 çocuğa burada sevgiyle açılan gönüller, içtenlikle açılan evler oldu.
İstanbul'da 49 veli Şırnak'tan gelen masum mu masum, ürkek mi ürkek tam 49 çocuğu evlerinde misafir ettiler.
Batı, doğunun çocuklarına bakma sözü vermişti ya…
Aradaki mesafeyi kapatma sözü…
Kalbini kalbinin yanında görme sözü…
Bir haftalık ziyaret ömür boyu sürecek kalıcı dostlukların tohumunu attı. Buna hem İstanbul hem de İstanbullu ev sahipleri çok müsaitti…
Şırnaklı çocuklar, geldiler, gördüler, sevildiler, sevdiler, mutlu oldular, yaşadılar ve yaşamak için gittiler…
Artık onların konuşacak çok şeyleri var…
Gidenlerin içinden bir parça düşüp kaldı misafir oldukları evde.
Ev sahiplerinden de bir parça kopuk gitti doğuya doğru…
Şimdi ikisi de birbirinden parçalar taşıyor…
Bu sevgi köprüsüne destek olan herkesi gönülden kutlarım…
Şırnaklı çocukların İstanbul'a hayran kalmaları, denizi ilk defa görmeleri, ünlülerle hatıra fotoğrafı çektirmeleri, imza toplamaları değil amaç.
Amaç, bizim onları görmemiz, gönlümüzde yer açmamız ve “sizinle yaşamaya, sizi yaşatmaya varız” diyebilmemizdir.
Hedef:
Bizim onlarsız, onların bizsiz bir dünyayı düşünememeleridir…
Şırnak bize kalbimiz kadar yakın diyebilmektir…
İki dörtlüklü Türkiye'yi ayağa kaldıran Akif'i, çöplükte ölen oğlunu, verilmiş büyük bir sözü ve Şırnaklı çocukları birlikte düşünmektir…
Bu çabalar dağların sesini keserken, hem ülkeyi hem de onu ortaya koyanları gittikçe büyütür de, o gün doğuda ve batıda güler yüzlerimiz…
Şimdi “enseyi karartmamak” için güçlü bir nedenimiz daha var…
Verilmiş bir büyük sözü olduğunu hatırlayanlar…
Onlar Akif'le birlikte ölmediler…
Akif'le birlikte yaşıyorlar
Hem doğuda hem de batıda…
Bu da bir “kurtuluş provasıdır” ama aslına uygun şekilde...
mehmed gundem-yenışafak
Kurtuluş provaları yapmaya meraklıyız. Aşağı yukarı her ilde her sene temsili düşman kuvvetlerinden intikam alıyoruz... Alıyoruz da ne oluyor… Bir hipnoz anından başka nedir ki bunlar… O prova merakı bizi zamanla “muhtaç” haline getirdi… Bu kolaycılıkla, bu uyanıklıkla, milli duyguların bu denli ucuzlatılmasıyla içimizden kahramanlar çıkarmayı çoktan unuttuk…
Ne kuruluşu anlıyoruz, ne de kuruluşu… Çanakkale ruhundan da haberimiz yok… İtirafı zor ama İstiklal Marşı'ndan da öyle… Çünkü, ne Akif'e sahip çıkabildik ne de Akif'in nesline…
Biliyorum, hepimizin duygu ve düşüncesini rahatsız eden bir tablodan dem vuruyorum… Fakat bir an için, bu satırların doğruyu yansıtabileceğine ihtimal vererek düşünün…
Umut ile mutsuzluk yan yana duruyor… İki pencereli bir odadan gözüken iki farklı manzara gibi… Biri umutsuzluğu, inkisara, kimliksizliğe, kültürsüzlüğe, provadan sahte hayatlara, sahte kahramanlara, geçmişe, avunmalara, ağıtlara açılıyor…
Diğer pencere ise umuda, geleceğe, inşa bestelerine bakıyor…
Çetin Altan'dan dinlemiştim;
Sanırım 1961 yılıydı. Milliyet'teki odama, odacı Bayram girdi.
-Sizi biri görmek istiyor, dedi.
-Buyursun…
İçeri traşı uzamış, üstü başı bakımsız, yaşlıca, çelimsiz bir adam girdi. Hafif bükük bir boyunla:
-Bendeniz, dedi, Mehmet Akif'in oğluyum…
Bir anda ne olduğumu şaşırdım ve nasıl şaşırdım bilemezsiniz. Eski bir dostluk havası yaratmak istercesine:
-Oooo buyurun buyurun, nasılsınız… Türünden bir yakınlık göstermeye çalıştım. O tavrını bozmadı:
- Rahatsız etmeyeyim, dedi. Sizden ufak bir yardım rica etmeye gelmiştim…
Gökler mi tepeme yıkıldı; yer mi yarıldı da, ben mi yerin dibine geçtim; doğrusu fena allak bullak oldum… Tek yapabildiğim şeyi yaptım, cüzdanımı çıkarıp uzattım. O, boynu bükük boyunla:
-Siz ne münasip görürseniz, dedi.
Cinnet cehennemlerinin tüm yıldırımları düşüyordu yüreğime… Durun bakalım neyimiz varmış gibilerden cüzdanı açtım; içinde ne varsa çıkardım, fazla bir şey de yoktu, elimde tuttum. Bir iki adım attı. Sanırım sadece bir 10, yahut 20 lira aldı.
-Çok çok teşekkür ederim, rahatsız ettim dedi ve çıktı.
Aradan bir ay geçti geçmedi; gazetelerde küçük bir haber ilişti gözüme: Beşiktaş'taki çöp bidonlarından birinde Mehmet Akif'in oğlunun ölüsü bulunmuştu!
Ölüsü çöp bidonlarının yanında bulunan kişi Akif'in oğlu Emin Ersoy'dan başkası değildir.
İki dörtlüğü ile Türkiye'yi her sabah ayağa kaldıran adamın oğlu çöplükte ölü bulunuyor…
Çok manidar…
Çetin Altan sürekli “enseyi karatmayın” dese de buradan bakınca ense yeterince kararmış gözüküyor…
Bazı şeyleri birlikte ve yeniden düşünmek lazım…
Bunu da Yavuz Bülent Bakiler'den dinlemiştim…
Verdiği söze bağlı kalan Akif'in hikayesini o da Mithat Cemal Kuntay'dan okumuş…
Kuntay diyor ki, Cuma günleri Akif'in evinde buluşur, Fransız ve Fars edebiyatını ondan dinlerdim…
Yine bir Cuma günü Akif'in evinde buluştuk Birlikte Gülistan ve Bostan'ı okuyorduk. Fakat aniden bir gürültü koptu, odanın dışında çocuklar çığlık çığlığa boğuşuyorlardı. Okumak mümkün değildi. Susturmak için dışarı çıktım, tam sekiz çocuk… Beşi Akif'in çocuklarıydı, diğer üçü yabancıydı. Anladım ki bizimkileri azdıran dışarıdan gelen o üç çocuktu. Onlardan birisinin yanağını öyle sıktım ki tırnağımın izleri yanağında kaldı. Akif de yanımıza geldi, ben de hışımla sordum, “kim bunlar?” Hepsi benim çocuklarım dokunma onlara dedi. Nasıl olur, senin çocuklarını tanıyoruz dedim. Gel içeri anlatayım dedi…
Akif anlatmaya başladı: “Fakültede Mustafa Tahsin isimli bir arkadaşım vardı. Bir gün bana dedi ki, sen sözüne güvenilir bir adamsın, gel seninle bir hususta anlaşalım. Biz üniversiteyi bitirince evleneceğiz değil mi dedi, inşallah dedim. Çocuklarımız olacak değil mi dedi, inşallah dedim… Gel söz verelim, kim önce ölürse hayatta kalan ölenin çocuklarına sahip çıksın. “Var mısın bu anlaşmaya” dedi, “varım” dedim… Mustafa Tahsin öldü ve ben yıllar önce verdiğim bu söze bağlı kalmak mecburiyetindeyim. Gittim arkadaşımın çocuklarını aldım getirdim ve artık onlar da benim çocuklarımdır. Sakın onlara bir şey söyleme, dedi.
O yıllarda Akif'in beş çocuğu vardır, işinden istifa etmiştir ve cebinde beş parası yoktur. Buna rağmen daha üniversite öğrencisiyken arkadaşına verdiği o sözü unutmamıştır, evinde o çocuklara kol kanat germiştir…
Biz İstiklal Marşı'nı ruhumuza uygun bulup her gün okurken Akif'e “senin neslin de bize emanet” demedik mi acaba?
Ona verilmiş bir büyük sözümüz yok mu?
Var da çoktan unuttuk mu?
Akif'in üç kuruşa muhtaç olup da çöplükte ölen oğlu… Prova kahramanlıkları tarumar ederek bir söz hatırına sahip çıkılmış üç çocuk…
Bu da çok manidar…
Bir ruh ve bir mana ırmağı akıp duruyor Akif'ten bugüne…
Neden fikrimiz düşmez oraya…
Ve neden bir kısmımız korkarız Akif'ten…
Akif'ten geriye tutulmayı bekleyen büyük bir sözümüz var…
Güneydoğu ihmal edilmiş, manen öksüz kalmışken bu sözü tutmanın tam zamanıdır şimdi.
Bunun için de dağları delen bir ses, büyük bir yürek lazım…
O da herkeste ve her yerde yok…
Son dönemde artan terör olayları bir kez daha dikkatleri bölgeye çevirdi ve sorunun topyekun ele alınması fikri kuvvetlendi. Bu amaçla doğu ve güneydoğu şehirlerinde özellikle yoğun göç alan varoş bölgelerde, beş yılda yüzden fazla “Okuma Salonları” açıldı.
Bu anlamlı projeyi gerçekleştirenler verilmiş bir büyük sözün ardında duran gönüllüler hareketinden başka kimse de değildir.
Buralarda harıl harıl insanların yaralarına merhem olmaya çalışılıyor ve gönüller kısa zamanda kazanılıyor. En son kurban bayramında İstanbul başta olmak üzere batı kentlerinden 17 bin insan bölgede kestikleri 60 bin kurbanı 100 binden fazla aileye dağıttılar, evlerine misafir oldular, tanışıp, kardeşlik bağlarını güçlendirdiler.
Doğu ile batı arasında temeli sevgi, dostluk ve insanlıktan oluşan sağlam uzlaşma köprüleri kurdular.
Fakat bu köprülerinin yolcuları gidiş geliş yönünde gün gün yolcuları artmalıydı…
Bu anlamlı sürece bir katkı daha geldi 2008 Ocak'ın ortasında…
Tutulacak bir büyük sözüm var diyenlerin kurduğu “Uzlaşma köprüsü” marifetiyle Şırnak'tan İstanbul'a davet edilen tam 49 çocuğa burada sevgiyle açılan gönüller, içtenlikle açılan evler oldu.
İstanbul'da 49 veli Şırnak'tan gelen masum mu masum, ürkek mi ürkek tam 49 çocuğu evlerinde misafir ettiler.
Batı, doğunun çocuklarına bakma sözü vermişti ya…
Aradaki mesafeyi kapatma sözü…
Kalbini kalbinin yanında görme sözü…
Bir haftalık ziyaret ömür boyu sürecek kalıcı dostlukların tohumunu attı. Buna hem İstanbul hem de İstanbullu ev sahipleri çok müsaitti…
Şırnaklı çocuklar, geldiler, gördüler, sevildiler, sevdiler, mutlu oldular, yaşadılar ve yaşamak için gittiler…
Artık onların konuşacak çok şeyleri var…
Gidenlerin içinden bir parça düşüp kaldı misafir oldukları evde.
Ev sahiplerinden de bir parça kopuk gitti doğuya doğru…
Şimdi ikisi de birbirinden parçalar taşıyor…
Bu sevgi köprüsüne destek olan herkesi gönülden kutlarım…
Şırnaklı çocukların İstanbul'a hayran kalmaları, denizi ilk defa görmeleri, ünlülerle hatıra fotoğrafı çektirmeleri, imza toplamaları değil amaç.
Amaç, bizim onları görmemiz, gönlümüzde yer açmamız ve “sizinle yaşamaya, sizi yaşatmaya varız” diyebilmemizdir.
Hedef:
Bizim onlarsız, onların bizsiz bir dünyayı düşünememeleridir…
Şırnak bize kalbimiz kadar yakın diyebilmektir…
İki dörtlüklü Türkiye'yi ayağa kaldıran Akif'i, çöplükte ölen oğlunu, verilmiş büyük bir sözü ve Şırnaklı çocukları birlikte düşünmektir…
Bu çabalar dağların sesini keserken, hem ülkeyi hem de onu ortaya koyanları gittikçe büyütür de, o gün doğuda ve batıda güler yüzlerimiz…
Şimdi “enseyi karartmamak” için güçlü bir nedenimiz daha var…
Verilmiş bir büyük sözü olduğunu hatırlayanlar…
Onlar Akif'le birlikte ölmediler…
Akif'le birlikte yaşıyorlar
Hem doğuda hem de batıda…
Bu da bir “kurtuluş provasıdır” ama aslına uygun şekilde...
mehmed gundem-yenışafak
VUSLATZELİHA- Mesaj Sayısı : 182
Nerden : ANKARA
Rep :
Points : 30
Kayıt tarihi : 31/07/08
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz