MEHMED FEYZİ PAMUKÇU AĞABEY
1 sayfadaki 1 sayfası
MEHMED FEYZİ PAMUKÇU AĞABEY
MEHMED FEYZİ PAMUKÇU AĞABEY
l9l2'de Kastamonu'da doğdu. İlim ve takva sahibi bir zattır.
Bediüzzaman'a altı yıl hizmet etti. 1943 Denizli, 1948 Afyon'da Bediüzzaman'la birlikte tevkuf bulundu.
1990 yılında Hakkın rahmetine kavuştu.
Anadolu'yu aydınlatanlar
Çok şükür bu mübarek topraklarda aziz insanlar hâlâ yaşamaktadırlar. Anadolu'nun her yanında bu maneviyat erlerini görmek ve onları ziyaret etmek, bunalan ruhlara hayat vermektedir.
Vatan köşelerini, her gezişimde bu hakikatı kalbimin her zerresiyle duymaktayım.
"Anadolu'yu aydınlatanlar" dün olduğu gibi bugün de aydınlatmaktadırlar. Ümidimiz ve inancımız odurki, bu maneviyat kandilleri kıyamete kadar nurunu bu şehit topraklarından eksiltmeyeceklerdir.
Yüzlların sinesine yerleşen bu nur çırağları, bu İslâm milletinin karanlık yollarına ışık serpmektedirler.
Bin yıl evvel Anadolu İslâma vatan yapan onlardı.
Ulu gazilere yol gösteren onlardı.
Geçtikleri yerleri mamurelerle donatan onlardı.
Kurşun kubbeleri merdiven yaparak Hakka kanat açanlar onlardı.
Nurdan minarelerle Allah'ın şanını ilân edenler onlardı.
Onlar, erenler, ermişler, kendilerini Hakka vermişler, bu ülkenin tapusu oldular, yapısı oldular.
1975 ilkbaharında bazı arkadaşlarla, şevk ve sevinç içerisinde memleketimizin zünrüt ormanlarından geçerek bu şehrimize gidiyorduk. Daha evvelki seneler de aynı gaye, aynı maksat için üç defa yine gitmiştik Kastamonu'ya...
Her defasında Nasrullah Camiinin şadırvanlarında abdest alırken, aynı yerde abdest alıp, namaz kılan, sekiz senesini bu menfâda, bu gurbette, bu sürgünde, bu şehirde geçiren asrımızın Üstadını düşünürdüm. Yüksek kalesi, sakin cadde ve sokaklarıyla Kastamonu küçük bir Anadolu beldesidir.
Üç Feyzi'den biri: Mehmed Feyzi Pamukçu
Sizlere bu menzilden tanıtmak istediğim mübarek şahsiyet ise, Hacı Mehmed Feyzi Pamukçu Efendi'dir.
Uzun boylu, nuranî çehreli, ak sakalı ile Mehmed Feyzi Efendi Nur Risalelerine hizmet eden, Bediüzzaman'a gönül veren, ehl-i ilim ehl-i takva bir zattır.
Nur manzumesinde Ahmedler vardır. Mehmetler vardır, Sabriler vardır, Tahirler vardır, Feyziler vardır,
Bu Feyzilerden birisi de Mehmed Feyzi'dir.
Ahmet Feyzi Kul
Hasan Feyzi Yüreğil.
Mehmet Feyzi Pamukçu.
1912 yılında Kastamonu'da doğan Mehmed Feyzi Efendi, 1943'de Denizli, l948'de Afyonkarahisar hapishanelerinde Üstad'ı ile birlikte bulunmuştu.
"Risale-i Nur ve Bediüzzaman hakkında Türk Hakiminin Millet Adına Verdiği Kararlar-Ehl-i Vukuf Raporları ismi altında 1962 senesinde Avukat Bekir Berk'in neşrettiği kitabın 'Kaziye-i Muhakeme Denizli Ağır Ceza Mahkemesi' başlığı altında verilen bir beraat kararında kimliği şöyle takdim ediliyordu.
"Kastamonu Müderris Atabey köyünden İzzet oğlu 1328 doğumlu 6.10.1943'den beri mevkuf, sabıkasız Mehmed Feyzi Pamukçu."
Kendilerini muhtelif tarihlerdeki ziyaretlerimin sonuncusu 13 Nisan 1975 tarihinde olmuştu.
Bediüzzaman'la olan beraberliğinin hatıralarını mezkûr tarihin gecesinde geç saatlere kadar anlatmıştı. Bu notlara göre muhterem Mehmed Feyzi Pamukçu hatıralarını şöyle anlatmaya başlamıştı:
Beni Nurlara celbeden 32. Söz olmuştu.
"İlk defa 1937 senesinde İstanbul'da Kastamonulu bir adam 'Kastamonu'ya bir hoca geldi' diye Üstaddan bahsetmişti. Daha sonraları Kastamonu'ya geldikten bir sene kadar geçmişti ki, Üstadı tanımak şerefine erdim. Beni nurlara celbeden Otuz İkinci Söz olmuştu. Daha evvel Arapça bildiğim için Hizbü'n-Nurî'yi vermişti. Otuz İkinci Söz'ü okuduğum zaman yattığımda bir rüya görmüştüm. Büyük bir şose, hava ise sümbülî, alakaranlık. Kalabalık insanlar. Bu asrın vazifeli şahsiyeti geliyor. Ekin biçildiği zaman çıkan tırpan sesi işitiyorum. Hışırtı devam ediyordu. Daha sonraki senelerde Üstad'la beraber tevkif edilip Denizli'ye gittiğimiz zaman aynen o yolu orada gördüm. Nazif Çelebi'deki Üstad'ın abası rüyadaki aynı aba idi...
"Üstadın bir kerametini gözlerimle gördüm"
"Denizli hapishanesinde mahkeme gidip gelişlerimizi hatırladım.
"İkişer kişi halinde kelepçe takarlardı. Her duruşmada çeşitli arkadaşlarla kelepçelenirdik. Bir gün beni Üstad'la beraber bağladılar. Mahkemeye gidiyorduk. Tam kabristanın yanından geçerken Üstad Fatiha diyerek okumaya başladı. Kelepçe, zincirli ve asma kilitliydi. Yan gözümle Üstad'a baktım. Fatihayı okuduktan sonra ellerini yüzüne sürdü. Elimiz beraber bağlı olduğu halde benim elim kalkmadı. Bunu Üstad'ın bir kerameti olarak bizzat müşahede ettim.
"Üstad, herkesi kendi mertebesine hizmete sevk ve idare ederdi"
"Üstad kinini medh ü sena ile, kimini takdirle, kimini de takbihle idare etmişti. İşte bu idarecilik bir kemal alâmetidir. Herkesi kendi mertebesinde idare ederdi.
"İkinci Cihan Harbinde İstanbul'da yedi ay kadar ihtiyat askerliği yaptım. Fatih'te bulunmuştuk. Terhis olduktan sonra orada kalmak istiyordum. Kardeşiniz Tahsin (Aydın) bana mektup yazmıştı. Üstad mektubun altına şu notu kaydetmişti:
"Feyzi kardaşım, İstanbul Eski Said'i bilir. Yeni Said'in kardaşı Feyzi'yi aldatıp kendine çekmesin. Senin orada kalmana Risale-i Nur razı değil!... " Bu notu kırmızı kalemle, yeni bir uçla yazmıştı, kendi hattıydı.
"Üstad Fevzi'yi Feyzi yapmıştı"
"Üstad'la beraber bulunduğumuz yılların hatıraları hülasaten şöyledir:
"Eskiden ismim Mehmet Fevzi idi. Üstad, 'Mehmet Feyzi olsun' dedi ve öyle oldu.
"Üstad, dağda hastalanmıştı"
"Bir gün dışarıdan bir kadın, 'Hoca Efendi seni çağırıyor' diye bana bildiriyordu. Uykudan kalkarak kapıya baktığımda kimsecikler yoktu. Hemen kalkıp evine gittim. Fakat evde kimsecikler yoktu. Arkadaşlarla dağa gitmiş. Ben de dağa gittim. Üstad beni görünce, 'Nereden çıktın sen?' dedi. Ben de 'Siz çağırtmışsınız' dedim. 'Hayır ben çağırtmadım', dedi. Dağda hastalanmıştı. Ata binerek eve getirdik.
"Yolda atın üzerinde bile Risale tashih ederdi"
"Mektupları ve risaleleri dağda veya evde tebyiz ederdim bazan da kendi ağzından yazardım. Atla dağa giderken yolda bile boş durmazdı. Siyah bir atı vardı, hayvanın üzerinde eserleir tashih edeceği zaman dizginini tutmadığımız halde at kendiliğinden dururdu.
"Kırda namaz kılıyorduk. Namaz esnasında yanımıza iki camus geldi. İki-üç metre kadar yaklaştılar. Ben kortum ve telaşlandım. Namazdan sonra Üstad bana: 'Senin telaşın benim namazımı da teşviş etti' dedi."
Üstad Bediüzzaman'la bulunduğu günlerde hasretle anan Mehmed Feyzi Efendi, hatıralarını anlatırken dertleniyor:
"Demler o demler, zaman o zaman idi..." diyerek Bediüzzaman'la geçen mesut zamanlarını hasret hisleriyle anıyordu.
"Arabî-Türkî kendi eserlerinin tamamını Üstad'a okudum"
"Arabî ve Türkî kendi eserleri olan Risale-i Nurların tamamını kendisine baştan sona okudum. işte ben bununla iftihar ederim.
"Asiye Hanım (Mülazımoğlu), dedesi Küçük Aşık'ın Mevlânâ Halid Hazretlerinden aldığı cübbeyi getirmişti. Cübbeyi yıkadım, suyunu kabristana döktüm. Hayatta iftihar ettiğim bir husus da budur.
"Nurları köşe bucak saklardık. Beşinci Şua'yı kömürlerin içine saklamıştık. Tevhid Risalesinin ilk müsveddesini ise Vali Avni Doğan aldı.
"Üstad'a en ziyade Avni Doğan eziyet ederdi"
"Üstad'a en ziyade sıkıntı veren Avni Doğan'dı. Vali Mithat onun kadar eziyet etmemişti. Mithat Altıok, İttihad ve Terakki fırkasında kâtipmiş. Üstad'ı o zamanlardan tanıyordu. Belediye Reisinin evinde Üstadla görüşmek istedi, fakat Üstad görüşmeyi kabul etmedi.
"Fevzi, Kaza-i İlâhidir"
"Denizli hapsinden sonra, yeşille beyaz karışımı bir sarık sarmıştı. Pencereden bana şöyle seslenmişti :
"Fevzi kaza-i İlâhidir..."
"Kastamonu'dan ayrılırken müddeiumumilikte (savcılıkta) ikindi namazını kılarak çıkmıştı. Giderken 'Allahasmarladık' diye başlayan bir mektup yazmıştı.
"Polis müdürü, Şükrü Bey diye bir zattı. Mithat Altıok on dokuz gün ifadem alınırken yanımda bulundu.
"İfadem alınırken Üstad'ı kastederek, 'Akşam evinde kırk baklava tepsisi vardı' diyorlardı. Ben de 'Yalan söylemeyin' diye cevap verdim.
"Bir yerde şöyle bir not bulmuşlardı:
"İstanbul'dan kitap geldi, kerameti gözüktü!' Bu kitapları kim getirdi diye çok sorup sıkıştırdılar.
"Bir akşam başkomiser gelip beni çağırdı.
"Ne yaptınız?' diye sordu.
"Ne yapacağız? Yatsı namazını kıldık...'
"Kim geldi?'
"Bilmiyorum, karanlıktı' diye cevap verdim.
"Ezanı kim okudu?'
"Ben okudum.'
"Bu ifadelerden sonra, rahmetli Emin Bey'e söyledim: 'Ben böyle dedim, şayet sana da sorarlarsa sen de böyle, söyle', dedim.
"Arapça mı okudun?' diye sordular. 'Evet' demiştim. 'Bunun suçu yoktur. Kendi evimde, kapalı yerde istediğim şekilde okurum.'
"Emin Bey ne sordularsa hepsini biliyorum, diye cevap vermiş.
"Emin Bey'i, 'Yalan söylüyorsun' diye tokatlamışlar.
"Çaycı Emin'in büyük bir ihlas ve sadakatı vardı"
"Çaycı Emin Bey, ümmî olduğu halde öyle bir sadakat gösterdi ki kemal-i ihlâs sahibiydi. Yüksek bir meziyeti vardı... Benden üstündü.
"İfadelerimiz alınırken kamış kalemle, demir uçlarla çeşitli yazılar yazdırdılar. Tâ ki ellerindeki kitapları kimin yazdığını tesbit edebilmek için...
"Vali Avni Doğan, alıp götürdüğü Risalenin aslını bir daha vermedi. Dosyamızın kalınlığı yerden bir sandalye yüksekliğinde olmuştu.
"Üstad istidasını geri almıştı"
"Denizli'de Mahkeme Reisi Ali Rıza Bey (Balaban) kademe kademe anfi gibi sıralar yaptırmıştı.
"Üstad hastalığını ileri sürerek 'mahkemeye gelemeyeceğim' diye istida vermişti. Sonra mahkemenin müsbet halini görünce 'İstidamı reddediyorum!' dedi. Reis: 'Ey Said Efendi, istidayı geri mi alıyorsun?' diye tebessümle mukabele etti.
"Bir celsede müddeiumumi Üstad'ın oturuşuna itiraz etti. 'Mahkemenin nizamını bozuyor' dedi.
"Ali rıza Efendi ise, 'Doğru oturunuz' deyince; Üstad 'hastayım' diye cevap verdi.
"Reis, müddeiumumiye dönerek: 'Hastaymış ne yapalım? dedi. Sonra da 'Siz gidin istirahat edin' diye bir gardiyanla Üstad'ı gönderdiler.
"Bediüzzaman ve talebeleri hapishaneyi mektebe çevirdiler"
"Denizli'de, müddeiumuminin muavini adliye vekiline telgraf çekmiş: 'Bediüzzaman ve talebeleri hapishaneyi bir mektebe çevirdiler!' diye.
"Üstad, 'Hapishanenin mektep olmasından memnun olunsun' diyordu.
Beylerbeyi Süleyman hapisten nasıl kaçmıştı?
"Hapishanede Beylerbeyli Süleyman Hünkar ve arkadaşları kaçmak istiyorlardı. Süleyman: 'Deve bile olsa ben yine buradan kaçırırım' diyordu. Üstada, 'hoca ammi' diye hitap ederdi. Daha sonraki senelerde (1948) biz Afyon hapsindeyken Süleyman hapisten kaçarak Kastamonu'ya Sadık Bey'in yanına gelmiş, bizleri aramış sormuş. Sadık Bey, 'Nasıl kaçtın' deyince: 'Üstadın Esmâ-yı Hüsnâ manzumesini Feyzi Efendi yazmıştı, onu muska yaparak kaçtım!' diye cevap vermiş.
İdamlıklar nurlarla imanlarını kurtarmışlardı
"Hapishanede mahkûmlar bize dualar yazdırmak istiyorlardı. Delâil-i şerifi yazmıştım. Ağır cezalılardan İbrahim bunu muska yaparak kaçmak istiyordu. Ben de 'Böyle şeylerle kaçılmaz. Eğer kaçılsaydı biz kendimiz kaçarız!" diye latife yollu cevap vermiştim. Daha sonra İbrahim'i idam ettiler. Bir çok mahkûmları kötü vaziyetten kurtarmıştık. Pislikten, kötü hayattan Kur'ân okuyarak, Nurları okuyarak kurtuldular.
"Bazılarını Kur'ân okurken, bazılarını tesbihat yaparken, bazılarını ise namazdan alıp götürdüler, idam ettiler. Kumardan ve diğer fenalıklardan alıp götürselerdi, ne olurdu biçarelerin hali?
"Üstad' yeni yazı ile Risaleleri yazın' deyince, bazıları itiraz ettiler. Sadık Bey ise, sadakatle, 'Üstad ne derse o olsun' diyordu.
"Nurcu ismini ilk defa Afyon'da duydum"
"Denizli'den sonra ise, l948 senesinde Üstadla birlikte ilk defa bizi Afyon hapishanesine gönderdiler. Gece vakti tevkif ettiler. O zamana karşı Nurcu ismini duymamıştım. İlk defa Nurcu tabirini Afyon'da duydum.
"Afyon'da hepimizi bir nezaret odasına koymuşlardı. Üstad bizleri, talebelerine göstererek: 'Bu on Said kadar hizmet etmiştir. Şu yüz Said kadar hizmet etmiştir!' diye iltifat ediyordu."
l9l2'de Kastamonu'da doğdu. İlim ve takva sahibi bir zattır.
Bediüzzaman'a altı yıl hizmet etti. 1943 Denizli, 1948 Afyon'da Bediüzzaman'la birlikte tevkuf bulundu.
1990 yılında Hakkın rahmetine kavuştu.
Anadolu'yu aydınlatanlar
Çok şükür bu mübarek topraklarda aziz insanlar hâlâ yaşamaktadırlar. Anadolu'nun her yanında bu maneviyat erlerini görmek ve onları ziyaret etmek, bunalan ruhlara hayat vermektedir.
Vatan köşelerini, her gezişimde bu hakikatı kalbimin her zerresiyle duymaktayım.
"Anadolu'yu aydınlatanlar" dün olduğu gibi bugün de aydınlatmaktadırlar. Ümidimiz ve inancımız odurki, bu maneviyat kandilleri kıyamete kadar nurunu bu şehit topraklarından eksiltmeyeceklerdir.
Yüzlların sinesine yerleşen bu nur çırağları, bu İslâm milletinin karanlık yollarına ışık serpmektedirler.
Bin yıl evvel Anadolu İslâma vatan yapan onlardı.
Ulu gazilere yol gösteren onlardı.
Geçtikleri yerleri mamurelerle donatan onlardı.
Kurşun kubbeleri merdiven yaparak Hakka kanat açanlar onlardı.
Nurdan minarelerle Allah'ın şanını ilân edenler onlardı.
Onlar, erenler, ermişler, kendilerini Hakka vermişler, bu ülkenin tapusu oldular, yapısı oldular.
1975 ilkbaharında bazı arkadaşlarla, şevk ve sevinç içerisinde memleketimizin zünrüt ormanlarından geçerek bu şehrimize gidiyorduk. Daha evvelki seneler de aynı gaye, aynı maksat için üç defa yine gitmiştik Kastamonu'ya...
Her defasında Nasrullah Camiinin şadırvanlarında abdest alırken, aynı yerde abdest alıp, namaz kılan, sekiz senesini bu menfâda, bu gurbette, bu sürgünde, bu şehirde geçiren asrımızın Üstadını düşünürdüm. Yüksek kalesi, sakin cadde ve sokaklarıyla Kastamonu küçük bir Anadolu beldesidir.
Üç Feyzi'den biri: Mehmed Feyzi Pamukçu
Sizlere bu menzilden tanıtmak istediğim mübarek şahsiyet ise, Hacı Mehmed Feyzi Pamukçu Efendi'dir.
Uzun boylu, nuranî çehreli, ak sakalı ile Mehmed Feyzi Efendi Nur Risalelerine hizmet eden, Bediüzzaman'a gönül veren, ehl-i ilim ehl-i takva bir zattır.
Nur manzumesinde Ahmedler vardır. Mehmetler vardır, Sabriler vardır, Tahirler vardır, Feyziler vardır,
Bu Feyzilerden birisi de Mehmed Feyzi'dir.
Ahmet Feyzi Kul
Hasan Feyzi Yüreğil.
Mehmet Feyzi Pamukçu.
1912 yılında Kastamonu'da doğan Mehmed Feyzi Efendi, 1943'de Denizli, l948'de Afyonkarahisar hapishanelerinde Üstad'ı ile birlikte bulunmuştu.
"Risale-i Nur ve Bediüzzaman hakkında Türk Hakiminin Millet Adına Verdiği Kararlar-Ehl-i Vukuf Raporları ismi altında 1962 senesinde Avukat Bekir Berk'in neşrettiği kitabın 'Kaziye-i Muhakeme Denizli Ağır Ceza Mahkemesi' başlığı altında verilen bir beraat kararında kimliği şöyle takdim ediliyordu.
"Kastamonu Müderris Atabey köyünden İzzet oğlu 1328 doğumlu 6.10.1943'den beri mevkuf, sabıkasız Mehmed Feyzi Pamukçu."
Kendilerini muhtelif tarihlerdeki ziyaretlerimin sonuncusu 13 Nisan 1975 tarihinde olmuştu.
Bediüzzaman'la olan beraberliğinin hatıralarını mezkûr tarihin gecesinde geç saatlere kadar anlatmıştı. Bu notlara göre muhterem Mehmed Feyzi Pamukçu hatıralarını şöyle anlatmaya başlamıştı:
Beni Nurlara celbeden 32. Söz olmuştu.
"İlk defa 1937 senesinde İstanbul'da Kastamonulu bir adam 'Kastamonu'ya bir hoca geldi' diye Üstaddan bahsetmişti. Daha sonraları Kastamonu'ya geldikten bir sene kadar geçmişti ki, Üstadı tanımak şerefine erdim. Beni nurlara celbeden Otuz İkinci Söz olmuştu. Daha evvel Arapça bildiğim için Hizbü'n-Nurî'yi vermişti. Otuz İkinci Söz'ü okuduğum zaman yattığımda bir rüya görmüştüm. Büyük bir şose, hava ise sümbülî, alakaranlık. Kalabalık insanlar. Bu asrın vazifeli şahsiyeti geliyor. Ekin biçildiği zaman çıkan tırpan sesi işitiyorum. Hışırtı devam ediyordu. Daha sonraki senelerde Üstad'la beraber tevkif edilip Denizli'ye gittiğimiz zaman aynen o yolu orada gördüm. Nazif Çelebi'deki Üstad'ın abası rüyadaki aynı aba idi...
"Üstadın bir kerametini gözlerimle gördüm"
"Denizli hapishanesinde mahkeme gidip gelişlerimizi hatırladım.
"İkişer kişi halinde kelepçe takarlardı. Her duruşmada çeşitli arkadaşlarla kelepçelenirdik. Bir gün beni Üstad'la beraber bağladılar. Mahkemeye gidiyorduk. Tam kabristanın yanından geçerken Üstad Fatiha diyerek okumaya başladı. Kelepçe, zincirli ve asma kilitliydi. Yan gözümle Üstad'a baktım. Fatihayı okuduktan sonra ellerini yüzüne sürdü. Elimiz beraber bağlı olduğu halde benim elim kalkmadı. Bunu Üstad'ın bir kerameti olarak bizzat müşahede ettim.
"Üstad, herkesi kendi mertebesine hizmete sevk ve idare ederdi"
"Üstad kinini medh ü sena ile, kimini takdirle, kimini de takbihle idare etmişti. İşte bu idarecilik bir kemal alâmetidir. Herkesi kendi mertebesinde idare ederdi.
"İkinci Cihan Harbinde İstanbul'da yedi ay kadar ihtiyat askerliği yaptım. Fatih'te bulunmuştuk. Terhis olduktan sonra orada kalmak istiyordum. Kardeşiniz Tahsin (Aydın) bana mektup yazmıştı. Üstad mektubun altına şu notu kaydetmişti:
"Feyzi kardaşım, İstanbul Eski Said'i bilir. Yeni Said'in kardaşı Feyzi'yi aldatıp kendine çekmesin. Senin orada kalmana Risale-i Nur razı değil!... " Bu notu kırmızı kalemle, yeni bir uçla yazmıştı, kendi hattıydı.
"Üstad Fevzi'yi Feyzi yapmıştı"
"Üstad'la beraber bulunduğumuz yılların hatıraları hülasaten şöyledir:
"Eskiden ismim Mehmet Fevzi idi. Üstad, 'Mehmet Feyzi olsun' dedi ve öyle oldu.
"Üstad, dağda hastalanmıştı"
"Bir gün dışarıdan bir kadın, 'Hoca Efendi seni çağırıyor' diye bana bildiriyordu. Uykudan kalkarak kapıya baktığımda kimsecikler yoktu. Hemen kalkıp evine gittim. Fakat evde kimsecikler yoktu. Arkadaşlarla dağa gitmiş. Ben de dağa gittim. Üstad beni görünce, 'Nereden çıktın sen?' dedi. Ben de 'Siz çağırtmışsınız' dedim. 'Hayır ben çağırtmadım', dedi. Dağda hastalanmıştı. Ata binerek eve getirdik.
"Yolda atın üzerinde bile Risale tashih ederdi"
"Mektupları ve risaleleri dağda veya evde tebyiz ederdim bazan da kendi ağzından yazardım. Atla dağa giderken yolda bile boş durmazdı. Siyah bir atı vardı, hayvanın üzerinde eserleir tashih edeceği zaman dizginini tutmadığımız halde at kendiliğinden dururdu.
"Kırda namaz kılıyorduk. Namaz esnasında yanımıza iki camus geldi. İki-üç metre kadar yaklaştılar. Ben kortum ve telaşlandım. Namazdan sonra Üstad bana: 'Senin telaşın benim namazımı da teşviş etti' dedi."
Üstad Bediüzzaman'la bulunduğu günlerde hasretle anan Mehmed Feyzi Efendi, hatıralarını anlatırken dertleniyor:
"Demler o demler, zaman o zaman idi..." diyerek Bediüzzaman'la geçen mesut zamanlarını hasret hisleriyle anıyordu.
"Arabî-Türkî kendi eserlerinin tamamını Üstad'a okudum"
"Arabî ve Türkî kendi eserleri olan Risale-i Nurların tamamını kendisine baştan sona okudum. işte ben bununla iftihar ederim.
"Asiye Hanım (Mülazımoğlu), dedesi Küçük Aşık'ın Mevlânâ Halid Hazretlerinden aldığı cübbeyi getirmişti. Cübbeyi yıkadım, suyunu kabristana döktüm. Hayatta iftihar ettiğim bir husus da budur.
"Nurları köşe bucak saklardık. Beşinci Şua'yı kömürlerin içine saklamıştık. Tevhid Risalesinin ilk müsveddesini ise Vali Avni Doğan aldı.
"Üstad'a en ziyade Avni Doğan eziyet ederdi"
"Üstad'a en ziyade sıkıntı veren Avni Doğan'dı. Vali Mithat onun kadar eziyet etmemişti. Mithat Altıok, İttihad ve Terakki fırkasında kâtipmiş. Üstad'ı o zamanlardan tanıyordu. Belediye Reisinin evinde Üstadla görüşmek istedi, fakat Üstad görüşmeyi kabul etmedi.
"Fevzi, Kaza-i İlâhidir"
"Denizli hapsinden sonra, yeşille beyaz karışımı bir sarık sarmıştı. Pencereden bana şöyle seslenmişti :
"Fevzi kaza-i İlâhidir..."
"Kastamonu'dan ayrılırken müddeiumumilikte (savcılıkta) ikindi namazını kılarak çıkmıştı. Giderken 'Allahasmarladık' diye başlayan bir mektup yazmıştı.
"Polis müdürü, Şükrü Bey diye bir zattı. Mithat Altıok on dokuz gün ifadem alınırken yanımda bulundu.
"İfadem alınırken Üstad'ı kastederek, 'Akşam evinde kırk baklava tepsisi vardı' diyorlardı. Ben de 'Yalan söylemeyin' diye cevap verdim.
"Bir yerde şöyle bir not bulmuşlardı:
"İstanbul'dan kitap geldi, kerameti gözüktü!' Bu kitapları kim getirdi diye çok sorup sıkıştırdılar.
"Bir akşam başkomiser gelip beni çağırdı.
"Ne yaptınız?' diye sordu.
"Ne yapacağız? Yatsı namazını kıldık...'
"Kim geldi?'
"Bilmiyorum, karanlıktı' diye cevap verdim.
"Ezanı kim okudu?'
"Ben okudum.'
"Bu ifadelerden sonra, rahmetli Emin Bey'e söyledim: 'Ben böyle dedim, şayet sana da sorarlarsa sen de böyle, söyle', dedim.
"Arapça mı okudun?' diye sordular. 'Evet' demiştim. 'Bunun suçu yoktur. Kendi evimde, kapalı yerde istediğim şekilde okurum.'
"Emin Bey ne sordularsa hepsini biliyorum, diye cevap vermiş.
"Emin Bey'i, 'Yalan söylüyorsun' diye tokatlamışlar.
"Çaycı Emin'in büyük bir ihlas ve sadakatı vardı"
"Çaycı Emin Bey, ümmî olduğu halde öyle bir sadakat gösterdi ki kemal-i ihlâs sahibiydi. Yüksek bir meziyeti vardı... Benden üstündü.
"İfadelerimiz alınırken kamış kalemle, demir uçlarla çeşitli yazılar yazdırdılar. Tâ ki ellerindeki kitapları kimin yazdığını tesbit edebilmek için...
"Vali Avni Doğan, alıp götürdüğü Risalenin aslını bir daha vermedi. Dosyamızın kalınlığı yerden bir sandalye yüksekliğinde olmuştu.
"Üstad istidasını geri almıştı"
"Denizli'de Mahkeme Reisi Ali Rıza Bey (Balaban) kademe kademe anfi gibi sıralar yaptırmıştı.
"Üstad hastalığını ileri sürerek 'mahkemeye gelemeyeceğim' diye istida vermişti. Sonra mahkemenin müsbet halini görünce 'İstidamı reddediyorum!' dedi. Reis: 'Ey Said Efendi, istidayı geri mi alıyorsun?' diye tebessümle mukabele etti.
"Bir celsede müddeiumumi Üstad'ın oturuşuna itiraz etti. 'Mahkemenin nizamını bozuyor' dedi.
"Ali rıza Efendi ise, 'Doğru oturunuz' deyince; Üstad 'hastayım' diye cevap verdi.
"Reis, müddeiumumiye dönerek: 'Hastaymış ne yapalım? dedi. Sonra da 'Siz gidin istirahat edin' diye bir gardiyanla Üstad'ı gönderdiler.
"Bediüzzaman ve talebeleri hapishaneyi mektebe çevirdiler"
"Denizli'de, müddeiumuminin muavini adliye vekiline telgraf çekmiş: 'Bediüzzaman ve talebeleri hapishaneyi bir mektebe çevirdiler!' diye.
"Üstad, 'Hapishanenin mektep olmasından memnun olunsun' diyordu.
Beylerbeyi Süleyman hapisten nasıl kaçmıştı?
"Hapishanede Beylerbeyli Süleyman Hünkar ve arkadaşları kaçmak istiyorlardı. Süleyman: 'Deve bile olsa ben yine buradan kaçırırım' diyordu. Üstada, 'hoca ammi' diye hitap ederdi. Daha sonraki senelerde (1948) biz Afyon hapsindeyken Süleyman hapisten kaçarak Kastamonu'ya Sadık Bey'in yanına gelmiş, bizleri aramış sormuş. Sadık Bey, 'Nasıl kaçtın' deyince: 'Üstadın Esmâ-yı Hüsnâ manzumesini Feyzi Efendi yazmıştı, onu muska yaparak kaçtım!' diye cevap vermiş.
İdamlıklar nurlarla imanlarını kurtarmışlardı
"Hapishanede mahkûmlar bize dualar yazdırmak istiyorlardı. Delâil-i şerifi yazmıştım. Ağır cezalılardan İbrahim bunu muska yaparak kaçmak istiyordu. Ben de 'Böyle şeylerle kaçılmaz. Eğer kaçılsaydı biz kendimiz kaçarız!" diye latife yollu cevap vermiştim. Daha sonra İbrahim'i idam ettiler. Bir çok mahkûmları kötü vaziyetten kurtarmıştık. Pislikten, kötü hayattan Kur'ân okuyarak, Nurları okuyarak kurtuldular.
"Bazılarını Kur'ân okurken, bazılarını tesbihat yaparken, bazılarını ise namazdan alıp götürdüler, idam ettiler. Kumardan ve diğer fenalıklardan alıp götürselerdi, ne olurdu biçarelerin hali?
"Üstad' yeni yazı ile Risaleleri yazın' deyince, bazıları itiraz ettiler. Sadık Bey ise, sadakatle, 'Üstad ne derse o olsun' diyordu.
"Nurcu ismini ilk defa Afyon'da duydum"
"Denizli'den sonra ise, l948 senesinde Üstadla birlikte ilk defa bizi Afyon hapishanesine gönderdiler. Gece vakti tevkif ettiler. O zamana karşı Nurcu ismini duymamıştım. İlk defa Nurcu tabirini Afyon'da duydum.
"Afyon'da hepimizi bir nezaret odasına koymuşlardı. Üstad bizleri, talebelerine göstererek: 'Bu on Said kadar hizmet etmiştir. Şu yüz Said kadar hizmet etmiştir!' diye iltifat ediyordu."
YesilSancak!- Mesaj Sayısı : 278
Rep :
Points : -4
Kayıt tarihi : 05/09/08
Geri: MEHMED FEYZİ PAMUKÇU AĞABEY
Mehmed Feyzi Efendi
Isparta kahramanları...
Bir takdir, tahsin, tebcil ve tes’id ifadesidir bu tabir.
Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nurların telifi ve intişarı sırasında Ispartalı talebelerinin ‘harika sadakatları, fevkalâde metanetleri, fıtrî cesaretleri, iman kuvvetleri ve ihlâs hasletleri sayesinde, cihana meydan okurcasına yaptıkları harika hizmetlerini’ tebrik etmek maksadıyla söylemişti.
Bu tabir lâhika mektupları ile yayılınca, başka yerlerde bulunan Nur Talebeleri, bunu iman hizmetinin mühim bir merhalesi olarak kabul etmişler ve onlar gibi hizmet ederek benzer sıfatlar alma çabası içine girmişlerdi.
Fakat böyle mânevî mazhariyet sayılan sıfatlar taşımak için sadece dünyevî makam, mevki, itibar ve zevkleri bırakmak yetmiyordu. Onların yanı sıra, her türlü mânevî makamı ve uhrevî ezvakı da terk etmek gerekiyordu.
Nitekim Bediüzzaman Said Nursî, onlara benzemek isteyen bir talebesine, “Bu şehre bir kutup, bir gavs-ı âzam gelse, ‘Seni on günde velâyet derecesine çıkaracağım’ dese; sen Risâle-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın” diyerek Nur hizmetinin bu cihetini nazara vermişti.
Bunun üzerine kendisinde hizmet cehtinin, maddî mânevî feragât faziletinin ve ihlâs hasletinin varlığını hisseden pek çok Nur Talebesi de bu gibi meziyetlerini hizmetine hasrederek Ispartalı olmadığı hâlde onları örnek alarak Isparta kahramanlarına arkadaş olmuştu.
Kastamonu’da mezkûr hitaba muhatap olan Mehmed Feyzi Efendi de onlardan biriydi.
***
Mehmed Feyzi Pamukçu.
28 Mart 1912 yılında Kastamonu’nun Müderris Atabey köyünde doğdu. İlim öğrenmeye ve öğretmeye meraklı bir insan olan babası İzzet Efendinin de gayretleriyle küçük yaşta Kur’ân okumayı öğrendi, mahalle mektebinde mahir hocaların sayesinde çok iyi bir eğitim gördü.
Bu arada Kur’ân’ı hıfzetti, Arapça’yı öğrendi. Devletin ve milletin içinde bulunduğu zorluklara, sıkıntılara rağmen zamanının çoğunu medreselerde, tekkelerde ve kütüphânelerde geçirerek hem ilmî, hem de tasavvufî yönden kendisini yetiştirdi.
Fıtratında ilme karşı gayet büyük bir iştiyak olduğundan, genç yaşta altı yüze yakın kitap okudu. İlmî çalışmaları ihmal etmeden tasavvufî hâlleri yaşayan ahlâklı, faziletli, takva ehli, ilmi ile âmil bir âlim olarak temayüz edince çevresindeki insanlar ona bir mürşit nazarıyla bakmaya başladılar.
Kendisinden ders ve feyiz almaya gelen insanları irşat etmeye çalıştıkça pek çok meselede irşada muhtaç olduğunu hisseden Mehmed Feyzi, kendisini her yönden yetiştirecek bir mürşit arayışı içine girdi.
1937 yılında İstanbul’a gittiğinde maksadını öğrenen bir hemşehrisi, Kastamonu’ya büyük bir hocanın sürgün edildiğini söyleyerek Said Nursî’den bahsetti ise de pek ilgi göstermedi.
Mehmed Feyzi’nin, Said Nursî ismine ilgisizliği Kastamonu’ya döndükten sonra da devam etti. Bir yıl kadar sonra Hizbü’n-Nuriye’yi ve Otuz İkinci Söz’ü okuyunca merak etmeye başladı.
Bilhassa “Bütün tabiatperest, esbabperest ve müşrik gibi umum enva-i ehl-i şirkin ve küfrün ve dalâletin tevehhüm ettikleri şeriklerin namına” farz edilen muhayyel şahsın ‘mevcudât-ı âlemden bir şeye Rab olmak istemesi’ karşısında varlıkların dilinden verilen cevaplara hayran kaldı.
Böyle bir eseri ancak zamanın mürşidinin yazabileceğini düşündüğü günlerde, içinde mânevî beşaret sayılabilecek pek çok işaretin de bulunduğu manidar bir rüya görünce bunu kendisine yapılmış gaybî bir dâvet olarak kabul etti ve ziyaretine gitti.
Çevresinde ismi bazı muteber sıfatlarla birlikte anılmasına rağmen sadece Mehmed Fevzi diye tanıttı kendisini. Onu, uzun zamandır hizmetinde bulunan samîmî bir talebesi imiş gibi karşılayan Said Nursî, isminin Mehmed Feyzi olmasını teklif etti. O da kabul edince, böyle lâtif bir isim tashihiyle başladı münasebetleri.
Said Nursî’yi gördüğü anda aradığı mürşidi bulduğunu hisseden Mehmed Feyzi, sık sık ziyaret ederek hem onu daha yakından tanıdı, hem de hizmetine biraz âşina oldu.
Bediüzzaman’ı ziyaret edip eserlerini okumanın çok feyizli ama yasak olduğunun farkındaydı. Tekke ve tarikatların da keşif ve kerâmet gibi mânevî zevklerle dolu olduğunu biliyordu.
Buna rağmen birini diğerine tercih edemedi ve hem ‘Isparta kahramanları’ gibi Risâle-i Nurları okuyup Bediüzzaman’ın hizmetine girmek, hem de mensup olduğu tarikatların zikirlerine devam etmek istedi.
Lâkin ondan, “Feyzi kardeşim, sen Isparta vilayetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan tam onlar gibi olmalısın” diye başlayan, Risâle-i Nur hizmeti ile tarikatların farkını anlatan ve mezkûr ikazla biten mektubu alınca ikisinin bir arada olmayacağını anladı.
Bunun üzerine tasavvuf yolundaki makamı, sıfatı, imkânı, müridânı, mânevî ezvakı bıraktı. Kanunsuz takiplere, tacizlere maruz kalmayı, mahkemelere verilip hapislere atılmayı, sürgünlere gönderilmeyi, eziyeti, sıkıntıyı, ıztırabı, çileyi göze aldı ve Said Nursî’nin hizmetine girdi.
O sırada İkinci Dünya Savaşı başladığı için Mehmed Feyzi Efendi kısa zamanda Nur hizmetinin hazzını aldı ama hızlanmaya fırsat bulamadan ihtiyat askeri olarak İstanbul’a gitti.
Terhis olduğu zaman İstanbul’da kalmayı düşündüğü günlerde Kastamonu’da bulunan arkadaşı Tahsin’den gelen mektupta Bediüzzaman’ın kendi el yazısı ile ve kırmızı kalemle yazdığı “Feyzi kardaşım, İstanbul Eski Said’i bilir. Yeni Said’in kardaşı Feyzi’yi alıp kendine çekmesin. Senin orada kalmana Risâle-i Nur razı değil” notunu görünce vazgeçti.
Yedi ay kadar sonra Kastamonu’ya döndü, tarikatlarla irtibatını kesip diğer meşguliyetlerini bıraktı. Kendisini Risâle-i Nur hizmetine vakfedince Bediüzzaman ona ‘Küçük Hüsrev’ namını verdi.
Bunun üzerine o da “Biz bu memleket talebeleri, Isparta kahramanlarının küçük kardeşleri, belki onların talebeleriyiz; dersi, hizmeti ve ciddiyeti onlardan alıyoruz” diyerek ‘Isparta kahramanlarına arkadaş’ oldu.
Ondan sonda zamanının çoğunu Said Nursî’nin yanında geçirmeye başladı. Onunla birlikte kırlara çıkıp dağlara gitti, ona Arapça ve Türkçe kitaplarını okudu, Risâlelerin tashihine yardım etti.
Abdullah Yeğin’le, Çaycı Emin’le birlikte Bediüzzaman’ın mektuplarını yazarak Kastamonu Lâhikası’nın teşekkülüne vesile oldu; Dördüncü, Beşinci, Altıncı şuâların ve Yedinci Şuâ olan Ayetü’l-Kübra’nın telifine de yardım etti.
Gerektiğinde onun ahâli ile irtibatını da o sağladığı için Mevlânâ Halid’in, Küçük Âşık adlı müridinin torunlarından olan Asiye Hanım, Mevlânâ Halid’in mücedditlik nişanı olan ve kendisine dedesinden tevarüs eden cübbeyi, ‘Emanetin asıl sahibi odur’ diyerek Feyzi’yle Bediüzzaman’a gönderdi.
Hediye kabul etmeyen Bediüzzaman Said Nursî’nin cübbeyi alıp sahiplenmesini de “Mübarek Üstadımızın o cübbeyi kabulü, Mevlânâ Halid’den sonra vazife-i teceddüd-ü dinin kendisine intikaline bir alâmet telâkkî etmesindendir” diye düşündü.
Mehmed Feyzi Efendi, Bediüzzaman’a hizmet ettiği sekiz sene içinde, aralarında Hicaz’da bulunan ‘Kambur’ lâkaplı Kutb-u Âzam’a hitabının da bulunduğu bunun gibi daha pek çok harika hadiseye şahit oldu.
Hissiyâtı hayatının şaşaalı günlerinin hasretini çektiği zamanlar, Üstadının atının yularını tutup Kastamonu sokaklarında gezdirerek nefsini gemledi, yeri geldi günlerce karakollarda işkence gördü, eza, cefa çekti, takip ve taciz edildi ama o iman, Kur’ân hizmetinden ayrılmadı.
Yeni ve daha şiddetli taarruzlara maruz kaldıkça Üstadının, dört cihette taarruzun olduğunu, dikkat etmelerini ve demir gibi sebat etmelerini isteyen tavsiyelerini hatırlayarak sebat etti.
“Kardeşim! Çoktandır sekiz seneden fazla bir yerde kalmamışım. Şimdi buraya geleli sekiz sene oluyor. Bu sene her halde ya vefat edeceğim, ya da başka bir yere gideceğim. Belki bir daha görüşemeyiz. Bir zaman gelecek, her tarafta Risâle-i Nur’un talebeleri bulunacak. Birbirinizden ve Risâle-i Nur’dan ayrılmayınız” şeklindeki sözleri de o kerametvâri hadiselerden biriydi.
Nitekim çok geçmeden Bediüzzaman’ın evinin yanı sıra onun evine de ard arda baskınlar yapıldı, Risâle-i Nurlarla birlikte yüzlerce ilmî kitabı da alındı, karakolun daracık nezarethânesine atıldı ve günlerce ağır işkencelere maruz kaldı.
1943 Eylülünde Said Nursî’nin ardından Kastamonulu diğer Nur Talebeleri ile birlikte Mehmed Feyzi de Denizli Hapishanesine sevk edildi. Hapishanenin şartları çok ağır olmasına rağmen fazla etkilenmedi.
Zira onun da en çok arzu ettiği şey, Üstadının yanında olmasıydı. Orada hem fırsat buldukça onun hizmetinde bulundu, hem de Meyve Risâlesi’nin telifine ve Latin harfleri ile intişarına yardımcı oldu.
Denizli Mahkemesinin beraat kararı vermesi üzerine hapishaneden tahliye edilince Kastamonu’ya döndü ve eskisinden daha büyük bir şevkle Risâle-i Nur hizmetlerine devam etti.
Bediüzzaman ve talebelerinin yolu 1948 senesinin Ocak ayında girdikleri Afyon Hapishanesinin, kırık camları parmak kalınlığında buz tutan soğuk koğuşlarından geçerken aralarında Mehmed Feyzi de vardı.
Medrese-i Yusufiyede Üstadına yoldaş olan 53 maznun gibi o da hapishanede boş durmadı. Bir yandan Afyon Hapishanesinin meyvesi addedilen ‘El-Hüccetü’z-Zehra’ Risâlesinin telifine yardım etti, diğer yandan da isteyen mahkûmlara Kur’ân öğretti.
Kendisinde pişmanlık tezahürleri görmek isteyen hakimlerin karşısına çıktığı zaman “İddianame, beni Üstadım Said Nursî’nin hem sır kâtibi, hem kendisiyle, hem Risâle-i Nur’la şiddetli alâkalı, hem çok hizmet ettiğimi bahisle, bu hareketimi medar-ı mesuliyet saymış. Ben de buna karşı bütün kuvvetimle bu ithamı kabul edip iftihar ediyorum” diye başlayan müessir bir müdafaa yaptı.
Demokrat Parti iktidarını müteakip Afyon Hapishanesinden tahliye edilip Kastamonu’ya döndükten sonra da sık sık Üstadını ziyaret edip mektuplar yazarak ondan feyiz almaya devam etti.
Bediüzzaman’ın vefatından sonra evinde inzivaya çekilen ve mecbur kalmadıkça dışarıya çıkmayan Mehmed Feyzi Efendi, siyasî ve içtimaî meselelere girmekten imtina etti.
Bu yüzden yetmişli yıllarda kendisine yakın olan bazı talebelerin çeşitli siyasî partilere girmelerine de müdahale etmedi, onlara karşı çıkanlara da. Bu tavrının ihtilâflara sebep olduğunu anlatmak için ‘Beş parmak gibi parça parça olduk’ diyenlere, ‘İyi ya işte, aynı koldayız’ şeklinde nükteli cevaplar verdi.
Bir Nur medresesi hâline getirdiği evinde haftanın muayyen günlerinde kendine has usûlüyle münhasıran imanî dersler yaparak yüzlerce insanın imanının kurtulmasına veya kuvvetlenmesine vesile oldu.
1989 yılının, Mi’rac kandiline tekabül eden 4 Mart gecesinde vefat ederek Rahmet-i Rahmâna kavuştuğunda 77 yaşındaydı. Vefatının 18. yılında, onu bir kere daha Abdullah Yeğin Ağabeyin duâsıyla rahmetle anıyoruz: “Mehmed Feyzi Ağabeyimizin kıyâmete kadar defter-i hasenâtının kapanmamasını ve bizlerin de âhirete göçen bütün ağabey ve Üstâdımızla haşr olmamızı Rahmet-i İlâhiyeden niyâz ederiz.”
ismail YAŞAR
04.03.2007 [b]
Isparta kahramanları...
Bir takdir, tahsin, tebcil ve tes’id ifadesidir bu tabir.
Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nurların telifi ve intişarı sırasında Ispartalı talebelerinin ‘harika sadakatları, fevkalâde metanetleri, fıtrî cesaretleri, iman kuvvetleri ve ihlâs hasletleri sayesinde, cihana meydan okurcasına yaptıkları harika hizmetlerini’ tebrik etmek maksadıyla söylemişti.
Bu tabir lâhika mektupları ile yayılınca, başka yerlerde bulunan Nur Talebeleri, bunu iman hizmetinin mühim bir merhalesi olarak kabul etmişler ve onlar gibi hizmet ederek benzer sıfatlar alma çabası içine girmişlerdi.
Fakat böyle mânevî mazhariyet sayılan sıfatlar taşımak için sadece dünyevî makam, mevki, itibar ve zevkleri bırakmak yetmiyordu. Onların yanı sıra, her türlü mânevî makamı ve uhrevî ezvakı da terk etmek gerekiyordu.
Nitekim Bediüzzaman Said Nursî, onlara benzemek isteyen bir talebesine, “Bu şehre bir kutup, bir gavs-ı âzam gelse, ‘Seni on günde velâyet derecesine çıkaracağım’ dese; sen Risâle-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın” diyerek Nur hizmetinin bu cihetini nazara vermişti.
Bunun üzerine kendisinde hizmet cehtinin, maddî mânevî feragât faziletinin ve ihlâs hasletinin varlığını hisseden pek çok Nur Talebesi de bu gibi meziyetlerini hizmetine hasrederek Ispartalı olmadığı hâlde onları örnek alarak Isparta kahramanlarına arkadaş olmuştu.
Kastamonu’da mezkûr hitaba muhatap olan Mehmed Feyzi Efendi de onlardan biriydi.
***
Mehmed Feyzi Pamukçu.
28 Mart 1912 yılında Kastamonu’nun Müderris Atabey köyünde doğdu. İlim öğrenmeye ve öğretmeye meraklı bir insan olan babası İzzet Efendinin de gayretleriyle küçük yaşta Kur’ân okumayı öğrendi, mahalle mektebinde mahir hocaların sayesinde çok iyi bir eğitim gördü.
Bu arada Kur’ân’ı hıfzetti, Arapça’yı öğrendi. Devletin ve milletin içinde bulunduğu zorluklara, sıkıntılara rağmen zamanının çoğunu medreselerde, tekkelerde ve kütüphânelerde geçirerek hem ilmî, hem de tasavvufî yönden kendisini yetiştirdi.
Fıtratında ilme karşı gayet büyük bir iştiyak olduğundan, genç yaşta altı yüze yakın kitap okudu. İlmî çalışmaları ihmal etmeden tasavvufî hâlleri yaşayan ahlâklı, faziletli, takva ehli, ilmi ile âmil bir âlim olarak temayüz edince çevresindeki insanlar ona bir mürşit nazarıyla bakmaya başladılar.
Kendisinden ders ve feyiz almaya gelen insanları irşat etmeye çalıştıkça pek çok meselede irşada muhtaç olduğunu hisseden Mehmed Feyzi, kendisini her yönden yetiştirecek bir mürşit arayışı içine girdi.
1937 yılında İstanbul’a gittiğinde maksadını öğrenen bir hemşehrisi, Kastamonu’ya büyük bir hocanın sürgün edildiğini söyleyerek Said Nursî’den bahsetti ise de pek ilgi göstermedi.
Mehmed Feyzi’nin, Said Nursî ismine ilgisizliği Kastamonu’ya döndükten sonra da devam etti. Bir yıl kadar sonra Hizbü’n-Nuriye’yi ve Otuz İkinci Söz’ü okuyunca merak etmeye başladı.
Bilhassa “Bütün tabiatperest, esbabperest ve müşrik gibi umum enva-i ehl-i şirkin ve küfrün ve dalâletin tevehhüm ettikleri şeriklerin namına” farz edilen muhayyel şahsın ‘mevcudât-ı âlemden bir şeye Rab olmak istemesi’ karşısında varlıkların dilinden verilen cevaplara hayran kaldı.
Böyle bir eseri ancak zamanın mürşidinin yazabileceğini düşündüğü günlerde, içinde mânevî beşaret sayılabilecek pek çok işaretin de bulunduğu manidar bir rüya görünce bunu kendisine yapılmış gaybî bir dâvet olarak kabul etti ve ziyaretine gitti.
Çevresinde ismi bazı muteber sıfatlarla birlikte anılmasına rağmen sadece Mehmed Fevzi diye tanıttı kendisini. Onu, uzun zamandır hizmetinde bulunan samîmî bir talebesi imiş gibi karşılayan Said Nursî, isminin Mehmed Feyzi olmasını teklif etti. O da kabul edince, böyle lâtif bir isim tashihiyle başladı münasebetleri.
Said Nursî’yi gördüğü anda aradığı mürşidi bulduğunu hisseden Mehmed Feyzi, sık sık ziyaret ederek hem onu daha yakından tanıdı, hem de hizmetine biraz âşina oldu.
Bediüzzaman’ı ziyaret edip eserlerini okumanın çok feyizli ama yasak olduğunun farkındaydı. Tekke ve tarikatların da keşif ve kerâmet gibi mânevî zevklerle dolu olduğunu biliyordu.
Buna rağmen birini diğerine tercih edemedi ve hem ‘Isparta kahramanları’ gibi Risâle-i Nurları okuyup Bediüzzaman’ın hizmetine girmek, hem de mensup olduğu tarikatların zikirlerine devam etmek istedi.
Lâkin ondan, “Feyzi kardeşim, sen Isparta vilayetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan tam onlar gibi olmalısın” diye başlayan, Risâle-i Nur hizmeti ile tarikatların farkını anlatan ve mezkûr ikazla biten mektubu alınca ikisinin bir arada olmayacağını anladı.
Bunun üzerine tasavvuf yolundaki makamı, sıfatı, imkânı, müridânı, mânevî ezvakı bıraktı. Kanunsuz takiplere, tacizlere maruz kalmayı, mahkemelere verilip hapislere atılmayı, sürgünlere gönderilmeyi, eziyeti, sıkıntıyı, ıztırabı, çileyi göze aldı ve Said Nursî’nin hizmetine girdi.
O sırada İkinci Dünya Savaşı başladığı için Mehmed Feyzi Efendi kısa zamanda Nur hizmetinin hazzını aldı ama hızlanmaya fırsat bulamadan ihtiyat askeri olarak İstanbul’a gitti.
Terhis olduğu zaman İstanbul’da kalmayı düşündüğü günlerde Kastamonu’da bulunan arkadaşı Tahsin’den gelen mektupta Bediüzzaman’ın kendi el yazısı ile ve kırmızı kalemle yazdığı “Feyzi kardaşım, İstanbul Eski Said’i bilir. Yeni Said’in kardaşı Feyzi’yi alıp kendine çekmesin. Senin orada kalmana Risâle-i Nur razı değil” notunu görünce vazgeçti.
Yedi ay kadar sonra Kastamonu’ya döndü, tarikatlarla irtibatını kesip diğer meşguliyetlerini bıraktı. Kendisini Risâle-i Nur hizmetine vakfedince Bediüzzaman ona ‘Küçük Hüsrev’ namını verdi.
Bunun üzerine o da “Biz bu memleket talebeleri, Isparta kahramanlarının küçük kardeşleri, belki onların talebeleriyiz; dersi, hizmeti ve ciddiyeti onlardan alıyoruz” diyerek ‘Isparta kahramanlarına arkadaş’ oldu.
Ondan sonda zamanının çoğunu Said Nursî’nin yanında geçirmeye başladı. Onunla birlikte kırlara çıkıp dağlara gitti, ona Arapça ve Türkçe kitaplarını okudu, Risâlelerin tashihine yardım etti.
Abdullah Yeğin’le, Çaycı Emin’le birlikte Bediüzzaman’ın mektuplarını yazarak Kastamonu Lâhikası’nın teşekkülüne vesile oldu; Dördüncü, Beşinci, Altıncı şuâların ve Yedinci Şuâ olan Ayetü’l-Kübra’nın telifine de yardım etti.
Gerektiğinde onun ahâli ile irtibatını da o sağladığı için Mevlânâ Halid’in, Küçük Âşık adlı müridinin torunlarından olan Asiye Hanım, Mevlânâ Halid’in mücedditlik nişanı olan ve kendisine dedesinden tevarüs eden cübbeyi, ‘Emanetin asıl sahibi odur’ diyerek Feyzi’yle Bediüzzaman’a gönderdi.
Hediye kabul etmeyen Bediüzzaman Said Nursî’nin cübbeyi alıp sahiplenmesini de “Mübarek Üstadımızın o cübbeyi kabulü, Mevlânâ Halid’den sonra vazife-i teceddüd-ü dinin kendisine intikaline bir alâmet telâkkî etmesindendir” diye düşündü.
Mehmed Feyzi Efendi, Bediüzzaman’a hizmet ettiği sekiz sene içinde, aralarında Hicaz’da bulunan ‘Kambur’ lâkaplı Kutb-u Âzam’a hitabının da bulunduğu bunun gibi daha pek çok harika hadiseye şahit oldu.
Hissiyâtı hayatının şaşaalı günlerinin hasretini çektiği zamanlar, Üstadının atının yularını tutup Kastamonu sokaklarında gezdirerek nefsini gemledi, yeri geldi günlerce karakollarda işkence gördü, eza, cefa çekti, takip ve taciz edildi ama o iman, Kur’ân hizmetinden ayrılmadı.
Yeni ve daha şiddetli taarruzlara maruz kaldıkça Üstadının, dört cihette taarruzun olduğunu, dikkat etmelerini ve demir gibi sebat etmelerini isteyen tavsiyelerini hatırlayarak sebat etti.
“Kardeşim! Çoktandır sekiz seneden fazla bir yerde kalmamışım. Şimdi buraya geleli sekiz sene oluyor. Bu sene her halde ya vefat edeceğim, ya da başka bir yere gideceğim. Belki bir daha görüşemeyiz. Bir zaman gelecek, her tarafta Risâle-i Nur’un talebeleri bulunacak. Birbirinizden ve Risâle-i Nur’dan ayrılmayınız” şeklindeki sözleri de o kerametvâri hadiselerden biriydi.
Nitekim çok geçmeden Bediüzzaman’ın evinin yanı sıra onun evine de ard arda baskınlar yapıldı, Risâle-i Nurlarla birlikte yüzlerce ilmî kitabı da alındı, karakolun daracık nezarethânesine atıldı ve günlerce ağır işkencelere maruz kaldı.
1943 Eylülünde Said Nursî’nin ardından Kastamonulu diğer Nur Talebeleri ile birlikte Mehmed Feyzi de Denizli Hapishanesine sevk edildi. Hapishanenin şartları çok ağır olmasına rağmen fazla etkilenmedi.
Zira onun da en çok arzu ettiği şey, Üstadının yanında olmasıydı. Orada hem fırsat buldukça onun hizmetinde bulundu, hem de Meyve Risâlesi’nin telifine ve Latin harfleri ile intişarına yardımcı oldu.
Denizli Mahkemesinin beraat kararı vermesi üzerine hapishaneden tahliye edilince Kastamonu’ya döndü ve eskisinden daha büyük bir şevkle Risâle-i Nur hizmetlerine devam etti.
Bediüzzaman ve talebelerinin yolu 1948 senesinin Ocak ayında girdikleri Afyon Hapishanesinin, kırık camları parmak kalınlığında buz tutan soğuk koğuşlarından geçerken aralarında Mehmed Feyzi de vardı.
Medrese-i Yusufiyede Üstadına yoldaş olan 53 maznun gibi o da hapishanede boş durmadı. Bir yandan Afyon Hapishanesinin meyvesi addedilen ‘El-Hüccetü’z-Zehra’ Risâlesinin telifine yardım etti, diğer yandan da isteyen mahkûmlara Kur’ân öğretti.
Kendisinde pişmanlık tezahürleri görmek isteyen hakimlerin karşısına çıktığı zaman “İddianame, beni Üstadım Said Nursî’nin hem sır kâtibi, hem kendisiyle, hem Risâle-i Nur’la şiddetli alâkalı, hem çok hizmet ettiğimi bahisle, bu hareketimi medar-ı mesuliyet saymış. Ben de buna karşı bütün kuvvetimle bu ithamı kabul edip iftihar ediyorum” diye başlayan müessir bir müdafaa yaptı.
Demokrat Parti iktidarını müteakip Afyon Hapishanesinden tahliye edilip Kastamonu’ya döndükten sonra da sık sık Üstadını ziyaret edip mektuplar yazarak ondan feyiz almaya devam etti.
Bediüzzaman’ın vefatından sonra evinde inzivaya çekilen ve mecbur kalmadıkça dışarıya çıkmayan Mehmed Feyzi Efendi, siyasî ve içtimaî meselelere girmekten imtina etti.
Bu yüzden yetmişli yıllarda kendisine yakın olan bazı talebelerin çeşitli siyasî partilere girmelerine de müdahale etmedi, onlara karşı çıkanlara da. Bu tavrının ihtilâflara sebep olduğunu anlatmak için ‘Beş parmak gibi parça parça olduk’ diyenlere, ‘İyi ya işte, aynı koldayız’ şeklinde nükteli cevaplar verdi.
Bir Nur medresesi hâline getirdiği evinde haftanın muayyen günlerinde kendine has usûlüyle münhasıran imanî dersler yaparak yüzlerce insanın imanının kurtulmasına veya kuvvetlenmesine vesile oldu.
1989 yılının, Mi’rac kandiline tekabül eden 4 Mart gecesinde vefat ederek Rahmet-i Rahmâna kavuştuğunda 77 yaşındaydı. Vefatının 18. yılında, onu bir kere daha Abdullah Yeğin Ağabeyin duâsıyla rahmetle anıyoruz: “Mehmed Feyzi Ağabeyimizin kıyâmete kadar defter-i hasenâtının kapanmamasını ve bizlerin de âhirete göçen bütün ağabey ve Üstâdımızla haşr olmamızı Rahmet-i İlâhiyeden niyâz ederiz.”
ismail YAŞAR
04.03.2007 [b]
YesilSancak!- Mesaj Sayısı : 278
Rep :
Points : -4
Kayıt tarihi : 05/09/08
Geri: MEHMED FEYZİ PAMUKÇU AĞABEY
Mehmed Feyzi Ağabey'den Sırlı Bir Hadiseyi Anlatan Bir Yazı
KASTAMONU’DA VUSLAT
İşte geldim efendim, sana geldim. Gerçi biraz geç bir iade-i ziyaret oldu benimkisi; ama ne çare, gaflet işte efendim. Geç de olsa, güç de olsa geldim. Nasıl gelmezdim ki? Çünkü sen bana gelmiştin, bundan tam 23 yıl önceydi. Benim dünyaya gelmemle birlikte sen de bana gelmiştin. Hem de ne güzel bir suretteydi gelişin. Bedenin bu mübarek diyar Kastamonu’da kim bilir hangi ibadet hangi hizmetle meşgulken ruhun Eskişehir’de başka bir güzellikle meşguldü. Takvimlerin yaprağı 4 Mayıs 1984 tarihini gösteriyordu. Kendi halinde, mazbut bir yaşam sürdüren Mehmet Bey ve Fatma Hanım’ın evinde o gün tatlı bir telaş vardı. Nasıl olmasındı? Daha önce 4 evladını daha yaşlarını bile doldurmadan toprağa vermişlerdi. Ve şimdi 5. bebeklerini dört gözle beklerlerken o anın geldiğini anlamışlardı. Mehmet Bey taksi çağırmakla meşgulken Fatma Hanım’ın aklına birden alt komşuları Şefika Hanım’a vermiş olduğu söz geldi. Şefika Hanım’ın çocuğu olmadığından kendisinin yaşayamadığı bu heyecanı en azından kardeşi gibi sevdiği Fatma Hanım’la yaşamak istiyordu. Bu düşünceyle kendisini de yanlarında doğuma götürmelerini rica etmiş, onlar da hiç düşünmeden bunu kabul etmişti. Bu yüzden yanlarında Şefika Hanım olduğu halde hastanenin yolunu tuttular. Şefika Hanım’ın eşi Niyazi Bey ise onlara katılmamış, evde abdestini almış uzanır vaziyette sabah ezanın okunmasını beklemekteydi. Ne olduysa işte tam bu sırada oldu. Odanın kapısı usulca açıldı ve içeri nur yüzlü, uzun ve düzgün sakalı, gayet muntazam sarılmış sarığı ve müthiş heybetiyle nurani bir zaat girdi. Niyazi Bey telaşlanmış, ne yapacağını şaşırmıştı. Nur yüzlü bilge önce Allah’ın selamını verdi, sonra ona korkmamasını söyledi. Niyazi Bey artık korkmuyordu, ondaki güzellikleri seyre dalmıştı çoktan. Sözlerine şöyle devam etti etrafına ışık saçan adam: “Mehmet Bey’in sağlıklı, uzun ömürlü, hayırlı bir oğlu oldu. İsmini Mehmet Feyzi koyun, yoksa yaşamayacak” İşte böyle dedi ve kayboldu aniden. Niyazi Bey’in kulaklarında son duyduğu cümle, gözyaşları içinde duaya koyuldu. Çok geçmeden dış kapının açıldığını duydu, gelen eşiydi. “Dur, söyleme” dedi Niyazi Bey “oğulları oldu değil mi?” “Evet” dedi Şefika Hanım şaşkın bir halde. “Nereden bildin?” O zamanlar ultrasonla bebeğin cinsiyetini bilmek mümkün olmadığı için şaşırmıştı. Niyazi Bey bir soru daha sordu “Saat 5.45’de doğdu değil mi?” Şefika Hanım’ın şaşkınlığı bir kat daha artmıştı, ona da evet dedi ve ekledi “Bey neler oldu sana, anlatmayacak mısın?” Niyazi Bey tüm olup biteni anlattı eşine ve ekledi “O gelen Kastamonu’lu Mehmed Feyzi Efendi’ydi, daha önce fotoğrafını görmüştüm.” Evet, işte böyle efendim. O sabah sen gelip bana ismini bağışlamıştın, bahşetmiştin. Bense şimdiye kadar bu ismi layığıyla taşıyamadım. Affet, hakkını helal et efendim. Şimdi senin doğduğun şehirdeyim ve ben de burada yeniden doğdum. Allah Sen’den, senin hizmet ettiğinden, hizmet edene hizmet edenlerden ebeden daimen razı olsun
. İnşallah burada olduğu gibi ebedi alemde de kavuşur, buluşuruz. Amin…
03.03.2007 KASTAMONU
KASTAMONU’DA VUSLAT
İşte geldim efendim, sana geldim. Gerçi biraz geç bir iade-i ziyaret oldu benimkisi; ama ne çare, gaflet işte efendim. Geç de olsa, güç de olsa geldim. Nasıl gelmezdim ki? Çünkü sen bana gelmiştin, bundan tam 23 yıl önceydi. Benim dünyaya gelmemle birlikte sen de bana gelmiştin. Hem de ne güzel bir suretteydi gelişin. Bedenin bu mübarek diyar Kastamonu’da kim bilir hangi ibadet hangi hizmetle meşgulken ruhun Eskişehir’de başka bir güzellikle meşguldü. Takvimlerin yaprağı 4 Mayıs 1984 tarihini gösteriyordu. Kendi halinde, mazbut bir yaşam sürdüren Mehmet Bey ve Fatma Hanım’ın evinde o gün tatlı bir telaş vardı. Nasıl olmasındı? Daha önce 4 evladını daha yaşlarını bile doldurmadan toprağa vermişlerdi. Ve şimdi 5. bebeklerini dört gözle beklerlerken o anın geldiğini anlamışlardı. Mehmet Bey taksi çağırmakla meşgulken Fatma Hanım’ın aklına birden alt komşuları Şefika Hanım’a vermiş olduğu söz geldi. Şefika Hanım’ın çocuğu olmadığından kendisinin yaşayamadığı bu heyecanı en azından kardeşi gibi sevdiği Fatma Hanım’la yaşamak istiyordu. Bu düşünceyle kendisini de yanlarında doğuma götürmelerini rica etmiş, onlar da hiç düşünmeden bunu kabul etmişti. Bu yüzden yanlarında Şefika Hanım olduğu halde hastanenin yolunu tuttular. Şefika Hanım’ın eşi Niyazi Bey ise onlara katılmamış, evde abdestini almış uzanır vaziyette sabah ezanın okunmasını beklemekteydi. Ne olduysa işte tam bu sırada oldu. Odanın kapısı usulca açıldı ve içeri nur yüzlü, uzun ve düzgün sakalı, gayet muntazam sarılmış sarığı ve müthiş heybetiyle nurani bir zaat girdi. Niyazi Bey telaşlanmış, ne yapacağını şaşırmıştı. Nur yüzlü bilge önce Allah’ın selamını verdi, sonra ona korkmamasını söyledi. Niyazi Bey artık korkmuyordu, ondaki güzellikleri seyre dalmıştı çoktan. Sözlerine şöyle devam etti etrafına ışık saçan adam: “Mehmet Bey’in sağlıklı, uzun ömürlü, hayırlı bir oğlu oldu. İsmini Mehmet Feyzi koyun, yoksa yaşamayacak” İşte böyle dedi ve kayboldu aniden. Niyazi Bey’in kulaklarında son duyduğu cümle, gözyaşları içinde duaya koyuldu. Çok geçmeden dış kapının açıldığını duydu, gelen eşiydi. “Dur, söyleme” dedi Niyazi Bey “oğulları oldu değil mi?” “Evet” dedi Şefika Hanım şaşkın bir halde. “Nereden bildin?” O zamanlar ultrasonla bebeğin cinsiyetini bilmek mümkün olmadığı için şaşırmıştı. Niyazi Bey bir soru daha sordu “Saat 5.45’de doğdu değil mi?” Şefika Hanım’ın şaşkınlığı bir kat daha artmıştı, ona da evet dedi ve ekledi “Bey neler oldu sana, anlatmayacak mısın?” Niyazi Bey tüm olup biteni anlattı eşine ve ekledi “O gelen Kastamonu’lu Mehmed Feyzi Efendi’ydi, daha önce fotoğrafını görmüştüm.” Evet, işte böyle efendim. O sabah sen gelip bana ismini bağışlamıştın, bahşetmiştin. Bense şimdiye kadar bu ismi layığıyla taşıyamadım. Affet, hakkını helal et efendim. Şimdi senin doğduğun şehirdeyim ve ben de burada yeniden doğdum. Allah Sen’den, senin hizmet ettiğinden, hizmet edene hizmet edenlerden ebeden daimen razı olsun
. İnşallah burada olduğu gibi ebedi alemde de kavuşur, buluşuruz. Amin…
03.03.2007 KASTAMONU
YesilSancak!- Mesaj Sayısı : 278
Rep :
Points : -4
Kayıt tarihi : 05/09/08
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz