Bediüzzaman'ın yeğeni Abdurrahman ve halefleri
1 sayfadaki 1 sayfası
Bediüzzaman'ın yeğeni Abdurrahman ve halefleri
Bediüzzaman’ın yeğeni Abdurrahman ve halefleri (1)
İnsanların hayatında bazı kişiler özel bir yere sahiptir. Biri birisiz düşünülemez. Ayrılmaz ikili zannedersiniz. Hiç beklenmedik bir anda ayrıldıklarını görürsünüz. Onun hasreti yakar, kavurur. O kişinin hayatına giren sonrakiler öncekilerle birlikte zikredilir. Öncekilere selef, sonrakilere halef denir. Tarihimizde halef-selef ikilemine çok rastlarız. Halifeler bu mânâda Hz. Peygamberin (asm) takipçileridir.
Bediüzzaman’ın hayatında yeğeni Abdurrahman’ın yeri çok özeldir. O, yeğeninden çok oğlu gibidir. Abdurrahman, 18 yaşına kadar İstanbul hayatında Bediüzzaman’a çok hizmetler yapmıştır.1 Bu özelliğinden dolayı onun ismi anılırken farklı bir bağlantı kurulur.
Hulusi Bey anlatılırken Abdurrahman benzetmesi yapılır. Hulusi Beyle Abdurrahman halef-seleftir. Onlar birbirlerini hayatta belki görmemişlerdir. Hâlbuki Bediüzzaman’ın hayatında onlar birleştirilmiştir. Barla mektupları içinde tek başına yer alan Abdurrahman’ın mektubu Hulusi Beyin mektuplarının arasına konulmuştur.
Mektup, Said Nursî’nin takdim cümlesi ile başlar: “Hulûsi Beyin selefi, yirmi altı yaşında vefat eden birader zadem Abdurrahman’ın, vefatından bir-iki ay evvel yazdığı mektuptur.” Bununla halef Hulusi Beye atıf yapılmaktadır. Abdurrahman’ın değerini anlamak için Hulusi Beye bakmak gerekir. Ondan doğan boşluğu Hulusi Bey doldurmuştur.
Abdurrahman mektubuna “es-selâmü aleyküm”2 selâmı ile başlar. İlk cümlesi amca-yeğen ilişkilerini hatırlatan saygı cümlesidir: “Ellerinizden öper, duânızı dilemekteyim.” Arada geçen uzun ayrılık yıllarının özlemi vardır. Özeleştiri yapılmıştır. Üstaddan af dilemektedir. Abdurrahman,
Üstadla 1922 yılı sonlarında Ankara’ya geldi. 5-6 ay birlikte kaldılar. Bediüzzaman malûm meselelerden dolayı Ankara’dan ayrılarak Van’a gitti. Abdurrahman amcasının onayını almadan Ankara’da kaldı. Mecliste kâtip olarak memuriyete başladı. Böylece Bediüzzaman’dan koparılmış oldu.
Daha sonra Sağlık Bakanlığına geçti. 1928 yılında vefatına kadar bu görevde devam etti. Nasıl oldu da Abdurrahman, Bediüzzaman’dan koptu veya koparıldı? Bu önemli konu üzerinde ayrı bir çalışma yapmak gerekir diye düşünüyorum.
Abdurrahman, Üstadından sekiz sene ayrılıktan sonra ve vefatından ancak iki-üç ay önce bir mektup yazabilmiştir. “Sıhhat haberini” Tahsin Efendinin getirdiği “Onuncu Söz” risâlesini almakla öğreniyor. Haşirden bahseden Onuncu Söz onun hayatındaki kirleri ve pasları temizlediğini daha sonra anlatacaktır.
Burada Abdurrahman’ın Üstaddan zorla koparıldığı anlaşılıyor. Bundan dolayı bir pişmanlık yaşanmıştır. Üstadla arasında geçen konuşmayı unutmamış ve bunu da Allah’ın takdiri olarak kabul etmiştir. Bu durumu şu cümleyle ifade eder:
“Gerçi emrinize muhalefet ederek muhterem ve değerli amcamdan ayrıldığıma pişman olmuş isem de ve itâbınıza müstehak olmuş isem de, bu da mukadder imiş. Ve Cenâb-ı Hakk’ın emir ve iradesiyle ve belki de bizim için hayırlı olduğu için oldu.”
Üstaddan ayrılık Abdurrahman’ın dünyasında derin yaralar açmış ve fırtınalara sahne olmuştur. O, bir taraftan Cenâb-ı Hakkın emir ve iradesiyle olduğunu söylerken diğer taraftan “cehalet sâikasıyla” kusur yaptığını ifade eder ve “belâsını da çektiğini” belirtir.
Bundan sonra belâ çekmemek için Üstaddan af dilemekte ve duâ istemektedir. O, her ne kadar hayatında büyük gel-gitler yaşasa da Üstadının himmetinin hâlâ devam ettiğini kabul eder.
Anlaşılan o günlerde din ve ahirete zarar verecek fiiller ve hareketler yaygınlaşmaktadır. Onlardan korunmanın yolları zorlaşmıştır. Bunu da şöyle ifade eder: “Himaye ve himmetiniz sayesinde, din ve âhiretime dokunacak ef’âl ve harekâttan kendimi muhafaza ettim ve etmekte berdevamım.”
Abdurrahman kendisiyle nefis muhasebesi de yapmaktadır. Dünyanın değersiz çok lezzetlerini görmüş ve mû'sibetlerini çekmiştir. Bunların hepsi boştur. Dünyanın Allah için olmayan lezzetlerinin ve safâsının sonu zillet ve şiddetli azaptır. Dünyada Allah için ve Allah’ın emir buyurduğu yollarda çekilen ve çekilmekte olan zahmetlerin neticesinde lezzet ve mükâfat vardır.
Bunlara imân ettiği için fenâ şeyleri yapmaktan kendini koruyabilmiştir. Bu his ve bu fikir ise, Üstadının yıllar önce ona verdiği terbiye ve himmet zihninde ve hayalinde yer yapmıştır. Hakikati böyle olduğunu bildiği için bütün meşakkatlere ve sıkıntılara şükürle beraber sabretmiştir.
Abdurrahman’ın Ankara’da bulunduğu yıllarda evlendiği anlaşılıyor. Evlenme gerekçelerini ise şöyle açıklar: “Habîs olan nefsimle mücadele edebilmek ve onun hevâî ve bilâhare elem verici olan arzularını yapmamak ve dinlememek için teehhül etmek (evlenmek) mecburiyetinde kaldım ve şimdi artık her cihetle Cenâb-ı Hakkın lütuf ve keremiyle rahatım.”
Bu ifadeler onun içinde bulunduğu maddî ve daha çok mânevî sıkıntıları açıklamaktadır. Nefis daima kötülüğü ister ve kötülüklere sevk eder. Mutlu bir aile hayatını yaşadığını tahmin ediyoruz. Ancak bu mektup yazıldıktan birkaç ay sonra vefat etmesi dünya mutluluğunun da kısa sürdüğünü göstermektedir.
Dipnotlar:
1- Bkz. Abdülkadir Menek, Bediüzzaman Said Nursî İstanbul Hayatı, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2008, s. 270
2- Allah’ın selâmı üzerinize olsun
Ahmet Özdemir
10.09.2008
Yeni Asya
İnsanların hayatında bazı kişiler özel bir yere sahiptir. Biri birisiz düşünülemez. Ayrılmaz ikili zannedersiniz. Hiç beklenmedik bir anda ayrıldıklarını görürsünüz. Onun hasreti yakar, kavurur. O kişinin hayatına giren sonrakiler öncekilerle birlikte zikredilir. Öncekilere selef, sonrakilere halef denir. Tarihimizde halef-selef ikilemine çok rastlarız. Halifeler bu mânâda Hz. Peygamberin (asm) takipçileridir.
Bediüzzaman’ın hayatında yeğeni Abdurrahman’ın yeri çok özeldir. O, yeğeninden çok oğlu gibidir. Abdurrahman, 18 yaşına kadar İstanbul hayatında Bediüzzaman’a çok hizmetler yapmıştır.1 Bu özelliğinden dolayı onun ismi anılırken farklı bir bağlantı kurulur.
Hulusi Bey anlatılırken Abdurrahman benzetmesi yapılır. Hulusi Beyle Abdurrahman halef-seleftir. Onlar birbirlerini hayatta belki görmemişlerdir. Hâlbuki Bediüzzaman’ın hayatında onlar birleştirilmiştir. Barla mektupları içinde tek başına yer alan Abdurrahman’ın mektubu Hulusi Beyin mektuplarının arasına konulmuştur.
Mektup, Said Nursî’nin takdim cümlesi ile başlar: “Hulûsi Beyin selefi, yirmi altı yaşında vefat eden birader zadem Abdurrahman’ın, vefatından bir-iki ay evvel yazdığı mektuptur.” Bununla halef Hulusi Beye atıf yapılmaktadır. Abdurrahman’ın değerini anlamak için Hulusi Beye bakmak gerekir. Ondan doğan boşluğu Hulusi Bey doldurmuştur.
Abdurrahman mektubuna “es-selâmü aleyküm”2 selâmı ile başlar. İlk cümlesi amca-yeğen ilişkilerini hatırlatan saygı cümlesidir: “Ellerinizden öper, duânızı dilemekteyim.” Arada geçen uzun ayrılık yıllarının özlemi vardır. Özeleştiri yapılmıştır. Üstaddan af dilemektedir. Abdurrahman,
Üstadla 1922 yılı sonlarında Ankara’ya geldi. 5-6 ay birlikte kaldılar. Bediüzzaman malûm meselelerden dolayı Ankara’dan ayrılarak Van’a gitti. Abdurrahman amcasının onayını almadan Ankara’da kaldı. Mecliste kâtip olarak memuriyete başladı. Böylece Bediüzzaman’dan koparılmış oldu.
Daha sonra Sağlık Bakanlığına geçti. 1928 yılında vefatına kadar bu görevde devam etti. Nasıl oldu da Abdurrahman, Bediüzzaman’dan koptu veya koparıldı? Bu önemli konu üzerinde ayrı bir çalışma yapmak gerekir diye düşünüyorum.
Abdurrahman, Üstadından sekiz sene ayrılıktan sonra ve vefatından ancak iki-üç ay önce bir mektup yazabilmiştir. “Sıhhat haberini” Tahsin Efendinin getirdiği “Onuncu Söz” risâlesini almakla öğreniyor. Haşirden bahseden Onuncu Söz onun hayatındaki kirleri ve pasları temizlediğini daha sonra anlatacaktır.
Burada Abdurrahman’ın Üstaddan zorla koparıldığı anlaşılıyor. Bundan dolayı bir pişmanlık yaşanmıştır. Üstadla arasında geçen konuşmayı unutmamış ve bunu da Allah’ın takdiri olarak kabul etmiştir. Bu durumu şu cümleyle ifade eder:
“Gerçi emrinize muhalefet ederek muhterem ve değerli amcamdan ayrıldığıma pişman olmuş isem de ve itâbınıza müstehak olmuş isem de, bu da mukadder imiş. Ve Cenâb-ı Hakk’ın emir ve iradesiyle ve belki de bizim için hayırlı olduğu için oldu.”
Üstaddan ayrılık Abdurrahman’ın dünyasında derin yaralar açmış ve fırtınalara sahne olmuştur. O, bir taraftan Cenâb-ı Hakkın emir ve iradesiyle olduğunu söylerken diğer taraftan “cehalet sâikasıyla” kusur yaptığını ifade eder ve “belâsını da çektiğini” belirtir.
Bundan sonra belâ çekmemek için Üstaddan af dilemekte ve duâ istemektedir. O, her ne kadar hayatında büyük gel-gitler yaşasa da Üstadının himmetinin hâlâ devam ettiğini kabul eder.
Anlaşılan o günlerde din ve ahirete zarar verecek fiiller ve hareketler yaygınlaşmaktadır. Onlardan korunmanın yolları zorlaşmıştır. Bunu da şöyle ifade eder: “Himaye ve himmetiniz sayesinde, din ve âhiretime dokunacak ef’âl ve harekâttan kendimi muhafaza ettim ve etmekte berdevamım.”
Abdurrahman kendisiyle nefis muhasebesi de yapmaktadır. Dünyanın değersiz çok lezzetlerini görmüş ve mû'sibetlerini çekmiştir. Bunların hepsi boştur. Dünyanın Allah için olmayan lezzetlerinin ve safâsının sonu zillet ve şiddetli azaptır. Dünyada Allah için ve Allah’ın emir buyurduğu yollarda çekilen ve çekilmekte olan zahmetlerin neticesinde lezzet ve mükâfat vardır.
Bunlara imân ettiği için fenâ şeyleri yapmaktan kendini koruyabilmiştir. Bu his ve bu fikir ise, Üstadının yıllar önce ona verdiği terbiye ve himmet zihninde ve hayalinde yer yapmıştır. Hakikati böyle olduğunu bildiği için bütün meşakkatlere ve sıkıntılara şükürle beraber sabretmiştir.
Abdurrahman’ın Ankara’da bulunduğu yıllarda evlendiği anlaşılıyor. Evlenme gerekçelerini ise şöyle açıklar: “Habîs olan nefsimle mücadele edebilmek ve onun hevâî ve bilâhare elem verici olan arzularını yapmamak ve dinlememek için teehhül etmek (evlenmek) mecburiyetinde kaldım ve şimdi artık her cihetle Cenâb-ı Hakkın lütuf ve keremiyle rahatım.”
Bu ifadeler onun içinde bulunduğu maddî ve daha çok mânevî sıkıntıları açıklamaktadır. Nefis daima kötülüğü ister ve kötülüklere sevk eder. Mutlu bir aile hayatını yaşadığını tahmin ediyoruz. Ancak bu mektup yazıldıktan birkaç ay sonra vefat etmesi dünya mutluluğunun da kısa sürdüğünü göstermektedir.
Dipnotlar:
1- Bkz. Abdülkadir Menek, Bediüzzaman Said Nursî İstanbul Hayatı, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2008, s. 270
2- Allah’ın selâmı üzerinize olsun
Ahmet Özdemir
10.09.2008
Yeni Asya
En son YesilSancak! tarafından Paz Eyl. 14 2008, 01:05 tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
YesilSancak!- Mesaj Sayısı : 278
Rep :
Points : -4
Kayıt tarihi : 05/09/08
Geri: Bediüzzaman'ın yeğeni Abdurrahman ve halefleri
Bediüzzaman’ın yeğeni Abdurrahman ve halefleri (2)
Abdurrahman’ın içinde çalıştığı ve yaşadığı ortamın pek de iç açıcı olmadığı görülüyor. Abdurrahman mânen sıkıntılıdır. Onun etrafında cinnî ve insî şeytanlar cirit atmaktadır. Bunun için çıkar yol olarak şunu görür: “Şer ise duymamazlığa gelir ve kimseyle, fenâ hasletleri kapmamak için ihtilât etmemekteyim.” O mesai dışında kalan zamanlarını kendi evinde Cenâb-ı Hakkın şükrüyle geçirmektedir. Yalnızlık çekmektedir. Evine kapanık bir hayat sürdüğü düşünülebilir.
Abdurrahman’ın imdadına, Üstadın ikaz ve fenâ şeylerden men eden sözlerinin yanında “üstad-ı âzam ve mürşidim” dediği şu âyet-i kerime yetişir: “O gün onların ağızlarını mühürleriz; elleri bize onların yaptıklarını anlatır, ayakları kazandıkları günahlara şahitlik eder.”3 Bediüzzaman’a göre, bu âyetin arkasına ilave edilen şu sözü, onun vefatını haber vermektedir: “Ve öyle biliyorum ki, o gün de pek yakındır.” Mektubunun sonunda yer alan duâ, Müslümanların çok muhtaç olduğu bir duâdır:
“Allah’ım, bu dünyadan bizi ancak kelime-i şehadet ve imanla çıkar.” Abdurrahman’ın bu duânın arkasına eklediği cümle de dikkate değer: “Duâm bu ve itikadım böyledir ve böyle de imân ederim” Bu duâya Bediüzzaman’ın düştüğü not önemlidir: “Hem imân ile gideceğini haber veriyor.”
Abdurrahman, mektubunu kısaca “Âmentü”4 dediğimiz imanın şartlarını sayarak bitirir. Bediüzzaman, Abdurrahman’ın mektubunu âmentü ile bitirmesini onun son nefeste “dünyadan kahramancasına imanını kurtarıp öyle gideceğine işaret” kabul eder.
Said Nursî mektubun devamına kendisi de bir açıklama ekler. Onuncu Sözün yaptığı tesiri anlatırken Abdurrahman hakkında bir “mürşid-i hakikî” hükmüne geçtiğini belirtir ve onu birden velâyet derecesine çıkardığını söyler.
Onuncu Söz, Abdurrahman’ın sekiz senede aldığı kirleri silmiştir. Hattâ tayyedilmiş, mektubunun diğer bir parçasında Onuncu Sözün şevkinden demiş: “Yazdığın Sözler’in hepsini bana gönder, kendi hattımla her birisinden otuzar nüsha yazar ve yazdırırım. Tâ intişar edip kaybolmasın.”
Bu mektup Bediüzzaman’a, yılların üzerinden geçmesine rağmen yeğeni Abdurrahman’ı tekrar bulmasının sevincini yaşatır. O kahraman bir varistir. Bulmasıyla ayrılması kısa sürmüştür. Bu kahraman varisini kaybetmiştir. Onun yerine geçecek halefini aramaktadır. Halef olarak iki isme rastlıyoruz: Kuleönlü Sarıbıçak Mustafa Hulusi ve Hulusi Bey.
Bediüzzaman Kuleönlü Sarıbıçak Mustafa Hulusi’yi şu cümleyle tarif eder: “Biraderzadem merhum Abdurrahman’ın vefatını müteakip yanıma gelip, kuvvetli emarelerle Abdurrahman’ın yerine bana gönderildiği kalbime ihtar edilen, gayet çalışkan ve hâlis kardeşlerimizden, elmas kalemli, Kuleönlü Sarıbıçak Mustafa Hulûsi” 5
Bediüzzaman, Hulûsi Beyin ise, “yegâne manevî evlâdım ve medar-ı tesellîm ve hakikî vârisim ve bir dehâ-yı nuranî sahibi olacağı muhtemel olan biraderzadem”6 dediği Abdurrahman’ın vefatından sonra onun yerine geçtiğini belirtir. Ondan doğan boşluğu doldurmuştur. Bu iltifatkâr ifadelere Hulusi Bey lâyık olmaya çalışacak ve bu konudaki duygularını yazdığı mektuplarla açıklayacaktır.
Bediüzzaman’ın, yeğeni Abdurrahman’a olan muhabbeti, vefat ettikten yıllar sonra bile devam edecektir. İstanbul hayatını anlatırken Abdurrahman’la geçen günlerini anlatır:
“Esaretten geldikten sonra, İstanbul’da Çamlıca tepesinde bir köşkte, merhum biraderzadem Abdurrahman ile beraber oturuyorduk. Bu hayatım, hayat-ı dünyeviye cihetinde bizim gibilere en mesûdâne bir hayat sayılabilirdi. Çünkü esaretten kurtulmuştum; Darü’l-Hikmette, meslek-i ilmiyeme münasip, en âli bir tarzda neşr-i ilme muvaffakiyet vardı. Bana teveccüh eden haysiyet ve şeref, haddimden çok fazla idi. Mevkice İstanbul’un en güzel yeri olan Çamlıca’da oturuyordum. Hem her şeyim mükemmeldi. Merhum biraderzadem Abdurrahman gibi gayet zekî, fedakâr, hem bir talebe, hem hizmetkâr, hem kâtip, hem evlâd-ı mâneviyem beraberdi.”7
İstanbul’da birlikte çok güzel bir hayat sürmüşlerdir. Abdurrahman, “zekî”, “fedakâr”, “talebe”, “hizmetkâr”, “kâtip” ve “evlâd-ı mâneviye” gibi kelimelerle methedilmiştir.
Bediüzzaman, yeğeni Abdurrahman’ın vefatında yaşadığı hâlet-i ruhiyeyi ve ona karşılık imandan gelen teselliyi şöyle anlatmaktadır: “Vatanımı, ahbabımı, akaribimi unutabiliyordum. Fakat vâ hasretâ, birisini unutamıyordum. O da hem biraderzadem, hem mânevî evlâdım, hem en fedakâr talebem, hem en cesur bir arkadaşım olan merhum Abdurrahman idi. Altı yedi sene evvel benden ayrılmıştı. Ne o benim yerimi biliyor ki yardıma koşsun, teselli versin ve ne de ben onun vaziyetini biliyordum ki onunla muhabere edeyim, dertleşeyim. Benim bu ihtiyarlık vaziyeti zamanımda öyle fedakâr, sadık birisi bana lâzımdı.”
Daha sonra yukarıda bahsettiğim mektubu aldığını ve “üç zâhir kerâmeti” gösterdiğini belirtir. Kerâmetleri, yakında öleceği, imanla kabre gireceği ve dünyadan kahramanca ayrılacağıdır. O mektup Bediüzzaman’ı çok ağlattırmıştır.
Abdurrahman’ın vefatı Bediüzzaman’ı çok sarsmıştır. Annesinin vefatı ile hususî dünyasının yarısı, Abdurrahman’ın vefatıyla da, bâki kalan öteki yarısının vefat ettiğini söyler. O zaman Barla derelerine, dağlarına yalnız gidip geziyordu. Boş yerlerde oturup o hazîn üzüntüler içinde, eski zamanda Abdurrahman gibi sadık talebeleriyle geçirdiği mes’udâne hayat levhaları sinema gibi hayalinden geçirmektedir.
Birden, “Herşey helâk olup gidicidir-Ona bakan yüzü müstesnâ. Hüküm O’na aittir; siz de O’na döndürüleceksiniz.”8 âyet-i kudsiyesinin sırrı inkişaf eder.9 Abdurrahman’ın vefatının hüznünden gelen bu dehşetli mânâyı bütün bütün aydınlattıracak, hakikî teselli ve sönmez nur verecek şu âyet-i kerime, işârî mânâsıyla Bediüzzaman’ın imdadına yetişir: “Eğer senden yüz çevirecek olurlarsa de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de O’dur.”10
Bediüzzaman, imanın verdiği güçle yeğeni Abdurrahman’ın vefatına katlanmaktadır. Ancak hayat ve hizmet devam etmektedir. Onun yerini dolduracak birisini aramaktadır. Bu duygu ve düşüncelerle Barla’ya dönmüştür. Kuleönlü Mustafa adında bir genç, ilmihâle ait, abdest ve namaza dair birkaç meseleyi sormak için gelmiştir. O vakit misafirleri kabul etmediği halde, onun ruhundaki ihlâs ve ileride Risâle-i Nur’a edeceği değerli hizmeti güya hiss-i kablelvuku ile ruhu o gencin ruhunda okudu; onu geriye çevirmemiş, kabul etmiştir.
Abdurrahman yerine, Cenâb-ı Hak, Mustafa’yı numune olarak ona göndermiştir. Bu durum karşısında Bediüzzaman, “Senden bir Abdurrahman aldım; mukabilinde, bu gördüğün Mustafa gibi otuz Abdurrahman, o vazife-i diniyede sana hem talebe, hem biraderzade, hem evlâd-ı mânevî, hem kardeş, hem fedakâr arkadaş vereceğim” diyerek içindeki duyguları dile getirmiştir.11
Bediüzzaman’ın hayatında boşalan Abdurrahman’ın yerine daha sonra Hulusi Bey; ondan sonra da ‘mânevî bir ihtar’ neticesinde Zübeyir Gündüzalp geçecektir. Bediüzzaman şöyle der: “Zübeyir bana merhum biraderzadem Abdurrahman yerine (...) verilmiş diye mânevî ihtar aldım.”12
Nur hizmetinde koşan Abdurrahmanları rahmetle anıyoruz. Onların amel defterleri kıyamete kadar açık kalacak ve sevap yazılmaya devam edecektir. İnşallah…
Dipnotlar:
3- Yasin suresi: 65
4- Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahret gününe, kadere; hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine, ölümden sonra dirilişin hak olduğuna iman ettim. Ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur. Ve yine ben şehadet ederim ki Hz. Muhammed (a.s.m.) Allah’ın kulu ve Resûlüdür.
5- Barla Lahikası, s. 99
6- Aynı eser, s. 21
7- Lem’alar, s. 238-239
8- Kasas Sûresi: 88.
9- Geniş bilgi için bkz. Lem’alar, s. 242-243
10- Tevbe Sûresi:129.
11- Lem’alar, s. 246
12- Şuâlar, s. 458
Ahmet Özdemir
11.09.2008
Yeni Asya
Abdurrahman’ın içinde çalıştığı ve yaşadığı ortamın pek de iç açıcı olmadığı görülüyor. Abdurrahman mânen sıkıntılıdır. Onun etrafında cinnî ve insî şeytanlar cirit atmaktadır. Bunun için çıkar yol olarak şunu görür: “Şer ise duymamazlığa gelir ve kimseyle, fenâ hasletleri kapmamak için ihtilât etmemekteyim.” O mesai dışında kalan zamanlarını kendi evinde Cenâb-ı Hakkın şükrüyle geçirmektedir. Yalnızlık çekmektedir. Evine kapanık bir hayat sürdüğü düşünülebilir.
Abdurrahman’ın imdadına, Üstadın ikaz ve fenâ şeylerden men eden sözlerinin yanında “üstad-ı âzam ve mürşidim” dediği şu âyet-i kerime yetişir: “O gün onların ağızlarını mühürleriz; elleri bize onların yaptıklarını anlatır, ayakları kazandıkları günahlara şahitlik eder.”3 Bediüzzaman’a göre, bu âyetin arkasına ilave edilen şu sözü, onun vefatını haber vermektedir: “Ve öyle biliyorum ki, o gün de pek yakındır.” Mektubunun sonunda yer alan duâ, Müslümanların çok muhtaç olduğu bir duâdır:
“Allah’ım, bu dünyadan bizi ancak kelime-i şehadet ve imanla çıkar.” Abdurrahman’ın bu duânın arkasına eklediği cümle de dikkate değer: “Duâm bu ve itikadım böyledir ve böyle de imân ederim” Bu duâya Bediüzzaman’ın düştüğü not önemlidir: “Hem imân ile gideceğini haber veriyor.”
Abdurrahman, mektubunu kısaca “Âmentü”4 dediğimiz imanın şartlarını sayarak bitirir. Bediüzzaman, Abdurrahman’ın mektubunu âmentü ile bitirmesini onun son nefeste “dünyadan kahramancasına imanını kurtarıp öyle gideceğine işaret” kabul eder.
Said Nursî mektubun devamına kendisi de bir açıklama ekler. Onuncu Sözün yaptığı tesiri anlatırken Abdurrahman hakkında bir “mürşid-i hakikî” hükmüne geçtiğini belirtir ve onu birden velâyet derecesine çıkardığını söyler.
Onuncu Söz, Abdurrahman’ın sekiz senede aldığı kirleri silmiştir. Hattâ tayyedilmiş, mektubunun diğer bir parçasında Onuncu Sözün şevkinden demiş: “Yazdığın Sözler’in hepsini bana gönder, kendi hattımla her birisinden otuzar nüsha yazar ve yazdırırım. Tâ intişar edip kaybolmasın.”
Bu mektup Bediüzzaman’a, yılların üzerinden geçmesine rağmen yeğeni Abdurrahman’ı tekrar bulmasının sevincini yaşatır. O kahraman bir varistir. Bulmasıyla ayrılması kısa sürmüştür. Bu kahraman varisini kaybetmiştir. Onun yerine geçecek halefini aramaktadır. Halef olarak iki isme rastlıyoruz: Kuleönlü Sarıbıçak Mustafa Hulusi ve Hulusi Bey.
Bediüzzaman Kuleönlü Sarıbıçak Mustafa Hulusi’yi şu cümleyle tarif eder: “Biraderzadem merhum Abdurrahman’ın vefatını müteakip yanıma gelip, kuvvetli emarelerle Abdurrahman’ın yerine bana gönderildiği kalbime ihtar edilen, gayet çalışkan ve hâlis kardeşlerimizden, elmas kalemli, Kuleönlü Sarıbıçak Mustafa Hulûsi” 5
Bediüzzaman, Hulûsi Beyin ise, “yegâne manevî evlâdım ve medar-ı tesellîm ve hakikî vârisim ve bir dehâ-yı nuranî sahibi olacağı muhtemel olan biraderzadem”6 dediği Abdurrahman’ın vefatından sonra onun yerine geçtiğini belirtir. Ondan doğan boşluğu doldurmuştur. Bu iltifatkâr ifadelere Hulusi Bey lâyık olmaya çalışacak ve bu konudaki duygularını yazdığı mektuplarla açıklayacaktır.
Bediüzzaman’ın, yeğeni Abdurrahman’a olan muhabbeti, vefat ettikten yıllar sonra bile devam edecektir. İstanbul hayatını anlatırken Abdurrahman’la geçen günlerini anlatır:
“Esaretten geldikten sonra, İstanbul’da Çamlıca tepesinde bir köşkte, merhum biraderzadem Abdurrahman ile beraber oturuyorduk. Bu hayatım, hayat-ı dünyeviye cihetinde bizim gibilere en mesûdâne bir hayat sayılabilirdi. Çünkü esaretten kurtulmuştum; Darü’l-Hikmette, meslek-i ilmiyeme münasip, en âli bir tarzda neşr-i ilme muvaffakiyet vardı. Bana teveccüh eden haysiyet ve şeref, haddimden çok fazla idi. Mevkice İstanbul’un en güzel yeri olan Çamlıca’da oturuyordum. Hem her şeyim mükemmeldi. Merhum biraderzadem Abdurrahman gibi gayet zekî, fedakâr, hem bir talebe, hem hizmetkâr, hem kâtip, hem evlâd-ı mâneviyem beraberdi.”7
İstanbul’da birlikte çok güzel bir hayat sürmüşlerdir. Abdurrahman, “zekî”, “fedakâr”, “talebe”, “hizmetkâr”, “kâtip” ve “evlâd-ı mâneviye” gibi kelimelerle methedilmiştir.
Bediüzzaman, yeğeni Abdurrahman’ın vefatında yaşadığı hâlet-i ruhiyeyi ve ona karşılık imandan gelen teselliyi şöyle anlatmaktadır: “Vatanımı, ahbabımı, akaribimi unutabiliyordum. Fakat vâ hasretâ, birisini unutamıyordum. O da hem biraderzadem, hem mânevî evlâdım, hem en fedakâr talebem, hem en cesur bir arkadaşım olan merhum Abdurrahman idi. Altı yedi sene evvel benden ayrılmıştı. Ne o benim yerimi biliyor ki yardıma koşsun, teselli versin ve ne de ben onun vaziyetini biliyordum ki onunla muhabere edeyim, dertleşeyim. Benim bu ihtiyarlık vaziyeti zamanımda öyle fedakâr, sadık birisi bana lâzımdı.”
Daha sonra yukarıda bahsettiğim mektubu aldığını ve “üç zâhir kerâmeti” gösterdiğini belirtir. Kerâmetleri, yakında öleceği, imanla kabre gireceği ve dünyadan kahramanca ayrılacağıdır. O mektup Bediüzzaman’ı çok ağlattırmıştır.
Abdurrahman’ın vefatı Bediüzzaman’ı çok sarsmıştır. Annesinin vefatı ile hususî dünyasının yarısı, Abdurrahman’ın vefatıyla da, bâki kalan öteki yarısının vefat ettiğini söyler. O zaman Barla derelerine, dağlarına yalnız gidip geziyordu. Boş yerlerde oturup o hazîn üzüntüler içinde, eski zamanda Abdurrahman gibi sadık talebeleriyle geçirdiği mes’udâne hayat levhaları sinema gibi hayalinden geçirmektedir.
Birden, “Herşey helâk olup gidicidir-Ona bakan yüzü müstesnâ. Hüküm O’na aittir; siz de O’na döndürüleceksiniz.”8 âyet-i kudsiyesinin sırrı inkişaf eder.9 Abdurrahman’ın vefatının hüznünden gelen bu dehşetli mânâyı bütün bütün aydınlattıracak, hakikî teselli ve sönmez nur verecek şu âyet-i kerime, işârî mânâsıyla Bediüzzaman’ın imdadına yetişir: “Eğer senden yüz çevirecek olurlarsa de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de O’dur.”10
Bediüzzaman, imanın verdiği güçle yeğeni Abdurrahman’ın vefatına katlanmaktadır. Ancak hayat ve hizmet devam etmektedir. Onun yerini dolduracak birisini aramaktadır. Bu duygu ve düşüncelerle Barla’ya dönmüştür. Kuleönlü Mustafa adında bir genç, ilmihâle ait, abdest ve namaza dair birkaç meseleyi sormak için gelmiştir. O vakit misafirleri kabul etmediği halde, onun ruhundaki ihlâs ve ileride Risâle-i Nur’a edeceği değerli hizmeti güya hiss-i kablelvuku ile ruhu o gencin ruhunda okudu; onu geriye çevirmemiş, kabul etmiştir.
Abdurrahman yerine, Cenâb-ı Hak, Mustafa’yı numune olarak ona göndermiştir. Bu durum karşısında Bediüzzaman, “Senden bir Abdurrahman aldım; mukabilinde, bu gördüğün Mustafa gibi otuz Abdurrahman, o vazife-i diniyede sana hem talebe, hem biraderzade, hem evlâd-ı mânevî, hem kardeş, hem fedakâr arkadaş vereceğim” diyerek içindeki duyguları dile getirmiştir.11
Bediüzzaman’ın hayatında boşalan Abdurrahman’ın yerine daha sonra Hulusi Bey; ondan sonra da ‘mânevî bir ihtar’ neticesinde Zübeyir Gündüzalp geçecektir. Bediüzzaman şöyle der: “Zübeyir bana merhum biraderzadem Abdurrahman yerine (...) verilmiş diye mânevî ihtar aldım.”12
Nur hizmetinde koşan Abdurrahmanları rahmetle anıyoruz. Onların amel defterleri kıyamete kadar açık kalacak ve sevap yazılmaya devam edecektir. İnşallah…
Dipnotlar:
3- Yasin suresi: 65
4- Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahret gününe, kadere; hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine, ölümden sonra dirilişin hak olduğuna iman ettim. Ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur. Ve yine ben şehadet ederim ki Hz. Muhammed (a.s.m.) Allah’ın kulu ve Resûlüdür.
5- Barla Lahikası, s. 99
6- Aynı eser, s. 21
7- Lem’alar, s. 238-239
8- Kasas Sûresi: 88.
9- Geniş bilgi için bkz. Lem’alar, s. 242-243
10- Tevbe Sûresi:129.
11- Lem’alar, s. 246
12- Şuâlar, s. 458
Ahmet Özdemir
11.09.2008
Yeni Asya
YesilSancak!- Mesaj Sayısı : 278
Rep :
Points : -4
Kayıt tarihi : 05/09/08
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz