II. MEŞRUTİYET'TE BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ
1 sayfadaki 1 sayfası
II. MEŞRUTİYET'TE BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ
II. MEŞRUTİYET’TE BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ
Ve günümüz için çıkarılacak dersler…
1907 sonlarında İstanbula teşrif eden Bediüzzaman Hazretleri “Temmuzun inkılab-ı mesûdi” dediği Hürriyet (Meşrutiyet) i’lânının üçüncü gününde İstanbul’da irad ettiği nutkunun aynısını, Selânik Hürriyet Meydanı’nda da vermiştir.
Ayrıca, Bediûzzaman Hazretleri Niyazi Bey ve arkadaşlarının hürriyet mücadelelerindeki muvaffakıyetlerini tebrik ederek, bu saadet sarayının temellerini kuvvetlendirmek için şarka gideceğini beyan etmektedir.
Evvela Sadaret (Sadrazamlık) kanalıyla Şark’a meşrutiyet ve hürriyetin mana ve mefhumunu anlatmak üzere altmış kadar telgraf göndermiştir. Bilâhare, o va’dini de 1910 yılında yerine getirmiş.. Şark’a gitmiş, aşiretleri dolaşarak Meşrutiyet dersi vermiştir.
Aşiretlerde sorulan: “Meşrutiyetin ne miktarı bize gelmiş?. Ve niçin bütün gelmiyor?” sorusuna mukabil cevaben bazı gereken adımların atılmaması halinde:
“Yüz sene sonra tamamen cemalini (Hürriyetlerin güzelliğini, hayırlı neticelerini) göreceksiniz” diyerek 1908 den günümüze işaret etmiştir. Ancak yine de bu nutukda izah edildiği gibi, bizlere de düşen bazı vazifeler vardır.
II. Meşrutiyet’in yüzüncü yılı olan bu sene ve bu aylarda yine çok mühim hadiseler cereyan etmektedir. Hürriyet ve Gerçek Demokrasi taraftarlarıyla, Dikta ve Azınlık Rejimi taraftarları arasında ciddi ayrılıklar teşekkül etmiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin yüz yıl önce verdiği reçeteler hala uygulama beklemektedir. Ki, bu millet ve devlet saadete kavuşsun ve dünyanın ileri devletleriyle her sahada baş başa olsun ve milletinin saadetine hizmet etsin.
Bediüzzaman Hazretlerinin
HÜRRİYET NUTKU
Misbah Gazetesi 2 Ekim 1908 nüshasında, bu nutkun ilk bölümünün başında şöyle bir tarif koymuştur :
“İstanbulumuzca Kürd Hoca denmekle maruf, fazıl-ı şehîr Bediüzzaman-ı Kürdî Molla Said Hazretlerini inkılab-ı mes’ud ibtidalarında (saadetli inkılabın başlangıç günlerinde) Dersaadet (İstanbul) ve Selanik’te kerraren irad edip bilhassa gazetemize ihda eylediği nutk-ı irticalidir (yazılı bir metni okumadan doğrudan hafızasından verdiği bir nutukdur.).”
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin ilân-ı hürriyetin üçüncü gününde irticalen ve sonra Selânik’te Meydan-ı Hürriyette tekrar ettiği nutkun tam ve orijinal sûretidir:
Dağ Meyvesi Acı da Olsa Devadır, Amma Hazmı Sakîl (Zor)
İ’TİZAR
Birinci tecrübe, birinci inşa’, birinci nutuk olduğundan noksan ve iğlakı (muğlak kapalı tabirleri) tabiîdir. Mâzur tutarsanız, teşekkür ederim. Tutmazsanız mâzursunuz. Zîra hürriyet var. Kaplan postuna benzeyen elbisem gibi, üslûb-u beyanım da zamanın modasına muhaliftir. Zîra alâturka terzilik bilmiyorum, ta bu maânîye (manalara) iyi libas (elbise yani kelime ve cümleler) keseyim ve düğme yapayım. Rica ediyorum, nutkumu hayal hanenize girmekten yasak etmeyiniz. Benim gibi hem hayalden kapı açın, tâ ki kalbe girsin. Zîrâ hamiyet (din, vatan ve millet sevgisi) ve diyanet ve gayretinizle iş var, müzakere edecekler. Kalbin karanlık köşelerinden ışık yakacaklar!..
HÜRRİYETE HİTAB
Ey hürriyet-i şer’î! (İslami esaslarla çatışmayan Meşrutiyet veya Demokrasi)… Öyle müdhiş amma güzel ve müjdeli bir sadâ ile çağırıyorsun; benim gibi bir Kürdü tabakat-ı gaflet (gaflet ve ilgisizlik uykusunda) altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben ve umum millet zindan-ı esarette (hürriyetsiz ve temel insan haklarından mahrum) kalacaktık. Seni ömr-ü ebedî ile tebşir ediyorum. (İslamiyete uygun bir Demokrasi kıyamete kadar ömürlü olacaktır)…
Eğer aynü’l-hayat-ı şeriatı (milletin hayat suyu olan İslamiyeti ve kanun hakimiyetini) menba-ı hayat (sosyal hayatın kaynağı) yapsan ve o cennette neşv ü nema bulsan, bu millet-i mazlûme de (mazlum Osmanlı ve İslam milleti) eski zamana nisbeten bin derece terakki edeceğini müjde veriyorum. Eğer hakkıyla seni rehber etse, ağraz-ı şahsî (şahsi garaz ve menfaatler) ve fikr-i intikam ile seni lekedar etmezse!..
“El-azametü lillah ve-l minnetü lehü” ki; bizi kabr-i vahşet ve istibdaddan ihraç ve cennet-i ittihad ve muhabbet-i milliyeye davet etti. (Bütün azamet ve büyüklük ve minnet Allaha aittir düsturu Osmanlıyı, Müslüman Milletimizi vahşilik ve istibdad-azınlı k diktasından kurtarmış ve Milli Birlik ve Millet sevgisi cennetine/saadetine davet etmiştir)..
Ya Rab! Ne saadetli bir kıyamet, ne güzel bir haşir ki, “vel-ba’sü ba’de-l mevt” (ölümden sonra dirilme) hakikatının küçük bir misalini bu zaman bize tasvir ediyor. Şöyle ki:
Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan (defnedilmiş) medeniyet-i kadîme (eski parlak İslami Medeniyet) hayata başlamış; ve menfaatini mazarrat-ı umumiyede arayan (kendi pis çıkarlarını milletin umumunun zarar görmesinde arayan) ve istibdadı (azınlık hakimiyetini- dikta rejimini) arzu edenler – YA LEYTENİ KÜNTÜ TURABA (keşke ölüp toprak olsaydım) - demeye başladılar.
Yeni Hükûmet-i Meşrutamız mu’cize gibi doğduğu için, inşâallah bir seneye kadar – TEKELLEME FİL MEHDİ SABİYYA (bebek beşiğinde konuştu ayetinin) - sırrına mazhar olacağız!..
Mütevekkilane, sabûrane (tevekkül ve sabır içinde) tuttuğumuz otuz sene ramazan-ı sükûtun (sessizlik orucunun) sevabıdır ki, azabsız cennet-i terakkî (kalkınma ve gelişme mutluluğunu) ve medeniyet kapılarını bize açmıştır. Hâkimiyet-i milletin beraat-i istihlali olan (Millet Hakimiyetinin belgesi ve göstergesi olan) kanun-u şerî-î esasi (İslamiyete uygun bir AnaYasa) hâzin-i Cennet gibi bizi oralara duhûle davet ediyor. (Anayasal Dindar Demokratik bir Sistem, Dünyada dahi Cennet gibi saadetli bir hayat devrine girmeye davet ediyor…).
Ey mazlum ihvan-ı vatan!.. (Bu vatanda beraber yaşayan bütün kardeşler). Gidelim dâhil olalım!
Birinci kapısı: İttihad-ı kulûb. (Kalblerin Birliği, aynı his ve duygularla Milletin birlik ve beraberliğini temin etmek ve farklı kavimden olanların İman Birliği)…
İkincisi: Muhabbet-i milliye. (Millet sevgisi ve milletin değerlerini sevmek)…
Üçüncüsü: Maarif. (Eğitim Sistemi)…
Dördüncüsü: Sa’y-i insanî. (Çalışkanlık ve Gayretlerin organize edilmesi)….
Beşincisi: Terk-i sefahettir. (Faydasız günahlı sefahat ve tembel hayatı terk etmek)…
Ve günümüz için çıkarılacak dersler…
1907 sonlarında İstanbula teşrif eden Bediüzzaman Hazretleri “Temmuzun inkılab-ı mesûdi” dediği Hürriyet (Meşrutiyet) i’lânının üçüncü gününde İstanbul’da irad ettiği nutkunun aynısını, Selânik Hürriyet Meydanı’nda da vermiştir.
Ayrıca, Bediûzzaman Hazretleri Niyazi Bey ve arkadaşlarının hürriyet mücadelelerindeki muvaffakıyetlerini tebrik ederek, bu saadet sarayının temellerini kuvvetlendirmek için şarka gideceğini beyan etmektedir.
Evvela Sadaret (Sadrazamlık) kanalıyla Şark’a meşrutiyet ve hürriyetin mana ve mefhumunu anlatmak üzere altmış kadar telgraf göndermiştir. Bilâhare, o va’dini de 1910 yılında yerine getirmiş.. Şark’a gitmiş, aşiretleri dolaşarak Meşrutiyet dersi vermiştir.
Aşiretlerde sorulan: “Meşrutiyetin ne miktarı bize gelmiş?. Ve niçin bütün gelmiyor?” sorusuna mukabil cevaben bazı gereken adımların atılmaması halinde:
“Yüz sene sonra tamamen cemalini (Hürriyetlerin güzelliğini, hayırlı neticelerini) göreceksiniz” diyerek 1908 den günümüze işaret etmiştir. Ancak yine de bu nutukda izah edildiği gibi, bizlere de düşen bazı vazifeler vardır.
II. Meşrutiyet’in yüzüncü yılı olan bu sene ve bu aylarda yine çok mühim hadiseler cereyan etmektedir. Hürriyet ve Gerçek Demokrasi taraftarlarıyla, Dikta ve Azınlık Rejimi taraftarları arasında ciddi ayrılıklar teşekkül etmiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin yüz yıl önce verdiği reçeteler hala uygulama beklemektedir. Ki, bu millet ve devlet saadete kavuşsun ve dünyanın ileri devletleriyle her sahada baş başa olsun ve milletinin saadetine hizmet etsin.
Bediüzzaman Hazretlerinin
HÜRRİYET NUTKU
Misbah Gazetesi 2 Ekim 1908 nüshasında, bu nutkun ilk bölümünün başında şöyle bir tarif koymuştur :
“İstanbulumuzca Kürd Hoca denmekle maruf, fazıl-ı şehîr Bediüzzaman-ı Kürdî Molla Said Hazretlerini inkılab-ı mes’ud ibtidalarında (saadetli inkılabın başlangıç günlerinde) Dersaadet (İstanbul) ve Selanik’te kerraren irad edip bilhassa gazetemize ihda eylediği nutk-ı irticalidir (yazılı bir metni okumadan doğrudan hafızasından verdiği bir nutukdur.).”
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin ilân-ı hürriyetin üçüncü gününde irticalen ve sonra Selânik’te Meydan-ı Hürriyette tekrar ettiği nutkun tam ve orijinal sûretidir:
Dağ Meyvesi Acı da Olsa Devadır, Amma Hazmı Sakîl (Zor)
İ’TİZAR
Birinci tecrübe, birinci inşa’, birinci nutuk olduğundan noksan ve iğlakı (muğlak kapalı tabirleri) tabiîdir. Mâzur tutarsanız, teşekkür ederim. Tutmazsanız mâzursunuz. Zîra hürriyet var. Kaplan postuna benzeyen elbisem gibi, üslûb-u beyanım da zamanın modasına muhaliftir. Zîra alâturka terzilik bilmiyorum, ta bu maânîye (manalara) iyi libas (elbise yani kelime ve cümleler) keseyim ve düğme yapayım. Rica ediyorum, nutkumu hayal hanenize girmekten yasak etmeyiniz. Benim gibi hem hayalden kapı açın, tâ ki kalbe girsin. Zîrâ hamiyet (din, vatan ve millet sevgisi) ve diyanet ve gayretinizle iş var, müzakere edecekler. Kalbin karanlık köşelerinden ışık yakacaklar!..
HÜRRİYETE HİTAB
Ey hürriyet-i şer’î! (İslami esaslarla çatışmayan Meşrutiyet veya Demokrasi)… Öyle müdhiş amma güzel ve müjdeli bir sadâ ile çağırıyorsun; benim gibi bir Kürdü tabakat-ı gaflet (gaflet ve ilgisizlik uykusunda) altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben ve umum millet zindan-ı esarette (hürriyetsiz ve temel insan haklarından mahrum) kalacaktık. Seni ömr-ü ebedî ile tebşir ediyorum. (İslamiyete uygun bir Demokrasi kıyamete kadar ömürlü olacaktır)…
Eğer aynü’l-hayat-ı şeriatı (milletin hayat suyu olan İslamiyeti ve kanun hakimiyetini) menba-ı hayat (sosyal hayatın kaynağı) yapsan ve o cennette neşv ü nema bulsan, bu millet-i mazlûme de (mazlum Osmanlı ve İslam milleti) eski zamana nisbeten bin derece terakki edeceğini müjde veriyorum. Eğer hakkıyla seni rehber etse, ağraz-ı şahsî (şahsi garaz ve menfaatler) ve fikr-i intikam ile seni lekedar etmezse!..
“El-azametü lillah ve-l minnetü lehü” ki; bizi kabr-i vahşet ve istibdaddan ihraç ve cennet-i ittihad ve muhabbet-i milliyeye davet etti. (Bütün azamet ve büyüklük ve minnet Allaha aittir düsturu Osmanlıyı, Müslüman Milletimizi vahşilik ve istibdad-azınlı k diktasından kurtarmış ve Milli Birlik ve Millet sevgisi cennetine/saadetine davet etmiştir)..
Ya Rab! Ne saadetli bir kıyamet, ne güzel bir haşir ki, “vel-ba’sü ba’de-l mevt” (ölümden sonra dirilme) hakikatının küçük bir misalini bu zaman bize tasvir ediyor. Şöyle ki:
Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan (defnedilmiş) medeniyet-i kadîme (eski parlak İslami Medeniyet) hayata başlamış; ve menfaatini mazarrat-ı umumiyede arayan (kendi pis çıkarlarını milletin umumunun zarar görmesinde arayan) ve istibdadı (azınlık hakimiyetini- dikta rejimini) arzu edenler – YA LEYTENİ KÜNTÜ TURABA (keşke ölüp toprak olsaydım) - demeye başladılar.
Yeni Hükûmet-i Meşrutamız mu’cize gibi doğduğu için, inşâallah bir seneye kadar – TEKELLEME FİL MEHDİ SABİYYA (bebek beşiğinde konuştu ayetinin) - sırrına mazhar olacağız!..
Mütevekkilane, sabûrane (tevekkül ve sabır içinde) tuttuğumuz otuz sene ramazan-ı sükûtun (sessizlik orucunun) sevabıdır ki, azabsız cennet-i terakkî (kalkınma ve gelişme mutluluğunu) ve medeniyet kapılarını bize açmıştır. Hâkimiyet-i milletin beraat-i istihlali olan (Millet Hakimiyetinin belgesi ve göstergesi olan) kanun-u şerî-î esasi (İslamiyete uygun bir AnaYasa) hâzin-i Cennet gibi bizi oralara duhûle davet ediyor. (Anayasal Dindar Demokratik bir Sistem, Dünyada dahi Cennet gibi saadetli bir hayat devrine girmeye davet ediyor…).
Ey mazlum ihvan-ı vatan!.. (Bu vatanda beraber yaşayan bütün kardeşler). Gidelim dâhil olalım!
Birinci kapısı: İttihad-ı kulûb. (Kalblerin Birliği, aynı his ve duygularla Milletin birlik ve beraberliğini temin etmek ve farklı kavimden olanların İman Birliği)…
İkincisi: Muhabbet-i milliye. (Millet sevgisi ve milletin değerlerini sevmek)…
Üçüncüsü: Maarif. (Eğitim Sistemi)…
Dördüncüsü: Sa’y-i insanî. (Çalışkanlık ve Gayretlerin organize edilmesi)….
Beşincisi: Terk-i sefahettir. (Faydasız günahlı sefahat ve tembel hayatı terk etmek)…
En son YesilSancak! tarafından Çarş. Eyl. 17 2008, 01:36 tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
YesilSancak!- Mesaj Sayısı : 278
Rep :
Points : -4
Kayıt tarihi : 05/09/08
Geri: II. MEŞRUTİYET'TE BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ
Ötekilerini sizin zihninize havale ediyorum. Zîrâ davete icabet vâcibdir.
Bu inkılab-ı azîmin fatihası mu’cize gibi başladığı için bir fâl-i hayırdır ki, hâtimesi de pek güzel olacaktır. Şöyle ki:
Bu inkılab, fikr-i beşerin ağır zincirlerini parça parça ve istidad-ı terakkiye karşısedleri (kalkınma ve gelişmeye karşı engelleri) zîr ü zeber ederek (yerle bir ederek), hükûmeti varta-yı mevtten tahlis (Devleti ve Hükümeti ölüm teklikesinden kurtararak) ve bu millet-imazlumedecevher-i insaniyeti izhar (mazlum Müslüman milletlerde hakiki insanlığın karakterini göstererek) ve âzadeolarak kâ’be-i kemâlâta (hür ve özgür bir şekilde mükemmel ahlak örneği olmaya) doğru gönderdiği gibi; hâtimesi de yani otuz sene kadar rengârenk sefahat ve hevesat ve israfat ve lezaiz-i nâmeşrua (haram lezzetler ve eğlenceler) gibi seyyiat-ı medeniyet (medeniyetin günahları ve fenalıkları), devlet-i medeniyeti, (hükûmet-i müstebide gibi) inkıraza sevkeden umûrlar (medeni bir devleti çöküşe yönelten işler) maddeten zararını ihsas edeceğinden (gösterip hissettireceğinden) o muzlim ve kesif olan sehab (o karanlık yoğun bulutlar), arzu-yu umumî ile münkeşif olduğundan (milletin umumunun arzusu ile, kamuoyu desteği ile açılıp kalkacağından), şems-i Şeriat (İslamiyet Güneşi) ve ma’kesi olan kamer-i medeniyet (İslam ışığını yansıtan hakiki Medeniyet Ayı) berrak ve saf cevv-i asûmanda (gökte) (siyasatta) Asya’yı ve Rumeli’ni tenvir (aydınlatacağını) ve mutazammın olduğu istidad-ı kemâlin (mükemmel yetenek ve ahlakın) tohumlarını tenmiye (açılıp yayılacağını) ve Hürriyetin yağmuru ile neşv ü nema bularak rengârenk elvân (renkler ile) ile tezyin edeceğini (süsleneceğini) bu fâl-i hayır bize müjde veriyor.
Bir mu’cize-i Peygamberîdir (A.S.M.) ve bu millet-i mazlumeye bir inâyet-i İlahîyedir (Allahın bir yardımıdır) ve cem’iyet-i milliyenin niyet-i hâlisanesinin kerametidir (milli cemiyetlerin, sivil toplum kuruluşlarının halis niyetlerinin kerametidir) ki, bu maden-i saadet ve hürriyet olan (milletin ve ferdlerin mutluluk ve hürriyet kaynağı olan) şeriat dairesindeki ittihad-ı kulûb (kalblerde birlik) ve muhabbet-i millî (millet sevgisi) elimize meccanen (ücretsiz, fazla zorlanmadan) geçti. Milel-i saire (diğer milletler) milyonlarla cevahir-i nüfus (insanlarını) feda etmekle kazandılar. Ölmüş olan hissiyat ve âmâl ve müyulat-ı âliye-i milliyemiz (milli ve İslami hislerimiz, emel ve gayelerimiz ve yüksek hedeflerimiz) ve ahlâk-ı hasene-i İslâmiyemizi (güzel İslami ahlakımızı) bu küre-i arz denilen (cezbe tutmuş mevlevî gibi) meczub cevvalin sımahında (Arz Küresinin kulağında) tanin-endaz (inleten) ve umum milleti sürur ile (sevinç ve neşe ile) bir garib ihtizaza (titreme ve harekete) getiren sadâ-yı hürriyet ve adalet, nefh-i sûr-u İsrafil (İsrafilin Sura üflemesi ile ölülerin dirilişi) gibi hayatlandırıyor.
Sakın ey ihvan-ı vatan! Sefahetlerle ve dinde lâübaliliklerle tekrar öldürmeyiniz. Ve bütün efkâr-ı fâsideye (bozguncu fikirlere), ahlâk-ı rezileye (rezil ahlaka) ve desais-i şeytaniyeye (şeytani desiselere) ve tabasbusata karşı; bu Şeriat-ı Garra üzerine müesses olan Kanun-u Esasî (İslami prensiplere dayanan Anayasa), Azrail hükmüne geçti, onları öldürdü.
Ey hamiyetli ihvan-ı vatan! İsrafat ve hilaf-ı şeriat (İslamiyete aykırı haller ile) ve lezaiz-i nâmeşrua ile (haram eğlence ve lezzetler ile) tekrar ihya etmeyiniz!
Demek şimdiye kadar mezarda idik, çürüyorduk. Şimdi bu ittihad-ı millet ve Meşrutiyet ile rahm-ı madere (anne rahmine) geçtik, neşv ü nema bulacağız (doğup büyüyüp gelişeceğiz)..
Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mesafe-i terakkiden (maddi kalkınma ve gelişme farkını) inşâallah mu’cize-i Peygamberî (A.S.M.) ile, şimendifer-i kanun-u Şerî-yi esasiyeye amelen (İslami Demokrat Anayasa - Hızlı Trenine uygulamalarımı zla) ve burak-ı meşveret-i şer’iyeye fikren (Şura ve Danışma Meclisi – Uzay Gemisine fikri çalışmalarımızın tümünde) bineceğiz. Bu vahşet-engiz sahra-yı kebiri (büyük sahra çölünü) bir zaman-ı kasirde (kısa bir sürede) tekemmül-ü mebadi cihetiyle (temel prensiplerin ve icad ve keşiflerin global dünyada heryere yayılması sebebiyle) tayyetmekle (o uzun kalkınma farkını uçarak geçmekle) beraber, milel-i mütemeddine ile (medenileşmiş milletler ile) omuz omuza müsabaka edeceğiz. Zîrâ onlar kah öküz arabasına binmişler, yola gitmişler. Biz birdenbire şimendifer ve balon gibi mebadiye (şimdi hızlı tren ve süpersonik uçak gibi vasıtalara yani ileri teknoloji uygulamalarına) bineceğiz, geçeceğiz. Belki câmi’-i ahlâk-ı hasene olan (güzel ahlakın her türünü cem’eden) hakikat-ı İslâmiye ve istidad-ı fıtrî (yaratılıştan gelen kabiliyetlerimiz) ve feyz-i imanın (imanlı hayat tarzının verdiği feyiz ve bereketle) ve şiddet-i cû’un hazma verdiği teshil (kalkınmaya, zenginleşmeye olan şiddetli açlığın) yardımıyla fersah fersah geçeceğiz. Nasıl ki vaktiyle geçmiş idik.
Talebeliğin bana verdiği vazife ile hürriyetin ferman-ı mezuniyetiyle ihtar ediyorum:
Ey ebna-yı vatan! (Ey bu vatan evladları!).. Hürriyeti sû’-i tefsir etmeyiniz (yanlış yorumlamayınız) , tâ elimizden kaçmasın. Ve müteaffin (çürümüş kokuşmuş) olan eski esareti başka kabda bize içirmekle bizi boğmasın. (Haşiye: Evet daha dehşetli bir istibdad ile, pek acı ve zehirli bir esareti bize içirdiler.)
Zîrâ hürriyet, müraat-ı ahkâm (kanunlara riayet etmek) ve âdâb-ı şeriatla (İslami edebe uygun yaşamakla) ve ahlâk-ı hasene (güzel ahlak) ile tahakkuk ve neşvünema bulur (gerçekleşir ve yaygınlaşır). Sadr-ı evvelin, yani Sahabe-i Kiramın o zamanda âlemde vahşet ve cebr-i istibdad hükümferma olduğu halde, hürriyet ve adalet ve müsâvâtları (kanun önünde eşitlikleri) bu müddeaya bürhan-ı bahirdir (bu davaya apaçık bir delildir).
Yoksa hürriyeti sefahet, lezaiz-i nâmeşrua (haram lezzetler), israfat, tecavüzat (başkalarının haklarına tecavüz etmek), heva-i nefse ittiba’da serbestiyet (nefsin heva ve hevesine uymak) ile tefsir, amel etmek; bir padişahın esaretinden çıkmakla, nefsin esaret-i rezilesinin altına girdiklerinden milletin çocukluk istidadını ve sefih olduğunu gösterdiğinden; paralanmış olan eski esaretelâyık ve hürriyete adem-i liyakat (hürriyet ve demokrasiye layık olmadıklarını) gösterir. Zîrâ sefih mahcurdur. Geniş, müşa’şa’ (şaşaalı) olan yeni hürriyet-i şer’iyeye adem-i liyakat (yeni dindarane hürriyet ve demokrasiye layık olduğunu göstermemek), –zira çocuğa geniş olmaz– ve şanlı olan ittihad-ı millî,bozulmuş ve müteaffin olan hâlât (kokuşmuş pis haller ve sefahetler) ile fena bir hastalığa hedef edecektir. Zîrâ ehl-i takvave vicdanın tefsiri (dindarların ve vicdan insaf sahibi aydınların Hürriyet yorumu) böyle değil. Mezhebi de muhalif olacaktır. Biz Millet-i Osmaniye erkeğiz. Kamet-i merdane-i istidad-ı millimizde (milli vasıflarımızın erkekçe duruşuna) kadınların libası gibi süslü sefahat ve hevesat ve israfat yakışmıyor.Binaenaleyh aldanmayalım. Huz ma safa dağ ma keder - kaidesini düstur-ul amel yapalım. Şöyle ki:
Ecnebiyede terakkiyat-ı medeniyeye (maddi kalkınma ve gelişmemize) yardım edecek noktaları (fünun ve sanayi gibi) maalmemnuniye (sevinçle) alacağız.
Amma medeniyetin zünub ve mesavîsi (günahları ve fenalıkları) olarak bazı âdât ve ahlâk-ı seyyie (çirkin adetleri ve ahlakları) ki, ecnebîlerde mehasin-i kesîre-i medeniyesiyle muhat olduğu için (medeniyetin pek çok iyi taraflarıyla karışmış olduğu için) çirkinliği o kadar göstermiyor. Biz ise aldığımız vakit sû’-i tali’ cihetiyle, sû’-i intihab (yanlış hatalı seçim yaparak) vasıtasıyla müşkil-üt tahsil mehasin-i medeniyeti terk (çalışarak kazanılması zor olan medeniyetin iyi güzel ilim ve sanayi taraflarını tembellik nedeniyle bırakıp), çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub-u medeniyeti (heva ve hevese ve nefse kolay gelen günahlarını) kesbettiğimizden, muhannes veya mütereccile gibi (kadınlaşmış erkek... erkekleşmiş kadın...) oluruz. Yani karı erkek gibi giyinse, karı süsüyle süslense muhannesliktir, yakışmaz. Merd-i valâhimmet, zîb ü zîverle müzahref cilveli hanım gibi olmamalı. (Yüksek himmet ve hedefler sahibi bir Erkek, altın ve zinetlerle donanmış bir hanım gibi olmamalı.. yani hanımların ekseriyeti altını ve süslenmeyi en büyük gaye edinir. Dava sahibi bir Müslüman, Milletine, Vatanına ve İslamiyete hizmeti tercih ederek dünyevi zevk ve sefahatlardan kaçınmaya gayret eder…).
Elhasıl:Zünub ve mesavi-i medeniyeti, (Batı’nın günahlı ve çirkin eğlence ve hayat tarzını) (adet ve ahlâk-ı seyyieyi) hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten seyf-i şeriatla (kanun kuvvetiyle) yasak edeceğiz. Tâ ki, medeniyetimizin gençliği ve şebabiyeti, zülâl-i ayn-ül hayat-ı şeriatla (İslamiyetin soğuk ve tatlı hayat suyuyla tazelensin) muhafaza olsun.
Kesb-i medeniyette (medeniyetin ileri noktalarına ulaşmakta) Japonlara iktida bize lâzımdır ki; onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti (medeniyetin iyi yönlerini yani ilim ve teknolojik yenilikleri) almakla beraber, her kavmin mabihil-bekası olan (her milletin hayatta kalmasının tek yolu olan) âdât-ımilliyeyi (milli adet ve geleneklerini) muhafaza ettiler.Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyet’te neşv ü nema bulduğu için, iki cihetle sarılmak zarurîdir.
Ey hamiyetli ebna-yı vatan! (Ey vatan ve millet sevgisiyle dolu Vatan Evladları!).. Cem’iyet-i millî (Milli ve Sivil Toplum Kuruluşları) ruhlarını feda etmekle saadetimize yol açtılar. Biz de, bazı sefehat ve lezaizimizi terk ile onlara yardım edeceğiz.Zîrâo sofra-yınimeteberaber oturuyoruz.
Efkâr-ı fâside (bozguncu fikirler) sahibi, yani hürriyet altında istibdadı ve mezalimi arzu edenler (zahiren hürriyet ve özgürlükden bahsedip gerçekte azınlık oligarşik hakimiyeti ve adaletsiz bir düzeni isteyenler), mevt-i ebedîye mazhar olan zaman-ı mazînin cevfinde medfun olan istibdadatı (ebedi ölüme mazhar tarihin geçmiş devirlerinde defnedilmiş istibdadları, hürriyet düşmanı rejimleri) veyahut seyl-i huruşan-ı zaman içinde (çoşarak akan zaman nehrinde) yuvarlanmış olan mezalimi (zulüm ve haksızlıkları), bir daha temaşa etmemek için, tarih-i hayat-ı hürriyetin beyanıyla (hürriyetin hayat hikayesini beyan ederek), mazî ve hâl meyanında (geçmiş ve şimdiki zaman ortasında) delinmez bir sedd-i âhenin çekmek (demirden bir duvar – engel çekmek) istiyorum.
Şöyle ki: Bu inkılab-ı azîm doğurduğu hürriyeti,meşveret-i şer’iyenin terbiyesine verse (bu büyük inkılabın doğurduğu meşrutiyet hürriyeti İslami Şura’nın terbiyesi altında hareket etse yani İslamiyet ile tezada düşmeyen bir Demokrasi hükmetse), bu milletin eski satvet (müthiş gücünü) ve kuvvetini ihya edecektir (diriltecektir).
Eğer veba ve ağraz-ı şahsiyeye müsadif olsa; istibdad-ı mutlaka dönecek (şahsi menfaatler ve garazlar hakimiyeti altına girse, mutlak istibdada, tek parti hakimiyetine, İslama düşman azınlık kontrolünde bir vesayet rejimine dönecek….nasıl ki bu nutukdan 2 sene sonra İttihad ve Terakki Partisinin, daha sonra da CHP nin 25 senelik istibdadına dönüştü ve bu uzak-görüşlü beyanları tasdik etti. Yorumcunun notu.)
Hürriyet tam zamanında doğdu. Ahval ve ilcaât-ı zaman (çağın mecburiyetleri ve şartları) tam terbiyesine hizmet ister. Sun’î ve ihtiyarî değil, tâ ki çok külfete muhtaç olsun. Eski zaman gibi belki bu kadar tazyikatın (baskıların) tesiriyle me’yusiyet ve mahv olmak şanından olmayan (hiçbir zaman ümitsizliğe düşmeyen ve yokolmayan) hamiyet-i İslâmiye (Müslümanların din ve vatan sevgisi uğrunda fedakarlık ve gayretleri), o kadar galeyana gelmiş ki; güya Hürriyet rahm-ı maderde (ana rahminde) tekemmül (olgunluk) yaşına kadar gelmiş. Kadem-nihade-i saha-i vücûd olduğu anda (varlık alemine ayak bastığı anda) hükümfermalığını ilân (hakimiyetini ilan edecek) ve hiçbir müsademata (çarpışmalara ve darbelere) karşı tezelzüle (sarsılmaya) ve delinmeğe uğramayacak bir sedd-i âhenin (demir duvar) gibi veyahut taht-ı Belkıs gibi beş hakâik-i sabite (sağlam sabit hakikat) üzerine teessüs edecek!.. (tesis edilecek)..:
Birinci Hakikat: (Hal-i içtimadır)…(Topluluk hali)… Mecmu’da (toplamda bütünde) bir kuvvet bulunur, hiçbir ferd o kuvvete mâlik olamaz. Bir kalın şerit ile eczasından ince bir telin kuvveti gibi… veyahut efkâr-ı umumiyeyi mutazammın (kamuoyunu arkasına almış) yeni hükûmetimiz ve eski hükûmetlerimiz gibi... (yeni hükümetimizle, eski hükümetimiz bu şeritle onun cüzî teline benzer)
Ey millet! Biz şimdi kalın şeridiz (halatız). Her kim muhalefet ve hodserane ile (serkeşçe milleti dinlemeden) bunu zaîf etse, umumun hakkına affolunamaz bir cinayettir.
İkinci Hakikat: Zaman-ı salifte (geçmiş asırlarda), yani galebe-i vahşet vaktinde (vahşiliğin üstün ve geçerli olduğu devirlerde) âlemde hükümferma (dünyada hakim olan); vahşetin mahsulü ve tedennî (gerileme) ve inkırazın mahkûmu (çökmeye ve sönmeye mahkum) olan kuvvet ve cebrin saltanatı idi. (Bunlar yani kuvvet ve cebir) Herhangi devletin deveran-ı demi yerine (kandamarları na yani devlet organları ve mekanizmaları içine) girmiş ise, o devleti kendi gibi ömr-ü tabiyle kayd ve ecel-i inkirazın (çöküş ve ölümün) pençesine vermiş. Ve öyle devletlerin sahaif-i tarihiyeleri (tarih sayfaları) baykuşların âşiyanı gibi satırları inkırazlarını (çöküş ve yıkılışlarını) çağırıyorlar, bağırıyorlar.
Bu inkılab-ı azîmin fatihası mu’cize gibi başladığı için bir fâl-i hayırdır ki, hâtimesi de pek güzel olacaktır. Şöyle ki:
Bu inkılab, fikr-i beşerin ağır zincirlerini parça parça ve istidad-ı terakkiye karşısedleri (kalkınma ve gelişmeye karşı engelleri) zîr ü zeber ederek (yerle bir ederek), hükûmeti varta-yı mevtten tahlis (Devleti ve Hükümeti ölüm teklikesinden kurtararak) ve bu millet-imazlumedecevher-i insaniyeti izhar (mazlum Müslüman milletlerde hakiki insanlığın karakterini göstererek) ve âzadeolarak kâ’be-i kemâlâta (hür ve özgür bir şekilde mükemmel ahlak örneği olmaya) doğru gönderdiği gibi; hâtimesi de yani otuz sene kadar rengârenk sefahat ve hevesat ve israfat ve lezaiz-i nâmeşrua (haram lezzetler ve eğlenceler) gibi seyyiat-ı medeniyet (medeniyetin günahları ve fenalıkları), devlet-i medeniyeti, (hükûmet-i müstebide gibi) inkıraza sevkeden umûrlar (medeni bir devleti çöküşe yönelten işler) maddeten zararını ihsas edeceğinden (gösterip hissettireceğinden) o muzlim ve kesif olan sehab (o karanlık yoğun bulutlar), arzu-yu umumî ile münkeşif olduğundan (milletin umumunun arzusu ile, kamuoyu desteği ile açılıp kalkacağından), şems-i Şeriat (İslamiyet Güneşi) ve ma’kesi olan kamer-i medeniyet (İslam ışığını yansıtan hakiki Medeniyet Ayı) berrak ve saf cevv-i asûmanda (gökte) (siyasatta) Asya’yı ve Rumeli’ni tenvir (aydınlatacağını) ve mutazammın olduğu istidad-ı kemâlin (mükemmel yetenek ve ahlakın) tohumlarını tenmiye (açılıp yayılacağını) ve Hürriyetin yağmuru ile neşv ü nema bularak rengârenk elvân (renkler ile) ile tezyin edeceğini (süsleneceğini) bu fâl-i hayır bize müjde veriyor.
Bir mu’cize-i Peygamberîdir (A.S.M.) ve bu millet-i mazlumeye bir inâyet-i İlahîyedir (Allahın bir yardımıdır) ve cem’iyet-i milliyenin niyet-i hâlisanesinin kerametidir (milli cemiyetlerin, sivil toplum kuruluşlarının halis niyetlerinin kerametidir) ki, bu maden-i saadet ve hürriyet olan (milletin ve ferdlerin mutluluk ve hürriyet kaynağı olan) şeriat dairesindeki ittihad-ı kulûb (kalblerde birlik) ve muhabbet-i millî (millet sevgisi) elimize meccanen (ücretsiz, fazla zorlanmadan) geçti. Milel-i saire (diğer milletler) milyonlarla cevahir-i nüfus (insanlarını) feda etmekle kazandılar. Ölmüş olan hissiyat ve âmâl ve müyulat-ı âliye-i milliyemiz (milli ve İslami hislerimiz, emel ve gayelerimiz ve yüksek hedeflerimiz) ve ahlâk-ı hasene-i İslâmiyemizi (güzel İslami ahlakımızı) bu küre-i arz denilen (cezbe tutmuş mevlevî gibi) meczub cevvalin sımahında (Arz Küresinin kulağında) tanin-endaz (inleten) ve umum milleti sürur ile (sevinç ve neşe ile) bir garib ihtizaza (titreme ve harekete) getiren sadâ-yı hürriyet ve adalet, nefh-i sûr-u İsrafil (İsrafilin Sura üflemesi ile ölülerin dirilişi) gibi hayatlandırıyor.
Sakın ey ihvan-ı vatan! Sefahetlerle ve dinde lâübaliliklerle tekrar öldürmeyiniz. Ve bütün efkâr-ı fâsideye (bozguncu fikirlere), ahlâk-ı rezileye (rezil ahlaka) ve desais-i şeytaniyeye (şeytani desiselere) ve tabasbusata karşı; bu Şeriat-ı Garra üzerine müesses olan Kanun-u Esasî (İslami prensiplere dayanan Anayasa), Azrail hükmüne geçti, onları öldürdü.
Ey hamiyetli ihvan-ı vatan! İsrafat ve hilaf-ı şeriat (İslamiyete aykırı haller ile) ve lezaiz-i nâmeşrua ile (haram eğlence ve lezzetler ile) tekrar ihya etmeyiniz!
Demek şimdiye kadar mezarda idik, çürüyorduk. Şimdi bu ittihad-ı millet ve Meşrutiyet ile rahm-ı madere (anne rahmine) geçtik, neşv ü nema bulacağız (doğup büyüyüp gelişeceğiz)..
Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mesafe-i terakkiden (maddi kalkınma ve gelişme farkını) inşâallah mu’cize-i Peygamberî (A.S.M.) ile, şimendifer-i kanun-u Şerî-yi esasiyeye amelen (İslami Demokrat Anayasa - Hızlı Trenine uygulamalarımı zla) ve burak-ı meşveret-i şer’iyeye fikren (Şura ve Danışma Meclisi – Uzay Gemisine fikri çalışmalarımızın tümünde) bineceğiz. Bu vahşet-engiz sahra-yı kebiri (büyük sahra çölünü) bir zaman-ı kasirde (kısa bir sürede) tekemmül-ü mebadi cihetiyle (temel prensiplerin ve icad ve keşiflerin global dünyada heryere yayılması sebebiyle) tayyetmekle (o uzun kalkınma farkını uçarak geçmekle) beraber, milel-i mütemeddine ile (medenileşmiş milletler ile) omuz omuza müsabaka edeceğiz. Zîrâ onlar kah öküz arabasına binmişler, yola gitmişler. Biz birdenbire şimendifer ve balon gibi mebadiye (şimdi hızlı tren ve süpersonik uçak gibi vasıtalara yani ileri teknoloji uygulamalarına) bineceğiz, geçeceğiz. Belki câmi’-i ahlâk-ı hasene olan (güzel ahlakın her türünü cem’eden) hakikat-ı İslâmiye ve istidad-ı fıtrî (yaratılıştan gelen kabiliyetlerimiz) ve feyz-i imanın (imanlı hayat tarzının verdiği feyiz ve bereketle) ve şiddet-i cû’un hazma verdiği teshil (kalkınmaya, zenginleşmeye olan şiddetli açlığın) yardımıyla fersah fersah geçeceğiz. Nasıl ki vaktiyle geçmiş idik.
Talebeliğin bana verdiği vazife ile hürriyetin ferman-ı mezuniyetiyle ihtar ediyorum:
Ey ebna-yı vatan! (Ey bu vatan evladları!).. Hürriyeti sû’-i tefsir etmeyiniz (yanlış yorumlamayınız) , tâ elimizden kaçmasın. Ve müteaffin (çürümüş kokuşmuş) olan eski esareti başka kabda bize içirmekle bizi boğmasın. (Haşiye: Evet daha dehşetli bir istibdad ile, pek acı ve zehirli bir esareti bize içirdiler.)
Zîrâ hürriyet, müraat-ı ahkâm (kanunlara riayet etmek) ve âdâb-ı şeriatla (İslami edebe uygun yaşamakla) ve ahlâk-ı hasene (güzel ahlak) ile tahakkuk ve neşvünema bulur (gerçekleşir ve yaygınlaşır). Sadr-ı evvelin, yani Sahabe-i Kiramın o zamanda âlemde vahşet ve cebr-i istibdad hükümferma olduğu halde, hürriyet ve adalet ve müsâvâtları (kanun önünde eşitlikleri) bu müddeaya bürhan-ı bahirdir (bu davaya apaçık bir delildir).
Yoksa hürriyeti sefahet, lezaiz-i nâmeşrua (haram lezzetler), israfat, tecavüzat (başkalarının haklarına tecavüz etmek), heva-i nefse ittiba’da serbestiyet (nefsin heva ve hevesine uymak) ile tefsir, amel etmek; bir padişahın esaretinden çıkmakla, nefsin esaret-i rezilesinin altına girdiklerinden milletin çocukluk istidadını ve sefih olduğunu gösterdiğinden; paralanmış olan eski esaretelâyık ve hürriyete adem-i liyakat (hürriyet ve demokrasiye layık olmadıklarını) gösterir. Zîrâ sefih mahcurdur. Geniş, müşa’şa’ (şaşaalı) olan yeni hürriyet-i şer’iyeye adem-i liyakat (yeni dindarane hürriyet ve demokrasiye layık olduğunu göstermemek), –zira çocuğa geniş olmaz– ve şanlı olan ittihad-ı millî,bozulmuş ve müteaffin olan hâlât (kokuşmuş pis haller ve sefahetler) ile fena bir hastalığa hedef edecektir. Zîrâ ehl-i takvave vicdanın tefsiri (dindarların ve vicdan insaf sahibi aydınların Hürriyet yorumu) böyle değil. Mezhebi de muhalif olacaktır. Biz Millet-i Osmaniye erkeğiz. Kamet-i merdane-i istidad-ı millimizde (milli vasıflarımızın erkekçe duruşuna) kadınların libası gibi süslü sefahat ve hevesat ve israfat yakışmıyor.Binaenaleyh aldanmayalım. Huz ma safa dağ ma keder - kaidesini düstur-ul amel yapalım. Şöyle ki:
Ecnebiyede terakkiyat-ı medeniyeye (maddi kalkınma ve gelişmemize) yardım edecek noktaları (fünun ve sanayi gibi) maalmemnuniye (sevinçle) alacağız.
Amma medeniyetin zünub ve mesavîsi (günahları ve fenalıkları) olarak bazı âdât ve ahlâk-ı seyyie (çirkin adetleri ve ahlakları) ki, ecnebîlerde mehasin-i kesîre-i medeniyesiyle muhat olduğu için (medeniyetin pek çok iyi taraflarıyla karışmış olduğu için) çirkinliği o kadar göstermiyor. Biz ise aldığımız vakit sû’-i tali’ cihetiyle, sû’-i intihab (yanlış hatalı seçim yaparak) vasıtasıyla müşkil-üt tahsil mehasin-i medeniyeti terk (çalışarak kazanılması zor olan medeniyetin iyi güzel ilim ve sanayi taraflarını tembellik nedeniyle bırakıp), çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub-u medeniyeti (heva ve hevese ve nefse kolay gelen günahlarını) kesbettiğimizden, muhannes veya mütereccile gibi (kadınlaşmış erkek... erkekleşmiş kadın...) oluruz. Yani karı erkek gibi giyinse, karı süsüyle süslense muhannesliktir, yakışmaz. Merd-i valâhimmet, zîb ü zîverle müzahref cilveli hanım gibi olmamalı. (Yüksek himmet ve hedefler sahibi bir Erkek, altın ve zinetlerle donanmış bir hanım gibi olmamalı.. yani hanımların ekseriyeti altını ve süslenmeyi en büyük gaye edinir. Dava sahibi bir Müslüman, Milletine, Vatanına ve İslamiyete hizmeti tercih ederek dünyevi zevk ve sefahatlardan kaçınmaya gayret eder…).
Elhasıl:Zünub ve mesavi-i medeniyeti, (Batı’nın günahlı ve çirkin eğlence ve hayat tarzını) (adet ve ahlâk-ı seyyieyi) hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten seyf-i şeriatla (kanun kuvvetiyle) yasak edeceğiz. Tâ ki, medeniyetimizin gençliği ve şebabiyeti, zülâl-i ayn-ül hayat-ı şeriatla (İslamiyetin soğuk ve tatlı hayat suyuyla tazelensin) muhafaza olsun.
Kesb-i medeniyette (medeniyetin ileri noktalarına ulaşmakta) Japonlara iktida bize lâzımdır ki; onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti (medeniyetin iyi yönlerini yani ilim ve teknolojik yenilikleri) almakla beraber, her kavmin mabihil-bekası olan (her milletin hayatta kalmasının tek yolu olan) âdât-ımilliyeyi (milli adet ve geleneklerini) muhafaza ettiler.Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyet’te neşv ü nema bulduğu için, iki cihetle sarılmak zarurîdir.
Ey hamiyetli ebna-yı vatan! (Ey vatan ve millet sevgisiyle dolu Vatan Evladları!).. Cem’iyet-i millî (Milli ve Sivil Toplum Kuruluşları) ruhlarını feda etmekle saadetimize yol açtılar. Biz de, bazı sefehat ve lezaizimizi terk ile onlara yardım edeceğiz.Zîrâo sofra-yınimeteberaber oturuyoruz.
Efkâr-ı fâside (bozguncu fikirler) sahibi, yani hürriyet altında istibdadı ve mezalimi arzu edenler (zahiren hürriyet ve özgürlükden bahsedip gerçekte azınlık oligarşik hakimiyeti ve adaletsiz bir düzeni isteyenler), mevt-i ebedîye mazhar olan zaman-ı mazînin cevfinde medfun olan istibdadatı (ebedi ölüme mazhar tarihin geçmiş devirlerinde defnedilmiş istibdadları, hürriyet düşmanı rejimleri) veyahut seyl-i huruşan-ı zaman içinde (çoşarak akan zaman nehrinde) yuvarlanmış olan mezalimi (zulüm ve haksızlıkları), bir daha temaşa etmemek için, tarih-i hayat-ı hürriyetin beyanıyla (hürriyetin hayat hikayesini beyan ederek), mazî ve hâl meyanında (geçmiş ve şimdiki zaman ortasında) delinmez bir sedd-i âhenin çekmek (demirden bir duvar – engel çekmek) istiyorum.
Şöyle ki: Bu inkılab-ı azîm doğurduğu hürriyeti,meşveret-i şer’iyenin terbiyesine verse (bu büyük inkılabın doğurduğu meşrutiyet hürriyeti İslami Şura’nın terbiyesi altında hareket etse yani İslamiyet ile tezada düşmeyen bir Demokrasi hükmetse), bu milletin eski satvet (müthiş gücünü) ve kuvvetini ihya edecektir (diriltecektir).
Eğer veba ve ağraz-ı şahsiyeye müsadif olsa; istibdad-ı mutlaka dönecek (şahsi menfaatler ve garazlar hakimiyeti altına girse, mutlak istibdada, tek parti hakimiyetine, İslama düşman azınlık kontrolünde bir vesayet rejimine dönecek….nasıl ki bu nutukdan 2 sene sonra İttihad ve Terakki Partisinin, daha sonra da CHP nin 25 senelik istibdadına dönüştü ve bu uzak-görüşlü beyanları tasdik etti. Yorumcunun notu.)
Hürriyet tam zamanında doğdu. Ahval ve ilcaât-ı zaman (çağın mecburiyetleri ve şartları) tam terbiyesine hizmet ister. Sun’î ve ihtiyarî değil, tâ ki çok külfete muhtaç olsun. Eski zaman gibi belki bu kadar tazyikatın (baskıların) tesiriyle me’yusiyet ve mahv olmak şanından olmayan (hiçbir zaman ümitsizliğe düşmeyen ve yokolmayan) hamiyet-i İslâmiye (Müslümanların din ve vatan sevgisi uğrunda fedakarlık ve gayretleri), o kadar galeyana gelmiş ki; güya Hürriyet rahm-ı maderde (ana rahminde) tekemmül (olgunluk) yaşına kadar gelmiş. Kadem-nihade-i saha-i vücûd olduğu anda (varlık alemine ayak bastığı anda) hükümfermalığını ilân (hakimiyetini ilan edecek) ve hiçbir müsademata (çarpışmalara ve darbelere) karşı tezelzüle (sarsılmaya) ve delinmeğe uğramayacak bir sedd-i âhenin (demir duvar) gibi veyahut taht-ı Belkıs gibi beş hakâik-i sabite (sağlam sabit hakikat) üzerine teessüs edecek!.. (tesis edilecek)..:
Birinci Hakikat: (Hal-i içtimadır)…(Topluluk hali)… Mecmu’da (toplamda bütünde) bir kuvvet bulunur, hiçbir ferd o kuvvete mâlik olamaz. Bir kalın şerit ile eczasından ince bir telin kuvveti gibi… veyahut efkâr-ı umumiyeyi mutazammın (kamuoyunu arkasına almış) yeni hükûmetimiz ve eski hükûmetlerimiz gibi... (yeni hükümetimizle, eski hükümetimiz bu şeritle onun cüzî teline benzer)
Ey millet! Biz şimdi kalın şeridiz (halatız). Her kim muhalefet ve hodserane ile (serkeşçe milleti dinlemeden) bunu zaîf etse, umumun hakkına affolunamaz bir cinayettir.
İkinci Hakikat: Zaman-ı salifte (geçmiş asırlarda), yani galebe-i vahşet vaktinde (vahşiliğin üstün ve geçerli olduğu devirlerde) âlemde hükümferma (dünyada hakim olan); vahşetin mahsulü ve tedennî (gerileme) ve inkırazın mahkûmu (çökmeye ve sönmeye mahkum) olan kuvvet ve cebrin saltanatı idi. (Bunlar yani kuvvet ve cebir) Herhangi devletin deveran-ı demi yerine (kandamarları na yani devlet organları ve mekanizmaları içine) girmiş ise, o devleti kendi gibi ömr-ü tabiyle kayd ve ecel-i inkirazın (çöküş ve ölümün) pençesine vermiş. Ve öyle devletlerin sahaif-i tarihiyeleri (tarih sayfaları) baykuşların âşiyanı gibi satırları inkırazlarını (çöküş ve yıkılışlarını) çağırıyorlar, bağırıyorlar.
YesilSancak!- Mesaj Sayısı : 278
Rep :
Points : -4
Kayıt tarihi : 05/09/08
Geri: II. MEŞRUTİYET'TE BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ
Ve tasallut-u medeniyetin zamanında (medeniyetin yayıldığı asırlarda) âlemin hükümranı, ilim ve mârifettir. Müvellidi medeniyet ve şanı tezeyyüd ve ömrü ebedî olduğundan (ilim ve marifeti doğuran medeniyettir ve ilim ve fen çoğalma ve yükselme vasfındadır ve ilmin ömrü sonsuzdur), herhangi devletin hayat ve müdebbiri (ilim devlete hayat ve idareci) olmuş ise, o hükûmeti kendi gibi kayd-ı ömr-ü tabiîden (tabii ömür sınırlamasından) ve ecel-i inkırazdan tahlis (çöküş ve ölümden kurtarmış) ve küre-i arz kadar yaşamasına istidad vermiş. Kitab-ı Avrupa sahaifi (Avrupa devletlerinin tarih sayfaları) bunu alenen gösteriyor. Bu hakikata misal isterseniz, eski hükümetimize ve yeni hükümetimize bakınız.
Eğer denilse: Şimdiye kadar bu hükûmet-i zaîfeyi âdi adamlar idare edebilirdi. Amma bu kadar metin ve dehşetli, kaviyyen emel ettiğimiz (kuvvetle ümit ettiğimiz güçlü ilme dayanan demokrat) yeni hükûmeti (yeni devleti) omuzunda taşıyacak hârika ve dâhî adamlar lâzımken, Asya ve Rumeli tarlası acaba öyle mahsulât verecek mi?
Buna cevab: Eğer başka inkılablar başa gelmezse, evet!..
Ve Üçüncü Hakikat’a dikkat et. Şöyle ki: Bu zaman-ı mazîde insan istidad-ı gayr-ı mütenahîye (sınırsız kabiliyetlere) mâlik iken, o kadar dar ve mahdud (sınırlı bir) daire içinde hareket ediyordu ki; güya insan iken hayvan gibi yaşadığından, efkâr ve ahlâkı o daire nisbetinde tedennî etmiş (geri kalmış) ve mahsur kalmış idi. Şimdi bu şer’î hürriyet-i âdilane (İslami ve Adil Hürriyet = Meşrutiyet veya bugün için İslami Demokrasi) yaşasa, fikr-i beşerin ağır zincirlerini paralamakla ve istidad-ı terakkiye karşı sedleri herc ü merc ederek (kalkınmaya ve gelişmeye karşı engelleri yıkarak) o küçük daireyi dünya kadar tevsi’ edebilir (genişletebilir) (Küçük bir dairede gerçekleştirilen bir yenilik, buluş, fikir veya değişim mesela İnternet sayesinde dünya çapında yaygınlaştırılabilir).. .
Hattâ benim gibi bir köylü âdi (sıradan) adam, süreyya kadar ulvî olan idare-i umumîyi (ümmetin, milletin yönetimini) nazara alacak. Âmâl ve müyulatın filizlerini orada bağlayacak (Emellerini, hedeflerini ve yüksek ideallerini düşünecek). Ve herbir fiil ve tavrının (müsbet eylem ve hareketlerinin) orada bir ihtizaz (titreşim) ile zimedhal (karşılığı-giriş yeri) bulunacağından, himmeti Süreyya kadar teali (gayret ve hedefi Göklere yükselecek) ve ahlâkı o derece tekemmül (mükemmelleşecek) ve efkârı memalik-i Osmaniye kadar tevessü’ edeceğinden (fikir ve düşünceleri İslam Alemi kadar genişleyeceğinden); Eflatunları ve İbn-i Sina’ları ve Bismark’ları ve Dekart’ları ve Taftazanî’leri inşâallah geri bırakacak. Bu kuvvetli Asya ve Rumeli tarlası çok şübban-ı vatan (vatan evladları) mahsulü vereceğinden kaviyyen (kuvvetle) ümidvarız.
Lâsiyyema (hususen) şu memalik-i Osmaniye (Osmanlı memleketleri) umum enbiyanın mahall-i zuhûru (bütün Peygamberlerin gönderildiği diyarlar) ve düvel-i mütemeddine-i salifenin (geçmiş medeni devletlerin) mehd-i teşekkülü (şekillendiği beşik) ve şems-i İslâmiyetin maşrık-ı tulûu (İslamiyet güneşinin doğduğu yer) olduğundan, insanların fıtratlarında (bu üç şeyi) ektikleri, istidadat-ı kemâl (mükemmel kabiliyet ve yüksek vasıflar) bu hürriyetin yağmuru ile neşv ü nema bulsa (canlanıp gelişse), herkesin istidadı ve fikr-i münevveri (aydınlık düşünceleri) Şecere-i Tûbâ (Cennetteki Tuba Ağacı) gibi dal ve budakları her tarafa açacaktır. Ve şarkı garba nisbeti, seheri guruba nisbeti gibi edecektir. (Memleketin doğusu ve batısı, yani her köşesi aynı eşit imkanlara ve şartlara kavuşacaktır)..Eğer sevs-ı ataletle ve semûm-u ağraz ile kurutulmazsa!. (şayet tembellik, garaz ve menfaat zehirleriyle o hürriyet ağacı kurutulmazsa…)…
Dördüncü Hakikat:Şeriat-ı Garra Kelâm-ı Ezelî’den geldiğinden ebede gidecektir. (Parlak İslamiyet ve Hükümleri Cenab-ı Hakkın Ezeli Kelamından geldiği için Ebede sonsuza kadar devam edecektir. Zîrâ şecere-i meyl-ül istikmal-i âlemin (giderek olgunlaşma gelişme meylinde olan Kainat ağacının) dalı olan insandaki meyl-üt terakkinin (gelişme ilerleme meylinin) muhassal ve semeresi (neticesi ve meyvesi) olan istidadının telahuk-u efkârla (fikirlerin birikimi ile) hasıl olan netaici (neticeleri) teşerrüb ve tegaddi (içmek ve yemek) ile büyümesi nisbetinde, Şeriat-ı Garra (İslamiyetin Kanunları, Hükümleri) aynen maddî zîhayat (canlı) gibi tevessü’ (genişleyip) ve intibak edeceğinden (her çağın insanlarının ihtiyaçlarına uyum göstererek cevap vereceğinden) ezelden gelip ebede gideceğine bürhan-ı bahirdir (apaçık bir delildir).
Asr-ı Saadet olan sadr-ı evvelin (geçmişte İslam Önderlerinin) hürriyet ve adalet ve müsâvâtı (eşitlik uygulamaları) -bahusus o zamanda- delil-i kat’îdir ki, Şeriat-ı Garra müsâvâtı, adaleti ve hürriyet-i hakkı cemi’-i revabıt ve levazımatıyla câmi’dir. (İslamın Parlak Ahkamı eşitlik, adalet, hak ve hürriyeti bütün detay ve gerekleriyle içine almıştır)…
İmam-ı Ömer (R.A.) ve İmam-ı Ali (R.A.) ve Salahaddin-i Eyyubî-i Kürdî (R.H.) âsârı (asırları uygulamaları) , bu müddeaya (davaya) delil-i alenîdir (açık bir delildir)…
Buna binaen kat’iyyen hükmediyorum: Şimdiye kadar noksaniyatımız ve tedenniyatımız (geri kalmamız) ve sû’-i ahvalimiz (kötü durumlarımız) dört sebebden gelmiş:
1- Şeriat-ı Garranın adem-i müraat-ı ahkâmından..(İslamiyet in parlak hükümlerine riayet etmemekten, uymamaktan)…
2- Bazı müdahinlerin (dalkavukları n) keyfemayeşa sû’-i tefsirinden. . (İslamiyeti istedikleri gibi kafalarına göre yanlış tefsir etmelerinden)…
3- Zahirperest âlim-i cahil, veyahut cahil-i âlimin taassubat-ı nâ-bemahallinden. .(dış görüntü ile uğraşan veya Ayetlerin özündeki mesajları anlamayan cahil hocaların veyahut bilgili cahillerin yersiz lüzumsuz taassup ve yobazlıklarından)…
4- Sû’-i tali’ (kötü talih) cihetiyle ve sû’-i intihab tarîkıyla (yanlış seçim sebebiyle) müşkil-üt tahsil (elde edilmesi zor olan), Avrupa mehasinini (ilim ve teknik gibi iyi yönlerini) terk ederek, çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub (günahlı eğlenceleri) ve mesavi-i medeniyeti (medeniyetin fena yönlerini) tuti (papağan) gibi takliddir ki, bu netice-i seyyie zuhûr ediyor (bu kötü netice olan geri kalmışlık ortaya çıkıyor).
Memurîn (devlet memurları) hakkıyla vazifesini îfa etse, memur olmayan (tüccar, esnaf, sanayici, çiftçi vs) ilcaat-ı zamana muvafık sa’yetse (asrın gereklerine uygun metodlarla çalışsa), sefahete vakit bulmayacaktır. Bu iki kısmın herhangisinden bir ferd, sefahete inhimak gösterdi ise, bu heyet-i içtimaiye (toplum) içinde muzır bir mikrop suretine giriyor.
Beşinci Hakikat: Zaman-ı sâbıkta (salifde) (geçmiş devirlerde) revabıt-ı içtima’ (toplum hayatının ilişkileri) ve levazım-ı taayyüş (beraber yaşama gerekleri) ve fevaid-i medeniyet (medeniyetin faydalı unsurları) o kadar tekessür ve teşa’ub etmediğinden (çoğalıp dalbudak salmadığından), bazı kalil adamların (az sayıda kişinin) fikri, devletin idaresine yarı kâfi gibi idi. Amma bu zamanda revabıt-ı içtima’ (toplumsal ilişkiler) okadartekessür (çoğalmış) ve levazım-ı taayyüş (hayatın şartları ve gerekleri) o derece taaddüd (artmış) ve semerat-ı medeniyet (medeniyetin meyveleri olan buluşlar, sistemler ve cihazlar) o kadar tefennün etmiş ki, ancak yalnız kalb-i millet hükmünde olan Meclis-i meb’usan (Parlamento) ve fikr-i ümmet makamında olan Meşveret-i şer’î (Yüksek İslam Şurası) ve seyf ve kuvvet-i medeniyet (medeniyetin kılıncı ve kuvveti) menzilinde bulunan Hürriyet-i efkâr (Fikir ve Vicdan Hürriyetleri) o devleti taşıyabilir. Ve idare ve terbiye edebilir. Bu hakikata misal; eski hükûmet-i müstebide (istibdad hükümeti) ve yeni hükûmet-i meşrutadır (meşrutiyet/hürriyet hükümetidir)…
Eğer denilse: Şimdiye kadar bu hükûmet-i zaîfeyi âdi adamlar idare edebilirdi. Amma bu kadar metin ve dehşetli, kaviyyen emel ettiğimiz (kuvvetle ümit ettiğimiz güçlü ilme dayanan demokrat) yeni hükûmeti (yeni devleti) omuzunda taşıyacak hârika ve dâhî adamlar lâzımken, Asya ve Rumeli tarlası acaba öyle mahsulât verecek mi?
Buna cevab: Eğer başka inkılablar başa gelmezse, evet!..
Ve Üçüncü Hakikat’a dikkat et. Şöyle ki: Bu zaman-ı mazîde insan istidad-ı gayr-ı mütenahîye (sınırsız kabiliyetlere) mâlik iken, o kadar dar ve mahdud (sınırlı bir) daire içinde hareket ediyordu ki; güya insan iken hayvan gibi yaşadığından, efkâr ve ahlâkı o daire nisbetinde tedennî etmiş (geri kalmış) ve mahsur kalmış idi. Şimdi bu şer’î hürriyet-i âdilane (İslami ve Adil Hürriyet = Meşrutiyet veya bugün için İslami Demokrasi) yaşasa, fikr-i beşerin ağır zincirlerini paralamakla ve istidad-ı terakkiye karşı sedleri herc ü merc ederek (kalkınmaya ve gelişmeye karşı engelleri yıkarak) o küçük daireyi dünya kadar tevsi’ edebilir (genişletebilir) (Küçük bir dairede gerçekleştirilen bir yenilik, buluş, fikir veya değişim mesela İnternet sayesinde dünya çapında yaygınlaştırılabilir).. .
Hattâ benim gibi bir köylü âdi (sıradan) adam, süreyya kadar ulvî olan idare-i umumîyi (ümmetin, milletin yönetimini) nazara alacak. Âmâl ve müyulatın filizlerini orada bağlayacak (Emellerini, hedeflerini ve yüksek ideallerini düşünecek). Ve herbir fiil ve tavrının (müsbet eylem ve hareketlerinin) orada bir ihtizaz (titreşim) ile zimedhal (karşılığı-giriş yeri) bulunacağından, himmeti Süreyya kadar teali (gayret ve hedefi Göklere yükselecek) ve ahlâkı o derece tekemmül (mükemmelleşecek) ve efkârı memalik-i Osmaniye kadar tevessü’ edeceğinden (fikir ve düşünceleri İslam Alemi kadar genişleyeceğinden); Eflatunları ve İbn-i Sina’ları ve Bismark’ları ve Dekart’ları ve Taftazanî’leri inşâallah geri bırakacak. Bu kuvvetli Asya ve Rumeli tarlası çok şübban-ı vatan (vatan evladları) mahsulü vereceğinden kaviyyen (kuvvetle) ümidvarız.
Lâsiyyema (hususen) şu memalik-i Osmaniye (Osmanlı memleketleri) umum enbiyanın mahall-i zuhûru (bütün Peygamberlerin gönderildiği diyarlar) ve düvel-i mütemeddine-i salifenin (geçmiş medeni devletlerin) mehd-i teşekkülü (şekillendiği beşik) ve şems-i İslâmiyetin maşrık-ı tulûu (İslamiyet güneşinin doğduğu yer) olduğundan, insanların fıtratlarında (bu üç şeyi) ektikleri, istidadat-ı kemâl (mükemmel kabiliyet ve yüksek vasıflar) bu hürriyetin yağmuru ile neşv ü nema bulsa (canlanıp gelişse), herkesin istidadı ve fikr-i münevveri (aydınlık düşünceleri) Şecere-i Tûbâ (Cennetteki Tuba Ağacı) gibi dal ve budakları her tarafa açacaktır. Ve şarkı garba nisbeti, seheri guruba nisbeti gibi edecektir. (Memleketin doğusu ve batısı, yani her köşesi aynı eşit imkanlara ve şartlara kavuşacaktır)..Eğer sevs-ı ataletle ve semûm-u ağraz ile kurutulmazsa!. (şayet tembellik, garaz ve menfaat zehirleriyle o hürriyet ağacı kurutulmazsa…)…
Dördüncü Hakikat:Şeriat-ı Garra Kelâm-ı Ezelî’den geldiğinden ebede gidecektir. (Parlak İslamiyet ve Hükümleri Cenab-ı Hakkın Ezeli Kelamından geldiği için Ebede sonsuza kadar devam edecektir. Zîrâ şecere-i meyl-ül istikmal-i âlemin (giderek olgunlaşma gelişme meylinde olan Kainat ağacının) dalı olan insandaki meyl-üt terakkinin (gelişme ilerleme meylinin) muhassal ve semeresi (neticesi ve meyvesi) olan istidadının telahuk-u efkârla (fikirlerin birikimi ile) hasıl olan netaici (neticeleri) teşerrüb ve tegaddi (içmek ve yemek) ile büyümesi nisbetinde, Şeriat-ı Garra (İslamiyetin Kanunları, Hükümleri) aynen maddî zîhayat (canlı) gibi tevessü’ (genişleyip) ve intibak edeceğinden (her çağın insanlarının ihtiyaçlarına uyum göstererek cevap vereceğinden) ezelden gelip ebede gideceğine bürhan-ı bahirdir (apaçık bir delildir).
Asr-ı Saadet olan sadr-ı evvelin (geçmişte İslam Önderlerinin) hürriyet ve adalet ve müsâvâtı (eşitlik uygulamaları) -bahusus o zamanda- delil-i kat’îdir ki, Şeriat-ı Garra müsâvâtı, adaleti ve hürriyet-i hakkı cemi’-i revabıt ve levazımatıyla câmi’dir. (İslamın Parlak Ahkamı eşitlik, adalet, hak ve hürriyeti bütün detay ve gerekleriyle içine almıştır)…
İmam-ı Ömer (R.A.) ve İmam-ı Ali (R.A.) ve Salahaddin-i Eyyubî-i Kürdî (R.H.) âsârı (asırları uygulamaları) , bu müddeaya (davaya) delil-i alenîdir (açık bir delildir)…
Buna binaen kat’iyyen hükmediyorum: Şimdiye kadar noksaniyatımız ve tedenniyatımız (geri kalmamız) ve sû’-i ahvalimiz (kötü durumlarımız) dört sebebden gelmiş:
1- Şeriat-ı Garranın adem-i müraat-ı ahkâmından..(İslamiyet in parlak hükümlerine riayet etmemekten, uymamaktan)…
2- Bazı müdahinlerin (dalkavukları n) keyfemayeşa sû’-i tefsirinden. . (İslamiyeti istedikleri gibi kafalarına göre yanlış tefsir etmelerinden)…
3- Zahirperest âlim-i cahil, veyahut cahil-i âlimin taassubat-ı nâ-bemahallinden. .(dış görüntü ile uğraşan veya Ayetlerin özündeki mesajları anlamayan cahil hocaların veyahut bilgili cahillerin yersiz lüzumsuz taassup ve yobazlıklarından)…
4- Sû’-i tali’ (kötü talih) cihetiyle ve sû’-i intihab tarîkıyla (yanlış seçim sebebiyle) müşkil-üt tahsil (elde edilmesi zor olan), Avrupa mehasinini (ilim ve teknik gibi iyi yönlerini) terk ederek, çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub (günahlı eğlenceleri) ve mesavi-i medeniyeti (medeniyetin fena yönlerini) tuti (papağan) gibi takliddir ki, bu netice-i seyyie zuhûr ediyor (bu kötü netice olan geri kalmışlık ortaya çıkıyor).
Memurîn (devlet memurları) hakkıyla vazifesini îfa etse, memur olmayan (tüccar, esnaf, sanayici, çiftçi vs) ilcaat-ı zamana muvafık sa’yetse (asrın gereklerine uygun metodlarla çalışsa), sefahete vakit bulmayacaktır. Bu iki kısmın herhangisinden bir ferd, sefahete inhimak gösterdi ise, bu heyet-i içtimaiye (toplum) içinde muzır bir mikrop suretine giriyor.
Beşinci Hakikat: Zaman-ı sâbıkta (salifde) (geçmiş devirlerde) revabıt-ı içtima’ (toplum hayatının ilişkileri) ve levazım-ı taayyüş (beraber yaşama gerekleri) ve fevaid-i medeniyet (medeniyetin faydalı unsurları) o kadar tekessür ve teşa’ub etmediğinden (çoğalıp dalbudak salmadığından), bazı kalil adamların (az sayıda kişinin) fikri, devletin idaresine yarı kâfi gibi idi. Amma bu zamanda revabıt-ı içtima’ (toplumsal ilişkiler) okadartekessür (çoğalmış) ve levazım-ı taayyüş (hayatın şartları ve gerekleri) o derece taaddüd (artmış) ve semerat-ı medeniyet (medeniyetin meyveleri olan buluşlar, sistemler ve cihazlar) o kadar tefennün etmiş ki, ancak yalnız kalb-i millet hükmünde olan Meclis-i meb’usan (Parlamento) ve fikr-i ümmet makamında olan Meşveret-i şer’î (Yüksek İslam Şurası) ve seyf ve kuvvet-i medeniyet (medeniyetin kılıncı ve kuvveti) menzilinde bulunan Hürriyet-i efkâr (Fikir ve Vicdan Hürriyetleri) o devleti taşıyabilir. Ve idare ve terbiye edebilir. Bu hakikata misal; eski hükûmet-i müstebide (istibdad hükümeti) ve yeni hükûmet-i meşrutadır (meşrutiyet/hürriyet hükümetidir)…
YesilSancak!- Mesaj Sayısı : 278
Rep :
Points : -4
Kayıt tarihi : 05/09/08
Geri: II. MEŞRUTİYET'TE BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ
Üçüncü Hakikat’ın bana verdiği vazife ile ve Hürriyetin ferman-ı mezuniyetiyle “üç şey” ihtar ediyorum:
Birinci: Bir cisim birden zerrattan tahallül, yeni zerrattan teşekkül eylemesi muhal olacağından (bir cismin aniden mevcut atomlarından kurtulup yeni atomlardan teşekkül etmesi imkandışı olduğundan), cism-i devletin birden memurîni ref’ (mevcut fena memurları atması) ve yenilerini ikame eylemesi muhal olmasa da, müteazzirdir (çok sıkıntılı ve sancılı olur). Binaenaleyh istidadı habis (çirkin hasletler sahibi) ve kabil-i ıslah olmayan (düzelmesi mümkün olmayan) adamları zâten cism-i devlet (devletin bedeni, organizması) def’-i tabiî ile ifraz edecektir (vücuttan atacaktır). Amma kabil-i ıslah olanlar, zâten güneş daha garbdan tulû’ etmediğinden (güneş batıdan doğmadığından) tövbenin kapısı açıktır. Bunların tecrübelerinden istifade etmeli. Bunların yerini dolduracak kırk sene lâzım. Yoksa umum aleyhinde idare-i lisan ve terzil etmek (bütün devlet görevlilerinin ve bürokratların aleyhinde konuşmak ve itibarlarını kırmak) , bu şanlı olan ittihad-ı milleti (milli birliği) –bozulmuş olan bazı efkâr ve ahlâklarına binaen– bir hastalığa hedef edecektir.
İkinci (İkincisi): Ben Kürdistan dağlarında büyümüş idim. Merkez-i hilafeti (İstanbulu) güzel tahayyül (hayal) ediyordum. Vakta (ne zaman ki), bundan yedi-sekiz ay mukaddem (evvel) Dersaadet’e (İstanbul’a) geldim. Gördüm ki: İstanbul (şimdi Ankara) tevahhuş ve tenafür-ü kulûb (kalblerin vahşileşmesi ve nefretle dolması) sebebiyle medenî libasını (çağdaşlık elbisesini) giymiş vahşi bir adama benzerdi.
Şimdi ittihad-ı millî ve (muhabbet-i milliye sebebiyle) medenî adam, fakat yarı medenî ve yarı vahşi libasında bize arz-ı dîdar ediyor. Evvel Kürdistanda fenalığın sebebi, Kürdistan uzvu hastalanmış zannediyordum. Vakta ki, hasta olan İstanbul’u gördüm. Nabzını tuttum. Teşrih ettim. Anladım ki, kalbindeki hastalıktır, her tarafa sirayet eder (Başkent’teki hastalık her yere yayılıyor). Tedavisine çalıştım, bir divanelikle taltif edildim. (Akıl hastanesine davet edilmekle mükafat gördüm)..
Hem de gördüm ki; medeniyet-i hakikiyeyi teşkil eyleyen İslâmiyet, maddî cihetinde medeniyet-i hazıradan (Batı Medeniyetinden) pek geri kalmış. Güya İslâmiyet sû’-iahlâkımızdan (kötü ahlakımızdan) darılmış mazî tarafına dönüp gidiyor, Zaman-ı Saadete (Peygamberimizin Asrına) bizi şikayet edecektir. Bunun en büyük sebebi; istibdaddan sonra, mürşid-i umumî olan (milleti irşad eden) üç büyük şubenin -ki “cümlenin maksudu bir amma rivayet muhtelif” veyahut - İbaratüna şetta ve hüsnüke vahid. Ve küllün ila zakel cemali yüşir - beytinin mâsadakı olan (manasını tasdik eden) ehl-i medrese (İslami ilimler ehli) ve ehl-i mekteb (modern fenler ehli) ve ehl-i tekyenin (tarikat ehli)- tebayün-ü efkâr (fikir ayrılıkları) ve tehalüf-ü meşaribidir (meşreblerindeki ihtilaflardır) .
Bu tebayün-ü efkâr (fikir zıtlıkları) ahlâk-ı İslâmiyenin (müslümanların ahlakının) esasını sarsmış ve ittihad-ı milleti (milletin birliğini) çatallaştırmış ve terakkiyat-ı medeniyeden (medeni gelişimden, kalkınmadan) geri bırakmıştır. Zîrâ biri ifrat ile diğerini tekfir ve tadlil ediyor (aşırıya kaçarak diğerini kafirlik ve dinsizlikle suçluyor) ve öteki tefrit ile onutechil ve gayr-ı mutemed (cahil ve güvenilmez) addediyor.
Bunun çaresi, tevhid ile tevahhüd (Bir Allaha iman ortak zemininde birleşmek); ve efkârlarının mabeynindeteyid ile münasebet ile musalaha (farklı düşünceler ve metodlar arasında sağlam bir ilişki ve diyalog-barış)... Tâ itidal noktasında musafaha ile (mutedil, ortak noktalarda buluşmak ile) birleşmekle, aheng-i terakkiyi ihlâl etmesinler (gelişme ve kalkınma ahengini bozmasınlar)…
Üçüncüsü: Ben vaizleri (vaizlerin bazısını) dinledim. Nasihatları bana tesir etmedi. Düşündüm, kasavet-i kalbimden (kalbimin katılığından) başka üç sebeb buldum:
Birincisi: Zaman-ı hazırayı (şimdiki zamanı) zaman-ı salifeye (eski devirlere) kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeayı (iddia ettikleri hakikati detaylıca tasvir ve izahı) parlak ve mübalağalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için isbat-ı müddea ( meselenin isbatı) ve ikna-i müteharri-i hakikat (hakikati araştıranları ikna etmek) lâzım iken ihmal ediyorlar.
İkincisi: Bir şeyi tergib veya terhib etmekle (bir hayrı veya sevabı teşvik etmek veya bir haramdan kaçındırmak için) ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden (kıymet ve önemini eksik göstereceklerinden) , müvazene-i şeriatı (İslami hükümlerde dengeyi) (iyice) muhafaza etmiyorlar.
Üçüncüsü:Belâgatın muktezası olan muktezay-ı hale mutabık (durumun gereklerine uygun), yani ilcaât-ı zamana muvafık (zamanın mecburiyetlerine uyumlu), yani teşhis-i illete münasib (hastalığın teşhisiyle ilişkili, çaresine yönelik) söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.
Hasıl-ı kelâm:Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik (araştırmacı derin alim) olmalı, tâ isbat ve ikna etsin. Hem hakîm-i müdakkik (dikkatli ve hikmetli söz sahibi) olmalı, tâ müvazene-i şeriatı (İslami hakikatlerin ölçüsünü) bozmasın. Hem beliğ-i mukni’ olmalı (ikna edici ve duruma uygun konuşmalı), tâ mukteza-yı hal ve ilcaat-ı zamana mutabık (halin gereklerine ve zamanın şartlarına uygun) söz söylesin ve mizan-ı şeriatla (Şeriat Terazisiyle) tartsın ve böyle olması da şarttır.
Yaşasın Şeriat-ı Garra! (İslamiyetin Parlak Kanunları).. Yaşasın adalet-i İlahî!. (yaşasın uhuvvet-i vatan – vatan kardeşliği)… Yaşasın ittihad-ı millî! (milli birlik).. Ölsün ihtilaf!.. Yaşasın muhabbet-i millî! (millet ve milli değerlere sevgi).. Gebersin ağraz-ı şahsiye (şahsi garaz ve menfaatler) ve fikr-i intikam!.. Yaşasın şecaat-ı mücesseme (maddi cismani cesaret sahibi) ) askerler!.. Yaşasın satvet-i müşahhas (somut güç sahibi) ordularımız!.. Yaşasın akıl ve tedbir-i mücessem (akıllı ve tedbirli) dindar cem’iyet-i ahrar! (dindar demokrat hürriyetçiler) ... Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan Halife-i Peygamber! (İslam Aleminin Riyaset Merkezi)...
Kürdistan dağ ağacının meyvesi, hazmı sakildir (zordur).. Dikkatlice çiğneyiniz, ta hazmolsun... Yoksa helâl etmeyeceğim.
Eğer siz de –iki gazeteci nasıl sözümü tahrif etmiş– öyle okursanız, Allah imdad eyleye. İrticalen (hazırlıksız hafızadan nutuk şeklinde) söylemişim, lâkin her bir kelimede bir maksadım var. Dikkat ediniz tâ ki; - Vekem men aaibin emren sahihan * ve afetühü minel fehmüs sakiym - e mâsadak olmayasınız vesselâm.
***
Hazret‑i Üstâd’ı o zaman Selanik’te bizzât gören İstanbul Edebiyat Fakültesi Profesörlerinden merhum ve muhterem Ali Nihat Tarlan’ın bir hatırasını nakledelim:
“Said Nursi’yi ben küçüklüğümden, ta Selânik’ten tanırım. 31 Mart 1909’dan önce idi. Mahmut Şevket Paşa 3.ncü Ordu kumandanı olduğu zaman, babam da ordu muhasebecisiydi.
Ben onbir yaşındaydım. Babamın perde çavuşu Mehmet çavuş vardı. Beni Selânik’te beyaz kulede gezdiriyordu. Orada kahveler vardı. Kahvede garip kıyafetli bir zât vardı. Külahı şalvarı, çizmesi ve belinde hançeri olan bu zâtı Mehmet Çavuş bana: “Bak bu zât, meşhur Molla Said’dir.” diye gösterdi.
İşte Said Nursi’yi ilk defa orada gördüm. Doğu Anadolu’dan ulemayı ilzam ederek Selanik’e kadar gelmişti. İlk hatıra ve görüşmem Hazretle böyle olmuştu...”
Bediüzzaman Hazretleri Meşrutiyeti şeriat namına hararetle alkışlayıp telkin ettiği sırada neşrettiği bir makalesine, 1951 senesinde ilâve ettiği bir haşiyede şöyle der:
“Medar‑ı ibret ve hayrettir ki; 1324 (1908) senesinde Hürriyet’in üçüncü gününde İstanbul’da, hem sonra Selânik’te meydan‑ı hürriyette binler siyasîlere karşı da’va ettiği ve bütün kuvvetiyle Şeriatı istediği, hürriyeti ve meşrutiyeti şeriata hizmetkâr yaptığı halde; sonra, 31 Mart’ta Hareket Ordusu gayet dehşet ve şiddetle şeriatı istiyenleri mes’ul ettikleri zamanda, “Divan‑ı Harb‑i Örfî”de Said’in bu münteşir nutuklarından beraet verildiği halde; şimdi ise, siyaseti otuz seneden beri bıraktığı ve o nutuklarına nisbeten pek az temas için 27 sene dinsizlik hesabına işkenceler, gaddarane azab ve ceza verenler, elbette din namına zulmetmiş engizisyondan daha zalim olduklarını isbat eder.”
ELHASIL: Bediüzzaman Hazretleri, 1908’de Osmanlıda Taçlı Parlamenter Demokrasinin ilanı vesilesiyle bu uzun Nutkunu irad ederek bugünki Devlet Adamlarına, Aydınlara ve Alimlere de ders veriyor ki, başta Hakiki Fikir Hürriyeti ile her tür Hürriyetler ve İnsan Haklarına tam uygun İslami bir demokratik sistemin tatbiki ve Kanun Hakimiyeti ile istibdadın ve azınlık diktasının engellenmesi sayesinde Milletimiz ve umum İslam Alemi büyük bir sıçrama kaydedecek ve sair medeni milletleri maddeten dahi yakalayıp geçecektir, inşaallah…
İTTİHAD İLMİ ARAŞTIRMA HEYETİ
www.ittihad. com.tr
Birinci: Bir cisim birden zerrattan tahallül, yeni zerrattan teşekkül eylemesi muhal olacağından (bir cismin aniden mevcut atomlarından kurtulup yeni atomlardan teşekkül etmesi imkandışı olduğundan), cism-i devletin birden memurîni ref’ (mevcut fena memurları atması) ve yenilerini ikame eylemesi muhal olmasa da, müteazzirdir (çok sıkıntılı ve sancılı olur). Binaenaleyh istidadı habis (çirkin hasletler sahibi) ve kabil-i ıslah olmayan (düzelmesi mümkün olmayan) adamları zâten cism-i devlet (devletin bedeni, organizması) def’-i tabiî ile ifraz edecektir (vücuttan atacaktır). Amma kabil-i ıslah olanlar, zâten güneş daha garbdan tulû’ etmediğinden (güneş batıdan doğmadığından) tövbenin kapısı açıktır. Bunların tecrübelerinden istifade etmeli. Bunların yerini dolduracak kırk sene lâzım. Yoksa umum aleyhinde idare-i lisan ve terzil etmek (bütün devlet görevlilerinin ve bürokratların aleyhinde konuşmak ve itibarlarını kırmak) , bu şanlı olan ittihad-ı milleti (milli birliği) –bozulmuş olan bazı efkâr ve ahlâklarına binaen– bir hastalığa hedef edecektir.
İkinci (İkincisi): Ben Kürdistan dağlarında büyümüş idim. Merkez-i hilafeti (İstanbulu) güzel tahayyül (hayal) ediyordum. Vakta (ne zaman ki), bundan yedi-sekiz ay mukaddem (evvel) Dersaadet’e (İstanbul’a) geldim. Gördüm ki: İstanbul (şimdi Ankara) tevahhuş ve tenafür-ü kulûb (kalblerin vahşileşmesi ve nefretle dolması) sebebiyle medenî libasını (çağdaşlık elbisesini) giymiş vahşi bir adama benzerdi.
Şimdi ittihad-ı millî ve (muhabbet-i milliye sebebiyle) medenî adam, fakat yarı medenî ve yarı vahşi libasında bize arz-ı dîdar ediyor. Evvel Kürdistanda fenalığın sebebi, Kürdistan uzvu hastalanmış zannediyordum. Vakta ki, hasta olan İstanbul’u gördüm. Nabzını tuttum. Teşrih ettim. Anladım ki, kalbindeki hastalıktır, her tarafa sirayet eder (Başkent’teki hastalık her yere yayılıyor). Tedavisine çalıştım, bir divanelikle taltif edildim. (Akıl hastanesine davet edilmekle mükafat gördüm)..
Hem de gördüm ki; medeniyet-i hakikiyeyi teşkil eyleyen İslâmiyet, maddî cihetinde medeniyet-i hazıradan (Batı Medeniyetinden) pek geri kalmış. Güya İslâmiyet sû’-iahlâkımızdan (kötü ahlakımızdan) darılmış mazî tarafına dönüp gidiyor, Zaman-ı Saadete (Peygamberimizin Asrına) bizi şikayet edecektir. Bunun en büyük sebebi; istibdaddan sonra, mürşid-i umumî olan (milleti irşad eden) üç büyük şubenin -ki “cümlenin maksudu bir amma rivayet muhtelif” veyahut - İbaratüna şetta ve hüsnüke vahid. Ve küllün ila zakel cemali yüşir - beytinin mâsadakı olan (manasını tasdik eden) ehl-i medrese (İslami ilimler ehli) ve ehl-i mekteb (modern fenler ehli) ve ehl-i tekyenin (tarikat ehli)- tebayün-ü efkâr (fikir ayrılıkları) ve tehalüf-ü meşaribidir (meşreblerindeki ihtilaflardır) .
Bu tebayün-ü efkâr (fikir zıtlıkları) ahlâk-ı İslâmiyenin (müslümanların ahlakının) esasını sarsmış ve ittihad-ı milleti (milletin birliğini) çatallaştırmış ve terakkiyat-ı medeniyeden (medeni gelişimden, kalkınmadan) geri bırakmıştır. Zîrâ biri ifrat ile diğerini tekfir ve tadlil ediyor (aşırıya kaçarak diğerini kafirlik ve dinsizlikle suçluyor) ve öteki tefrit ile onutechil ve gayr-ı mutemed (cahil ve güvenilmez) addediyor.
Bunun çaresi, tevhid ile tevahhüd (Bir Allaha iman ortak zemininde birleşmek); ve efkârlarının mabeynindeteyid ile münasebet ile musalaha (farklı düşünceler ve metodlar arasında sağlam bir ilişki ve diyalog-barış)... Tâ itidal noktasında musafaha ile (mutedil, ortak noktalarda buluşmak ile) birleşmekle, aheng-i terakkiyi ihlâl etmesinler (gelişme ve kalkınma ahengini bozmasınlar)…
Üçüncüsü: Ben vaizleri (vaizlerin bazısını) dinledim. Nasihatları bana tesir etmedi. Düşündüm, kasavet-i kalbimden (kalbimin katılığından) başka üç sebeb buldum:
Birincisi: Zaman-ı hazırayı (şimdiki zamanı) zaman-ı salifeye (eski devirlere) kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeayı (iddia ettikleri hakikati detaylıca tasvir ve izahı) parlak ve mübalağalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için isbat-ı müddea ( meselenin isbatı) ve ikna-i müteharri-i hakikat (hakikati araştıranları ikna etmek) lâzım iken ihmal ediyorlar.
İkincisi: Bir şeyi tergib veya terhib etmekle (bir hayrı veya sevabı teşvik etmek veya bir haramdan kaçındırmak için) ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden (kıymet ve önemini eksik göstereceklerinden) , müvazene-i şeriatı (İslami hükümlerde dengeyi) (iyice) muhafaza etmiyorlar.
Üçüncüsü:Belâgatın muktezası olan muktezay-ı hale mutabık (durumun gereklerine uygun), yani ilcaât-ı zamana muvafık (zamanın mecburiyetlerine uyumlu), yani teşhis-i illete münasib (hastalığın teşhisiyle ilişkili, çaresine yönelik) söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.
Hasıl-ı kelâm:Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik (araştırmacı derin alim) olmalı, tâ isbat ve ikna etsin. Hem hakîm-i müdakkik (dikkatli ve hikmetli söz sahibi) olmalı, tâ müvazene-i şeriatı (İslami hakikatlerin ölçüsünü) bozmasın. Hem beliğ-i mukni’ olmalı (ikna edici ve duruma uygun konuşmalı), tâ mukteza-yı hal ve ilcaat-ı zamana mutabık (halin gereklerine ve zamanın şartlarına uygun) söz söylesin ve mizan-ı şeriatla (Şeriat Terazisiyle) tartsın ve böyle olması da şarttır.
Yaşasın Şeriat-ı Garra! (İslamiyetin Parlak Kanunları).. Yaşasın adalet-i İlahî!. (yaşasın uhuvvet-i vatan – vatan kardeşliği)… Yaşasın ittihad-ı millî! (milli birlik).. Ölsün ihtilaf!.. Yaşasın muhabbet-i millî! (millet ve milli değerlere sevgi).. Gebersin ağraz-ı şahsiye (şahsi garaz ve menfaatler) ve fikr-i intikam!.. Yaşasın şecaat-ı mücesseme (maddi cismani cesaret sahibi) ) askerler!.. Yaşasın satvet-i müşahhas (somut güç sahibi) ordularımız!.. Yaşasın akıl ve tedbir-i mücessem (akıllı ve tedbirli) dindar cem’iyet-i ahrar! (dindar demokrat hürriyetçiler) ... Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan Halife-i Peygamber! (İslam Aleminin Riyaset Merkezi)...
Kürdistan dağ ağacının meyvesi, hazmı sakildir (zordur).. Dikkatlice çiğneyiniz, ta hazmolsun... Yoksa helâl etmeyeceğim.
Eğer siz de –iki gazeteci nasıl sözümü tahrif etmiş– öyle okursanız, Allah imdad eyleye. İrticalen (hazırlıksız hafızadan nutuk şeklinde) söylemişim, lâkin her bir kelimede bir maksadım var. Dikkat ediniz tâ ki; - Vekem men aaibin emren sahihan * ve afetühü minel fehmüs sakiym - e mâsadak olmayasınız vesselâm.
***
Hazret‑i Üstâd’ı o zaman Selanik’te bizzât gören İstanbul Edebiyat Fakültesi Profesörlerinden merhum ve muhterem Ali Nihat Tarlan’ın bir hatırasını nakledelim:
“Said Nursi’yi ben küçüklüğümden, ta Selânik’ten tanırım. 31 Mart 1909’dan önce idi. Mahmut Şevket Paşa 3.ncü Ordu kumandanı olduğu zaman, babam da ordu muhasebecisiydi.
Ben onbir yaşındaydım. Babamın perde çavuşu Mehmet çavuş vardı. Beni Selânik’te beyaz kulede gezdiriyordu. Orada kahveler vardı. Kahvede garip kıyafetli bir zât vardı. Külahı şalvarı, çizmesi ve belinde hançeri olan bu zâtı Mehmet Çavuş bana: “Bak bu zât, meşhur Molla Said’dir.” diye gösterdi.
İşte Said Nursi’yi ilk defa orada gördüm. Doğu Anadolu’dan ulemayı ilzam ederek Selanik’e kadar gelmişti. İlk hatıra ve görüşmem Hazretle böyle olmuştu...”
Bediüzzaman Hazretleri Meşrutiyeti şeriat namına hararetle alkışlayıp telkin ettiği sırada neşrettiği bir makalesine, 1951 senesinde ilâve ettiği bir haşiyede şöyle der:
“Medar‑ı ibret ve hayrettir ki; 1324 (1908) senesinde Hürriyet’in üçüncü gününde İstanbul’da, hem sonra Selânik’te meydan‑ı hürriyette binler siyasîlere karşı da’va ettiği ve bütün kuvvetiyle Şeriatı istediği, hürriyeti ve meşrutiyeti şeriata hizmetkâr yaptığı halde; sonra, 31 Mart’ta Hareket Ordusu gayet dehşet ve şiddetle şeriatı istiyenleri mes’ul ettikleri zamanda, “Divan‑ı Harb‑i Örfî”de Said’in bu münteşir nutuklarından beraet verildiği halde; şimdi ise, siyaseti otuz seneden beri bıraktığı ve o nutuklarına nisbeten pek az temas için 27 sene dinsizlik hesabına işkenceler, gaddarane azab ve ceza verenler, elbette din namına zulmetmiş engizisyondan daha zalim olduklarını isbat eder.”
ELHASIL: Bediüzzaman Hazretleri, 1908’de Osmanlıda Taçlı Parlamenter Demokrasinin ilanı vesilesiyle bu uzun Nutkunu irad ederek bugünki Devlet Adamlarına, Aydınlara ve Alimlere de ders veriyor ki, başta Hakiki Fikir Hürriyeti ile her tür Hürriyetler ve İnsan Haklarına tam uygun İslami bir demokratik sistemin tatbiki ve Kanun Hakimiyeti ile istibdadın ve azınlık diktasının engellenmesi sayesinde Milletimiz ve umum İslam Alemi büyük bir sıçrama kaydedecek ve sair medeni milletleri maddeten dahi yakalayıp geçecektir, inşaallah…
İTTİHAD İLMİ ARAŞTIRMA HEYETİ
www.ittihad. com.tr
YesilSancak!- Mesaj Sayısı : 278
Rep :
Points : -4
Kayıt tarihi : 05/09/08
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz