Mehmet Fırıncı Ağabey
1 sayfadaki 1 sayfası
Mehmet Fırıncı Ağabey
Mehmet Fırıncı ile Yapılan Röportajlar
** Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Peygamber Efendimizi siyer kitaplarından farklı olarak nasıl tarif etmiştir?
Siyer kitaplarında Peygamberimizin (a.s.m.) daha ziyade beşerî halleri nazara veriliyor. Halbuki onun nübüvvet yönü daha başkadır. Cenab-ı Hak, onda, ahvâl-i beşeriyeyi değil, doğrudan doğruya Kâinat Hâlıkının namusu olmak itibariyle nübüvvetin yüksek makamından gelen ihsan-ı Rabbânîyi gösteriyor.
Evet neticede o da bir insandır, kuldur, ama çok farklı lütuflara mazhardır. Miraç hadisesi olmuş, onun isteğiyle kamer iki parça olmuş... Gerçi siyer kitaplarında da bu mucizeler anlatılıyor. Ama Risale-i Nur’da harika bir izah var.
Resûlullahı tarif etmekten hakikaten aciziz. Tabiî Üstad şimdiye kadar yapılabileceklerin en iyisini yapmış; fevkalâde belâgatlı, ruha kalbe şerbetler, kevserler içiren bir tarzda ifadelerde bulunmuş. Ona göre; Peygamberimizin sadece çarşı içinde at alışverişindeki beşerî hallerini nazara vermek, onun miraca çıkarkenki büyüklüğünü, yüksek makamını gölgelemek demektir. Bu hürmetsizliğe sebep olur.
Risale-i Nur’dan aldığımız ders, onun (a.s.m.) her haline muhabbeti, onun (a.s.m.) her bir kemâline sonsuz hürmeti gerektiriyor. İnsan sonsuz bir acz hissediyor onun kemâli karşısında. Tarif etmek bize nasıl düşer? Risâle-i Nur’dan, ancak istifade ederek bir şeyler söylemiş oluyoruz.
Gerçekten Üstad, meseleleri en güzel şekilde izah etmiş. Meselâ; bir kısım insanlar “Levlâke, levlâke lemâ halaktü’l-eflak” (Ey Habibim! Sen olmasaydın bu kâinatı yaratmazdım) hadisini mevzu tabir ediyorlar. Bununla ilgili bir hatıram var:
Haşir Risâlesinin okunduğu bir derse denk gelmişti. Isparta’da sabah dersindeyiz. Üstad bu hadis için, “Ben bunu şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye hesabına kabul etmişim” dedi. Emirdağ Lâhikasında bunu izah eden bir bölüm var, oraya bakılabilir.
** Avrupa’ya gidip gelmektesiniz. Batı dünyası Peygamberimizi nasıl görüyor acaba?
Hıristiyanlarda yeni yeni görüyoruz ki; “O da bir peygamberdir, Kur’ân da Allah’ın bir kitabıdır” diye kabul ediyorlar. Ama “Bizim peygamberimiz İsa, kitabımız da İncil” diyorlar.
Hatta Vatikan Büyükelçiliği İstanbul Temsilcisi Monsenyör Marovicth, kendisine gelen giden Hıristiyanlara diyor ki: “Siz Muhammed’i kabul etmiyorsunuz. ‘Çünkü İncil’de yazmıyor’ diyorsunuz. Ama bir milyardan fazla insanı Allah’a götüren bir insan, peygamber olmaz da ne olur?”
** Peygamber Efendimizin (a.s.m.) sünnet-i seniyyesi hakkında neler söylemek istersiniz?
Sünnet-i seniyye; hayatın her bir safhasında binler hikmetleri bulunan meselelerdir.
Geçen sene gazetenin birinde okudum. Amerika’da tuvaletten çıktıktan sonra el yıkamama yüzünden senede 9 bin kişi hastalanıyormuş. İşte emr-i Peygamberîde nasıl hikmetler var görüyoruz.
Üstad sünnete çok önem veriyor. “Sünnete ittibâ etmeyen, tembellik ederse hasâret-i azîme, ehemmiyetsiz görürse cinayet-i azîme, tekzibini işmam eden tenkit ise dalâlet-i azîmedir” diyor.
** Karikatür meselesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Batılılar, hürriyet ve demokrasi uğruna her şeylerini feda ediyorlar. Zamanında kilisenin baskısından çok çektikleri için belki, hürriyetlerine dokunulacak diye titriyorlar. Onun için, hürmetten gelen bir tahdidi de kabul etmek istemiyorlar. Halbuki başkasının hukukunun başladığı yerde, senin hürriyetin biter. Bitmezse başkasını rencide etmiş olursun. Böyle demokrasi olmaz. Üstad “Herkes harekât-ı meşrûasında şahane serbest olsun” diyor.
Aşağı yukarı, 1972’den beri Avrupa’ya gidip geliyoruz. Orada onların gazetelerine bakıyorum. Hz. İsa’ya, Hz. Meryem’e v.s. hiç kabul edemeyeceğimiz ifadelerle hitap ediyorlar, karikatür yapıyorlar. Yani çok incitici... Aynen Peygamberimize yapılıyor gibi, onun ızdırabını da çok çektik biz. Ulü’l-azm olan Allah’ın bir peygamberine, Kur’ân’da ismine sûre olan mübarek bir anamıza, maalesef onlarda hürmet anlayışı yok.
Bir noktada, dünyada gelişen bazı şeyleri kullanmak için, bir kısım mihrakların bu karikatür meselesini çıkarttığını düşünebiliriz. Ama bu hadisenin bütün dünyada hayra döndüğü inancındayım inşallah. Meselâ Alman gazetesinde bir yazar, yazdığı makalede, Müslümanların mukaddeslerine ne kadar bağlı olduklarını söylüyor. Bu hadiseden bu dersi çıkarmış. “‘Allah’a inanıyor musun?’ dendiği zaman ‘Hayır katiyen inanmam’ sözünü gururla söylüyoruz. Bu aptallıktan, artık vazgeçmemiz lâzım. İşte bu hadisede gördük ki, biz maneviyattan mahrum hale gelmişiz” diyor.
İsmail Tezer - Yeni Asya - 23 Mart 2006[img]
En son YesilSancak! tarafından C.tesi Eyl. 13 2008, 03:03 tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi
YesilSancak!- Mesaj Sayısı : 278
Rep :
Points : -4
Kayıt tarihi : 05/09/08
Geri: Mehmet Fırıncı Ağabey
(Mehmet Fırıncı ile yapılan başka bir röportaj)
***Bediüzzaman Hazretlerinin vefat ettiği 23 Mart 1960 tarihinden bugüne baktığımızda, Türkiye’de ve dünyada hizmetlerimiz nereye gelmiştir? Kısaca değerlendirir misiniz?
Bizim noktamızdan bakınca çok mükemmel vasata ulaştığını görüyoruz. Ama beşerin Risâle-i Nur’a ihtiyacı noktasında ise henüz çok dar bir sahadayız diyebilirim. Ama tabii bizim gibi imkânsızlıklar içinde, şartların daima aleyhimizde olduğu dönemlerde, hatta bazı cemaatlerin dahi Risale-i Nur’u tarikat zannettiği bir vasatta bu gelişmeler iyi.
Buna rağmen elhamdülillah en çok arzu ettiğimiz âlem-i İslâmdaki neşriyat hususunda Kahire’de bir neşir merkezi kuruldu. İslâm dünyasının neresinde bir fuar varsa oraya Risâle-i Nurlar, bütün külliyat, Arapça ve diğer dillerden de bir miktar bulunaraktan katılıyor. Bu şâyân-ı şükran birşey elhamdülillah. Dünyanın çeşitli yerlerinde, başta İngilizce ve Arapça olmak üzere aşağı yukarı 30 dile tercümeler kısmen yapılmış. Bunlar memnuniyet verici şeyler.
Ama bunlar dünyaya açılma bakımından az gibi görünüyor. Çünkü bu asrın idrakine sunulan Kur’ân hakikatleriyle kim karşılaşırsa “Şimdiye kadar neredeydiniz?” diyor. Bunu pekçok yerde pek çok defa gördük. İnsan bu bakımdan bakınca biraz üzülüyor tabiî. Ama bu imkânsızlıklar içerisinde bu kadar gelişmiş olması da harika.
Zaman çok farklı. Yani insanlar birbiri içinde. Hıristiyanlıkta da, Müslümanlıkta da... Aynı evde diyelim beş kişi var. Üç tanesi ateist, iki tanesi Hıristiyan. Hıristiyan ama o da haftada bir defa kiliseye gidiyor. Bir kısmı “Ben ateistim” diyor, ama hakikatte Allah’a inanıyor, kiliseden istifa etmiş. Risale-i Nur’un meselelerini duyunca Allah Allah diyorlar. Hakikaten böyle pekçok insanla karşılaştık. Bu gibi şeyler Risale-i Nur’un mübrem, zarurî bir ihtiyaç olduğunu gösteriyor. Yoksa Risale-i Nurları dünyaya neşretmek için, insanları Risale-i Nur’a kazanıp da ondan birşey elde etmek istediğimiz falan yok. Zaten kitaplardan birşeyler kazanıp da onu kendine mal etmeye kimsenin yetkisi yok, çünkü Üstad o hususta izin vermiyor. Yani “Bu Kur’ân’ın. Ne benim, ne sizin, ne başkasının malıdır. Risâle-i Nur’un malı Risale-i Nur’a aittir” diyor.
Nasıl Peygamberimiz (asm) tüm menfî şartlara rağmen Kur’ân’ın hakkaniyetini ispat etmiş ve bütün beşere rahmeten lil âlemin olarak kendini ve Kur’ân’ı göstermiş. Kur’ân’ın bu asırdaki tam bir tefsiri olan Risale-i Nur da onun gibi. Almanya’da bir profesör 26-27 Şubat’ta sempozyumda onu söyledi. Daha evvelden bir Amerikalı profesör de söylemişti. Yani bunun bence en mühim noktası herkes bir tarafından bakıyor. Kastamonu’da lise talebeleri “Muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar. Bize Hâlıkımızı tanıttır” diyorlar. Üstad da “Muallimleri değil fenleri dinleyin” diyor. “Fenler mütemadiyen Allah’ı anlatıyor size.” Bu zamanın düşüncesi bu işte. Fenlerle Allah’ı bulmak. Bu noktada Bediüzzaman muvaffak olmuştur. Son İstanbul’a geldiğinde bize “Küfrün belini kırdım, merak etmeyin, hiçbir halt edemeyecekler” demişti. İngiltere’de 20 yaşından beri ateist olan 81 yaşındaki Prof. Antony Flew, “Allah var” demekten başka bir çare bulamadı. Üstad da zaten onu anlatıyor. İlmen onu ispat etmiş, onların dâvâlarının hakikat olmadığını, Kur’ân’ın dâvâsının hakikat olduğunu ifade etmiş. En güzel tarafı da insanları aynı zamanda Kur’ân’a bağlıyor. Yani “Risale-i Nur Kur’ân’ın malıdır, benim malım değildir” diyor. Onu okuyunca Kur’ân’ın mânâlarını anlamış oluyorsunuz. Başka bir şey değil.
***Bundan sonrası için hizmetlerle ilgili şunu da yapmak gerekir dediğiniz birşey var mı?
Eskiden beri düşündüğüm şu: İlmiye kademelerine girebilmek için Risâle-i Nur’u bilen gençlere Avrupa ve Amerika’da doktora tezleri yaptırmamız gerekiyor. Çünkü İslâm memleketlerinde halka hitap edebiliyoruz. Ama diğer memleketlerde ilmiye sınıfına anlatmak gerekiyor, onlardan aşağı doğru inmesi lâzım. Meselâ Yunus Çengel burada bizim bünyemizde yetişmiş kardeşlerden birisi. Gitmiş, çalışmış, Amerika’da Nevada Üniversitesinde profesör, ilim adamı olmuş. Oralarda ne varsa, sempozyumlarda gündeme getiriyor. Bu yavaş yavaş, dalga dalga halka açılmış oluyor. İşte böyle çok kimseleri gönderebilseydik, yapabilseydik iyi olacaktı. Ama olacak inşallah, yol açıldı. Yani biz istiyoruz ki insanlar hakikî gayesini, yani yaratılmanın gayesini anlasınlar ve Yaratanı bulsunlar, başka birşey istemiyoruz.
ORTAK ORGANİZASYONLAR YAPILABİLİR
***Nur Talebeleri arasındaki gruplaşmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Birleşme olmayacak mı?
Zaman ve zeminin şartlarında bazı süratli anaforlar oluyor. Onların içinde bazı değerlendirme farklılıkları oluyor. O değerlendirmeyi yaparken farklı fikirler çıkıyor, yoksa Risâle-i Nur’un anlaşılmasında değil. Hariçteki hadiselerden dolayı böyle oluyor. Ama bakıyoruz ki bütün gruplarımız hepsi Risale-i Nur’u okuyor. Üstad ne demişse onu anlamaya ve anlatmaya çalışıyor. Hatta en mühim husus menfî hareketlere karışmamak. Bakın, anarşi, terörizm vs. bunlarda katiyen Nur Talebesi yoktur. Bu korkaklıktan değil, onlar cesur ve kahraman insanlar. Ama Üstad madem böyle emir vermiş, Kur’ân bu zamanda böyle emrediyor diye bütün gruplar bunda teslim olmuş. Bu, farklılık yok demektir. Yani ayrı grup olması bir farktan gelmiyor. Gruplaşmalar Risale-i Nur’un ana temasındaki bir farklı anlayıştan değil, haricî sebeplerden kaynaklanıyor. Ama hepsi aynı düşünce içinde, aynı maksada hizmet etmiş oluyorlar. Bazıları gazete ve neşriyatla, bir kısmı radyo ve yayınlarla, bir kısmı daha ziyade Bediüzzaman Hazretlerinin öncelik verdiği medrese-i nuriye denilen o mekânlarda devamlı Risale-i Nur’u okuyarak insanlara anlatmakla hizmet ediyor. Benim gibi bazıları da daha ziyade dışarıyla ve dış ülke hizmetleriyle meşgul oluyor. Sanki vazife taksimi gibi. Mezheplerle ilgili bölümde Üstad izah ediyor ya, hikmet-i İlâhiyenin tensibiyle Şafiiler daha ziyade dağlık yerlerde, Hanefîler ise şehirlerde bulunuyor. Onun gibi bizimki de hikmet-i Rabbanî.
Birleşmeden kasıt da bir kısım hizmetlerle ilgili olmalıdır. Diyelim ki sempozyumlar, konferanslar oluyor. Bunlarda hep bir arada bulunmalı, dinlemeli, maddeten ve mânen sahip çıkmalı. Ortak organizasyonlar yapılabilir. Bunlar birleşmedir. Böyle gelişmelerin artmasını diliyorum. Böylece maksat hasıl olmuş olur.
***Üstadla yaşadığınız, hiç unutamadığınız bir hatıranızı bizimle paylaşır mısınız?
Bir gün Emirdağ’da Üstad bana “Kardeşim Muhammed, ben bir adamın imanının kurtulması için Cehenneme girmeye razı olmuşum” dedi. Bunu bana sene içerisinde kaç defa daha söylemişti. Son söylediğinde ben çok müteessir oldum. Dünyada işkencelere maruz kalmış, bu kadar insanın imanının kurtulmasına vesile olmuş bir zat, ebediyen nasıl cehenneme girecek! Hem dünyada çekti, hem ahirette!.. O anda çok acayip bir ıztırap çöktü bana. Baktım Üstad hemen doğruldu, “Ebediyen değil” dedi. Yani günahların cezasını çektikten sonra Cennete girmek tarzında. Kalbimi okudu yani. Öyle deyince birden rahatladım.
İsmail Tezer - Yeni Asya - 23.03.2005
***Bediüzzaman Hazretlerinin vefat ettiği 23 Mart 1960 tarihinden bugüne baktığımızda, Türkiye’de ve dünyada hizmetlerimiz nereye gelmiştir? Kısaca değerlendirir misiniz?
Bizim noktamızdan bakınca çok mükemmel vasata ulaştığını görüyoruz. Ama beşerin Risâle-i Nur’a ihtiyacı noktasında ise henüz çok dar bir sahadayız diyebilirim. Ama tabii bizim gibi imkânsızlıklar içinde, şartların daima aleyhimizde olduğu dönemlerde, hatta bazı cemaatlerin dahi Risale-i Nur’u tarikat zannettiği bir vasatta bu gelişmeler iyi.
Buna rağmen elhamdülillah en çok arzu ettiğimiz âlem-i İslâmdaki neşriyat hususunda Kahire’de bir neşir merkezi kuruldu. İslâm dünyasının neresinde bir fuar varsa oraya Risâle-i Nurlar, bütün külliyat, Arapça ve diğer dillerden de bir miktar bulunaraktan katılıyor. Bu şâyân-ı şükran birşey elhamdülillah. Dünyanın çeşitli yerlerinde, başta İngilizce ve Arapça olmak üzere aşağı yukarı 30 dile tercümeler kısmen yapılmış. Bunlar memnuniyet verici şeyler.
Ama bunlar dünyaya açılma bakımından az gibi görünüyor. Çünkü bu asrın idrakine sunulan Kur’ân hakikatleriyle kim karşılaşırsa “Şimdiye kadar neredeydiniz?” diyor. Bunu pekçok yerde pek çok defa gördük. İnsan bu bakımdan bakınca biraz üzülüyor tabiî. Ama bu imkânsızlıklar içerisinde bu kadar gelişmiş olması da harika.
Zaman çok farklı. Yani insanlar birbiri içinde. Hıristiyanlıkta da, Müslümanlıkta da... Aynı evde diyelim beş kişi var. Üç tanesi ateist, iki tanesi Hıristiyan. Hıristiyan ama o da haftada bir defa kiliseye gidiyor. Bir kısmı “Ben ateistim” diyor, ama hakikatte Allah’a inanıyor, kiliseden istifa etmiş. Risale-i Nur’un meselelerini duyunca Allah Allah diyorlar. Hakikaten böyle pekçok insanla karşılaştık. Bu gibi şeyler Risale-i Nur’un mübrem, zarurî bir ihtiyaç olduğunu gösteriyor. Yoksa Risale-i Nurları dünyaya neşretmek için, insanları Risale-i Nur’a kazanıp da ondan birşey elde etmek istediğimiz falan yok. Zaten kitaplardan birşeyler kazanıp da onu kendine mal etmeye kimsenin yetkisi yok, çünkü Üstad o hususta izin vermiyor. Yani “Bu Kur’ân’ın. Ne benim, ne sizin, ne başkasının malıdır. Risâle-i Nur’un malı Risale-i Nur’a aittir” diyor.
Nasıl Peygamberimiz (asm) tüm menfî şartlara rağmen Kur’ân’ın hakkaniyetini ispat etmiş ve bütün beşere rahmeten lil âlemin olarak kendini ve Kur’ân’ı göstermiş. Kur’ân’ın bu asırdaki tam bir tefsiri olan Risale-i Nur da onun gibi. Almanya’da bir profesör 26-27 Şubat’ta sempozyumda onu söyledi. Daha evvelden bir Amerikalı profesör de söylemişti. Yani bunun bence en mühim noktası herkes bir tarafından bakıyor. Kastamonu’da lise talebeleri “Muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar. Bize Hâlıkımızı tanıttır” diyorlar. Üstad da “Muallimleri değil fenleri dinleyin” diyor. “Fenler mütemadiyen Allah’ı anlatıyor size.” Bu zamanın düşüncesi bu işte. Fenlerle Allah’ı bulmak. Bu noktada Bediüzzaman muvaffak olmuştur. Son İstanbul’a geldiğinde bize “Küfrün belini kırdım, merak etmeyin, hiçbir halt edemeyecekler” demişti. İngiltere’de 20 yaşından beri ateist olan 81 yaşındaki Prof. Antony Flew, “Allah var” demekten başka bir çare bulamadı. Üstad da zaten onu anlatıyor. İlmen onu ispat etmiş, onların dâvâlarının hakikat olmadığını, Kur’ân’ın dâvâsının hakikat olduğunu ifade etmiş. En güzel tarafı da insanları aynı zamanda Kur’ân’a bağlıyor. Yani “Risale-i Nur Kur’ân’ın malıdır, benim malım değildir” diyor. Onu okuyunca Kur’ân’ın mânâlarını anlamış oluyorsunuz. Başka bir şey değil.
***Bundan sonrası için hizmetlerle ilgili şunu da yapmak gerekir dediğiniz birşey var mı?
Eskiden beri düşündüğüm şu: İlmiye kademelerine girebilmek için Risâle-i Nur’u bilen gençlere Avrupa ve Amerika’da doktora tezleri yaptırmamız gerekiyor. Çünkü İslâm memleketlerinde halka hitap edebiliyoruz. Ama diğer memleketlerde ilmiye sınıfına anlatmak gerekiyor, onlardan aşağı doğru inmesi lâzım. Meselâ Yunus Çengel burada bizim bünyemizde yetişmiş kardeşlerden birisi. Gitmiş, çalışmış, Amerika’da Nevada Üniversitesinde profesör, ilim adamı olmuş. Oralarda ne varsa, sempozyumlarda gündeme getiriyor. Bu yavaş yavaş, dalga dalga halka açılmış oluyor. İşte böyle çok kimseleri gönderebilseydik, yapabilseydik iyi olacaktı. Ama olacak inşallah, yol açıldı. Yani biz istiyoruz ki insanlar hakikî gayesini, yani yaratılmanın gayesini anlasınlar ve Yaratanı bulsunlar, başka birşey istemiyoruz.
ORTAK ORGANİZASYONLAR YAPILABİLİR
***Nur Talebeleri arasındaki gruplaşmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Birleşme olmayacak mı?
Zaman ve zeminin şartlarında bazı süratli anaforlar oluyor. Onların içinde bazı değerlendirme farklılıkları oluyor. O değerlendirmeyi yaparken farklı fikirler çıkıyor, yoksa Risâle-i Nur’un anlaşılmasında değil. Hariçteki hadiselerden dolayı böyle oluyor. Ama bakıyoruz ki bütün gruplarımız hepsi Risale-i Nur’u okuyor. Üstad ne demişse onu anlamaya ve anlatmaya çalışıyor. Hatta en mühim husus menfî hareketlere karışmamak. Bakın, anarşi, terörizm vs. bunlarda katiyen Nur Talebesi yoktur. Bu korkaklıktan değil, onlar cesur ve kahraman insanlar. Ama Üstad madem böyle emir vermiş, Kur’ân bu zamanda böyle emrediyor diye bütün gruplar bunda teslim olmuş. Bu, farklılık yok demektir. Yani ayrı grup olması bir farktan gelmiyor. Gruplaşmalar Risale-i Nur’un ana temasındaki bir farklı anlayıştan değil, haricî sebeplerden kaynaklanıyor. Ama hepsi aynı düşünce içinde, aynı maksada hizmet etmiş oluyorlar. Bazıları gazete ve neşriyatla, bir kısmı radyo ve yayınlarla, bir kısmı daha ziyade Bediüzzaman Hazretlerinin öncelik verdiği medrese-i nuriye denilen o mekânlarda devamlı Risale-i Nur’u okuyarak insanlara anlatmakla hizmet ediyor. Benim gibi bazıları da daha ziyade dışarıyla ve dış ülke hizmetleriyle meşgul oluyor. Sanki vazife taksimi gibi. Mezheplerle ilgili bölümde Üstad izah ediyor ya, hikmet-i İlâhiyenin tensibiyle Şafiiler daha ziyade dağlık yerlerde, Hanefîler ise şehirlerde bulunuyor. Onun gibi bizimki de hikmet-i Rabbanî.
Birleşmeden kasıt da bir kısım hizmetlerle ilgili olmalıdır. Diyelim ki sempozyumlar, konferanslar oluyor. Bunlarda hep bir arada bulunmalı, dinlemeli, maddeten ve mânen sahip çıkmalı. Ortak organizasyonlar yapılabilir. Bunlar birleşmedir. Böyle gelişmelerin artmasını diliyorum. Böylece maksat hasıl olmuş olur.
***Üstadla yaşadığınız, hiç unutamadığınız bir hatıranızı bizimle paylaşır mısınız?
Bir gün Emirdağ’da Üstad bana “Kardeşim Muhammed, ben bir adamın imanının kurtulması için Cehenneme girmeye razı olmuşum” dedi. Bunu bana sene içerisinde kaç defa daha söylemişti. Son söylediğinde ben çok müteessir oldum. Dünyada işkencelere maruz kalmış, bu kadar insanın imanının kurtulmasına vesile olmuş bir zat, ebediyen nasıl cehenneme girecek! Hem dünyada çekti, hem ahirette!.. O anda çok acayip bir ıztırap çöktü bana. Baktım Üstad hemen doğruldu, “Ebediyen değil” dedi. Yani günahların cezasını çektikten sonra Cennete girmek tarzında. Kalbimi okudu yani. Öyle deyince birden rahatladım.
İsmail Tezer - Yeni Asya - 23.03.2005
YesilSancak!- Mesaj Sayısı : 278
Rep :
Points : -4
Kayıt tarihi : 05/09/08
Geri: Mehmet Fırıncı Ağabey
Mehmet Fırıncı'yı bu gazetenin okurları benden daha fazla tanır. Benim için Nur camiasının tarihî isimlerinden biriydi, hiç karşılaşıp konuşmamıştım.
Eşi Şükran Hanım'la konuşmaya evine gidince kendisine de birkaç “muzır” soru yönelteyim dedim. Ama bir yandan da terslenirim diye korkuyordum. Onu beklediğimden çok farklı buldum; neşeli, her türlü soruya tahammüllü ve açıktı. Şükran Hanım'ın ketumiyetinin ardından ilaç gibi geldi.
Bu “abilik” olgusundan başlamak istiyorum. “Üstadı gören abiler”, 2006 Türkiye'sinde Nurcular için hâlâ sözü dinlenilen, verdikleri işaretlere dikkat edilen kanaat önderleri mi, yoksa nostalji figürlerine mi dönüştüler?
Aslında o ikinci söylediğiniz doğru olmaya başladı. Yeni gelişen düşünceler muvacehesinde biz abiler olarak kendimizi yenileyemiyoruz. Bunlar içinde en fazla yenileyebilen benim. İstanbul'da hayatın içinde biraz fazla kaldım. Dünyayı geziyorum. Senede beş altı defa Avrupa'ya giderim.
Yani kanaat önderi “abi” olarak tek siz mi kaldınız?
Estağfurullah, öyle demek yanlış olur. Mesela (Mustafa) Sungur abi var, Abdullah (Yeğin) abi var. Birinci abi (Mehmet Emin) var.
Hepiniz ayrı gruplar içerisindesiniz.
Aşağı yukarı öyle. Ama Sungur abi ile biz beraber sayılırız. Abdullah abi de, “Ben hiçbir gruptan değilim, bütün gruplar benim grubumdur” demeye başladı. Nedenini anlayamadım. Baktılar ki biz Nesil Grubu olarak Said Nursi'yi dünyaya tanıtmada hepsinden önde gidiyoruz...
Bir de Yeni Asya grubu var.
Evet. Mehmet Kutlular, Üstad'ı görmemiştir; ama o da kanaat önderlerinden biridir. Mehmet Kurdoğlu ve Hüsnü Bayramoğlu'nu da unutmayalım. Zübeyir ve Ceylan abiler vefat ettiler malum. Bir de Sıddık Dursun, İzzettin Yıldırım vardı, Türkiye Hizbullah'ı öldürdü ya.
Zehra grubuydu galiba.
Evet Zehra grubu. Onlar da iki kanat. Sıddık Dursun ve İzzettin Yıldırım. Hizbullah, Doğu Anadolu'da bunların müessir olduğunu kabul ettiklerinden, onların altyapılarını kendilerine alet etmek istediler, fakat onlar reddetti. Ondan sonra onları öldürdüler.
Bu grupların aralarındaki ilişkiler her zaman pozitif olmadı. Rekabet oldu, ithamlar oldu. Said Nursi bugün yaşasaydı ne derdi sizlere, parmağını sallar mıydı yüzünüze?
(Tebessüm ediyor) Türkiye'deki siyasi anafor yol açtı buna. Abdullah abilerle kopmamızda bizim CHP karşısında Adalet Partisi'ni böldürmeme düşüncesiyle hareket etmemiz etkili oldu. Önce Demokrat Parti, sonra Adalet Partisi'ni fazla iltizam ettik. Erbakan kendi siyasi çizgisiyle ortaya çıkınca, biz bunun yanlışlığını ifade ettik, yani ‘bölmeyin' dedik. Bölününce Halk Partisi iktidara gelecek düşüncesiyle biraz da ifrat ettik yani.
Bu itirafı duymak ne hoş!.. Bana göre de en büyük suçunuz, siyasi partilerle fazla haşır neşir olmanız. İman meseleleri neyinize yetmiyordu?
(Tebessüm ediyor) Çok doğru. O esnada Ecevit umuttu. Bediüüzzaman'ın “Komünist kuvveti o partinin altında bu vatana hakim olur. Buna karşı Demokrat Parti'yi böldürmemek lazım.” diye mektupları var. 1977 seçimlerinde öyle bir rüzgarla geldi ki Karaoğlan. Ve hakikaten bütün sosyalist ve komünist gruplar Halk Partisi içinde çöreklendi.
Ve siz dinî bir grup olarak politikaya bulaştınız!
Politikaya bulaştık; ama oradan bir menfaat elde etmek için değil.
Yapmayın. Hiç mi menfaat elde edilmedi sizin grupta?
Hiçbir surette. Yalnız şöyle. Arkadaşlar umumiyetle öğretmendi. Milli Eğitim bakanlarından, öğretmenliğe tayin hususunda istifade ettik.
Erbakan’ı destekleseydik İran ve Kaddafi damgası yerdik
Demirel, sizin kendisi için yaptıklarınızı sadece tayinlerle mi ödedi ?
Zaten arkadaşlar “Hem Demirel'e gidip köle oluyorsunuz, hem de ondan hiçbir şey istifade etmiyorsunuz” diye bize kızıyorlar. Bizim amacımız Demirel değil, Halk Partisi'nin iktidara gelmemesiydi. Çünkü o gelince her şey hakikaten allak bullak oluyor. Nitekim 77'de Milliyetçi Cephe bozuldu. Ecevit 11 milletvekilinin desteğini alıp kabineyi kurdu. 18 ayda memleket yangın yerine döndü. Biz bunu engellemek istemiştik.
Siyasete elini veren kolunu kaptırır. Yani bir kirlilik akmadı mı politikadan size?
Zarar vermedi değil. Ama mesela şu anda imam hatipleri kapatmak için her türlü tedbiri alıyorlar. Biz milli eğitim bakanlarından hep müspet insanları tayin ettirme hususunda istifade ettik. İmam hatiplerin artmasını temin etmek sadedinde Demirel'in dindarlar tarafında söz söylemesini temin ettik. En küçük bir yanlış konuşma olunca, Demirel'i ikaz ediyorduk.
Demirel'i değil de Erbakan'ı destekleseydiniz ne olurdu?
Erbakan'ın tarafına geçseydik biz de onun anlayışında olmuş olacaktık. Halbuki biz sosyal İslam'ız. Erbakan ile beraber olsaydık, İran veya Kaddafi damgasını yerdik. Erbakan'ın gölgesi altında kalırdık. Biz Erbakan'ın şemsiyesi altına girmek istemedik. Çünkü siyasal İslam'ı Bediüzzaman kabul etmiyor.
Demirel'in tarafında yer alınca sosyal, Erbakan'ın tarafında olunca siyasi İslam oluyor öyle mi?
(Gülmeler) Ama biz Adalet Partisi'nde aktif siyaset yapmadık. Sadece bir baskı grubu olarak destek verdik. Erbakan o günlerde bizim bilfiil politikaya girmemizi istiyordu. ‘Mademki Müslüman'sınız, partiye üye olacaksınız' diyordu, dışarıdan desteği yeterli bulmuyordu.
Said Nursi yaşasaydı bu konuda sigaya çeker miydi sizi?
Çekerdi. Bazı şeylerde kızdı mıydı hiddet ederdi yani. Fakat biz dünya siyasal İslam cenahına katiyen bulaşmadık. Bunu hakikaten arkadaşlar mükemmelen yaptılar. Onun için de biz ilmi olarak Mısır üniversitelerinde ve diğer İslam dünyası üniversitelerinde müessir olduk. Yani aşağı yukarı bin tane adam bize hep tebliğler hazırlıyor bu sempozyumlara, ben İstanbul İlim Kültür Vakfı'nın da başkanıyım maalesef.
Niye maalesef?
Daha akıllı birisi olabilirdi yani. (Tebessüm ediyor) Belki de daha akıllısına siz bırakmamışsınızdır. Yok, cidden söylüyorum. Arkadaşlar nostaljik olarak beni istediler. Onlar yürütüyorlar işi. Yoksa biz ihtiyarladık.
Risaleler basılıyor ve birileri para kazanıyor. Yasal mirasçısı kimdir bu kitapların?
Sözler Yayınevi olarak bendeniz ve Mehmet Emin Birinci, Mustafa Sungur, Mehmet Kutlular'la hep beraberiz. Bediüzzaman Hazretleri de ‘Risale-i Nur'un parası ne benimdir, ne başkasınındır.' dedi. Nesil Grubu olarak yayınevini vakıf haline getirdik ki bizim uhdemizde olmasın diye. Şimdi Sözler Yayınevi de vakıf haline geliyor.
Peki ama risalelerin gelirini niye siz topluyorsunuz? Sonuç olarak siz bu parayı yemiyor musunuz?
Yok, bakın sadece Bediüzzaman Hazretleri’nin tayinat olarak verdiği bir miktar vardı. Günde o zaman otuz kuruştu. Şimdi bir ekmek parası olarak senede yüz milyon. Böyle hayatını hizmete vakfedenlere verilen bir tayinat var. Ondan başka bir para alıyorsam, Allah beni cennete koymasın.
Kazanılan o paralar nasıl harcandı?
Mısır'da yayınevi kurduk. Değil para almak, 300 bin dolar oraya para yatırdık. Almanya'da imkanlarımız vardı. Orada kitap neşrettik. Yayınevinin parası zaten yapılan bu hizmetlere gidiyor. Bir sempozyum yapıyoruz, yüz bin dolar para gidiyor. Yayınevinin parası filan buna kâfi gelir mi?
Neden belirli yayınevleri basabiliyor risaleleri?
İstanbul'da muhtelif kısımlar olarak on dört tane yayınevi basıyor. Esas tamamını beş veya altı yayınevi basıyor.
Bizimkisi bir ‘hizmet evliliği’
Siz uzun süre müzmin bir bekar olarak tanınıyordunuz. Nasıl oldu da evlendiniz?
Şükran Hanım İngiliz asilzadelerindendir. İngiltere'de Müslüman olmuş. Durham Üniversitesi'nde doktora yapacağı sırada, Ayetül Kübra ve Tabiat Risalesi'ni İngilizce okumuş. Ali Mermer, Diyanet müfettişiydi o zaman, bir ara oradan telefon etti ki, ‘Burada Müslüman olan bir kızcağız oraya gelmek istiyor. Sualleri var. Ona cevap verin.' dedi. Şükran Hanım geldi. Suallerine cevap verdik. Sonra İngiltere'ye döndü. Bir müddet sonra bizim risaleleri İngilizceye tercüme edecek eleman ihtiyacımız oldu. Bu vesileyle Şükran Hanım yeniden geldi. Altı sene tercümelere devam etti. Bu biyografinin ilk çalışmalarını hazırladı. Arkadaşlar bir gün beni çağırdılar. Dediler ki bana: ‘Sen yaşlandın. Kendine bakamıyorsun. Şükran Hanım'la evlen. Hem sana bakar, hem de hizmetlere vesile olur.' Hiç düşünmüyordum öyle bir şeyi.
Neden düşünmüyordunuz?
O gün İslam dünyasından gelen hocalar sordular. ‘Niye evlenmedi Bediüzzaman?' diye. Ben dedim, vakit bulamadı. Ben de öyleydim. Gece gündüz öyle çalışıyorduk ki. Şimdi bile öyleyiz. Şükran Hanım bıkıyor. Ben her gece birde, ikide geliyorum eve. Kovacak beni neredeyse, böyle evlilik mi olur diye. Sonra onların teklifi bende demek tesirini gösterdi. Hacca gittim geldim. Hizmetler rahatladı. Allah razı olsun arkadaşların parasıyla bir ev alındı Şükran Hanım'a. Ben de evsiz barksız bir adamım. Hiçbir şeyim yok dünyada. Bari iç güveysi gireyim dedim bu eve. (Gülüyor)
Aranızda 20 yaş var. O beni kabul eder mi, etmez mi diye bir şüpheniz yok. Nasıl olsa evet der diye mi düşünüyorsunuz?
Evlenme düşüncemi dile getirdim; ama bunu çok tartıştım kendi âlemimde. Biraz da uyum sağlanır mı, bu ecnebi birisi. Ben yaşlandım. Kızarım, kovarım. Bütün bunları düşündükten sonra hizmet için her şeye katlanmak lazım düşüncesi oldu kafamda. Eğer kabul ederse inşallah o da anlayışlı davranır. Biz de sebat ederiz. Tabii yaş farkı da beni düşündürüyordu. Entelektüel bir insan olduğu için, anlaşma o bakımdan kolay oluyor. Benim bir entelektüel tarafım yok. Sadece Risale-i Nur tahsilim var. Ben köyde ilkokulu zorla bitirerek geldim buraya. Tabii çok entelektüel insanlarla beraber yaşadığımız için bir formasyon kazandık.
Hiç mi romantik yanı yok bu hikayenin? Bu kadar mı proje olarak baktınız yani?
Kusura bakmayın. Hiçbir romantik yanı yok.
Hiç mi güzel bir laf söylemediniz?
Şükran Hanım: Gerek yoktu.
O esnada da bizim Medrese-i Nuriye'de üst üste yemekler dokundu. Zehirlendim. Devamlı serumlar, bilmem neler. Midem fazla hassas. Arkadaşlar onu bilemiyorlar. O bakımdan da ihtiyaç hissettim.
Şükran Hanım: Aşçı arıyordun.
Siz bir eş değil evinize aşçı, tercüman, hizmet ehli biri aramışsınız gerçekten.
Tamam, böyle bir şey hakikaten.
Peki ya sevgi sözcükleri?
Sevgi kısmı olmasaydı olmazdı. O zaman altmış küsur yaşında bir kimseyim. O nevi bir genç gibi öyle ifadelerle... Risale-i Nur'dan aldığımız ciddi terbiye ile o gibi şeyleri söyleyecek hatta düşünecek vaziyette de değildim.
Nasıl hitap ediyorsunuz kendisine?
Şükran Hanım diyorum. Hiç Şükran demem. O da biraz böyle katıdır. Tabii biz uzun zaman bekardık. Kendimi idare etmeyi öğrendiğim için mutfağa girip bir şeyler hazırlayayım diyorum. Çünkü o devamlı makinenin başında yazı çizi ile uğraşıyor. Ben onu oradan kaldırmamak için kendim usulca yapmak istiyorum. Hemen fırlıyor geliyor. Kendisine saygısızlık ettiğimi düşünerek, sen ne karışıyorsun gibi. Allah razı olsun böyle hizmeti var. Ben hakikaten hakkını yemek istemem.
Hiç değilse ‘I love you’ demeyi biliyor musunuz? Biliyorum, ama bunları röportajda söylemem. Bunlar aile içi şeyler. Aslında hizmet evliliği gibi bir şey bu. Cidden böyle.
Zaman - Nuriye Akman - 04 Eylül 2006
Eşi Şükran Hanım'la konuşmaya evine gidince kendisine de birkaç “muzır” soru yönelteyim dedim. Ama bir yandan da terslenirim diye korkuyordum. Onu beklediğimden çok farklı buldum; neşeli, her türlü soruya tahammüllü ve açıktı. Şükran Hanım'ın ketumiyetinin ardından ilaç gibi geldi.
Bu “abilik” olgusundan başlamak istiyorum. “Üstadı gören abiler”, 2006 Türkiye'sinde Nurcular için hâlâ sözü dinlenilen, verdikleri işaretlere dikkat edilen kanaat önderleri mi, yoksa nostalji figürlerine mi dönüştüler?
Aslında o ikinci söylediğiniz doğru olmaya başladı. Yeni gelişen düşünceler muvacehesinde biz abiler olarak kendimizi yenileyemiyoruz. Bunlar içinde en fazla yenileyebilen benim. İstanbul'da hayatın içinde biraz fazla kaldım. Dünyayı geziyorum. Senede beş altı defa Avrupa'ya giderim.
Yani kanaat önderi “abi” olarak tek siz mi kaldınız?
Estağfurullah, öyle demek yanlış olur. Mesela (Mustafa) Sungur abi var, Abdullah (Yeğin) abi var. Birinci abi (Mehmet Emin) var.
Hepiniz ayrı gruplar içerisindesiniz.
Aşağı yukarı öyle. Ama Sungur abi ile biz beraber sayılırız. Abdullah abi de, “Ben hiçbir gruptan değilim, bütün gruplar benim grubumdur” demeye başladı. Nedenini anlayamadım. Baktılar ki biz Nesil Grubu olarak Said Nursi'yi dünyaya tanıtmada hepsinden önde gidiyoruz...
Bir de Yeni Asya grubu var.
Evet. Mehmet Kutlular, Üstad'ı görmemiştir; ama o da kanaat önderlerinden biridir. Mehmet Kurdoğlu ve Hüsnü Bayramoğlu'nu da unutmayalım. Zübeyir ve Ceylan abiler vefat ettiler malum. Bir de Sıddık Dursun, İzzettin Yıldırım vardı, Türkiye Hizbullah'ı öldürdü ya.
Zehra grubuydu galiba.
Evet Zehra grubu. Onlar da iki kanat. Sıddık Dursun ve İzzettin Yıldırım. Hizbullah, Doğu Anadolu'da bunların müessir olduğunu kabul ettiklerinden, onların altyapılarını kendilerine alet etmek istediler, fakat onlar reddetti. Ondan sonra onları öldürdüler.
Bu grupların aralarındaki ilişkiler her zaman pozitif olmadı. Rekabet oldu, ithamlar oldu. Said Nursi bugün yaşasaydı ne derdi sizlere, parmağını sallar mıydı yüzünüze?
(Tebessüm ediyor) Türkiye'deki siyasi anafor yol açtı buna. Abdullah abilerle kopmamızda bizim CHP karşısında Adalet Partisi'ni böldürmeme düşüncesiyle hareket etmemiz etkili oldu. Önce Demokrat Parti, sonra Adalet Partisi'ni fazla iltizam ettik. Erbakan kendi siyasi çizgisiyle ortaya çıkınca, biz bunun yanlışlığını ifade ettik, yani ‘bölmeyin' dedik. Bölününce Halk Partisi iktidara gelecek düşüncesiyle biraz da ifrat ettik yani.
Bu itirafı duymak ne hoş!.. Bana göre de en büyük suçunuz, siyasi partilerle fazla haşır neşir olmanız. İman meseleleri neyinize yetmiyordu?
(Tebessüm ediyor) Çok doğru. O esnada Ecevit umuttu. Bediüüzzaman'ın “Komünist kuvveti o partinin altında bu vatana hakim olur. Buna karşı Demokrat Parti'yi böldürmemek lazım.” diye mektupları var. 1977 seçimlerinde öyle bir rüzgarla geldi ki Karaoğlan. Ve hakikaten bütün sosyalist ve komünist gruplar Halk Partisi içinde çöreklendi.
Ve siz dinî bir grup olarak politikaya bulaştınız!
Politikaya bulaştık; ama oradan bir menfaat elde etmek için değil.
Yapmayın. Hiç mi menfaat elde edilmedi sizin grupta?
Hiçbir surette. Yalnız şöyle. Arkadaşlar umumiyetle öğretmendi. Milli Eğitim bakanlarından, öğretmenliğe tayin hususunda istifade ettik.
Erbakan’ı destekleseydik İran ve Kaddafi damgası yerdik
Demirel, sizin kendisi için yaptıklarınızı sadece tayinlerle mi ödedi ?
Zaten arkadaşlar “Hem Demirel'e gidip köle oluyorsunuz, hem de ondan hiçbir şey istifade etmiyorsunuz” diye bize kızıyorlar. Bizim amacımız Demirel değil, Halk Partisi'nin iktidara gelmemesiydi. Çünkü o gelince her şey hakikaten allak bullak oluyor. Nitekim 77'de Milliyetçi Cephe bozuldu. Ecevit 11 milletvekilinin desteğini alıp kabineyi kurdu. 18 ayda memleket yangın yerine döndü. Biz bunu engellemek istemiştik.
Siyasete elini veren kolunu kaptırır. Yani bir kirlilik akmadı mı politikadan size?
Zarar vermedi değil. Ama mesela şu anda imam hatipleri kapatmak için her türlü tedbiri alıyorlar. Biz milli eğitim bakanlarından hep müspet insanları tayin ettirme hususunda istifade ettik. İmam hatiplerin artmasını temin etmek sadedinde Demirel'in dindarlar tarafında söz söylemesini temin ettik. En küçük bir yanlış konuşma olunca, Demirel'i ikaz ediyorduk.
Demirel'i değil de Erbakan'ı destekleseydiniz ne olurdu?
Erbakan'ın tarafına geçseydik biz de onun anlayışında olmuş olacaktık. Halbuki biz sosyal İslam'ız. Erbakan ile beraber olsaydık, İran veya Kaddafi damgasını yerdik. Erbakan'ın gölgesi altında kalırdık. Biz Erbakan'ın şemsiyesi altına girmek istemedik. Çünkü siyasal İslam'ı Bediüzzaman kabul etmiyor.
Demirel'in tarafında yer alınca sosyal, Erbakan'ın tarafında olunca siyasi İslam oluyor öyle mi?
(Gülmeler) Ama biz Adalet Partisi'nde aktif siyaset yapmadık. Sadece bir baskı grubu olarak destek verdik. Erbakan o günlerde bizim bilfiil politikaya girmemizi istiyordu. ‘Mademki Müslüman'sınız, partiye üye olacaksınız' diyordu, dışarıdan desteği yeterli bulmuyordu.
Said Nursi yaşasaydı bu konuda sigaya çeker miydi sizi?
Çekerdi. Bazı şeylerde kızdı mıydı hiddet ederdi yani. Fakat biz dünya siyasal İslam cenahına katiyen bulaşmadık. Bunu hakikaten arkadaşlar mükemmelen yaptılar. Onun için de biz ilmi olarak Mısır üniversitelerinde ve diğer İslam dünyası üniversitelerinde müessir olduk. Yani aşağı yukarı bin tane adam bize hep tebliğler hazırlıyor bu sempozyumlara, ben İstanbul İlim Kültür Vakfı'nın da başkanıyım maalesef.
Niye maalesef?
Daha akıllı birisi olabilirdi yani. (Tebessüm ediyor) Belki de daha akıllısına siz bırakmamışsınızdır. Yok, cidden söylüyorum. Arkadaşlar nostaljik olarak beni istediler. Onlar yürütüyorlar işi. Yoksa biz ihtiyarladık.
Risaleler basılıyor ve birileri para kazanıyor. Yasal mirasçısı kimdir bu kitapların?
Sözler Yayınevi olarak bendeniz ve Mehmet Emin Birinci, Mustafa Sungur, Mehmet Kutlular'la hep beraberiz. Bediüzzaman Hazretleri de ‘Risale-i Nur'un parası ne benimdir, ne başkasınındır.' dedi. Nesil Grubu olarak yayınevini vakıf haline getirdik ki bizim uhdemizde olmasın diye. Şimdi Sözler Yayınevi de vakıf haline geliyor.
Peki ama risalelerin gelirini niye siz topluyorsunuz? Sonuç olarak siz bu parayı yemiyor musunuz?
Yok, bakın sadece Bediüzzaman Hazretleri’nin tayinat olarak verdiği bir miktar vardı. Günde o zaman otuz kuruştu. Şimdi bir ekmek parası olarak senede yüz milyon. Böyle hayatını hizmete vakfedenlere verilen bir tayinat var. Ondan başka bir para alıyorsam, Allah beni cennete koymasın.
Kazanılan o paralar nasıl harcandı?
Mısır'da yayınevi kurduk. Değil para almak, 300 bin dolar oraya para yatırdık. Almanya'da imkanlarımız vardı. Orada kitap neşrettik. Yayınevinin parası zaten yapılan bu hizmetlere gidiyor. Bir sempozyum yapıyoruz, yüz bin dolar para gidiyor. Yayınevinin parası filan buna kâfi gelir mi?
Neden belirli yayınevleri basabiliyor risaleleri?
İstanbul'da muhtelif kısımlar olarak on dört tane yayınevi basıyor. Esas tamamını beş veya altı yayınevi basıyor.
Bizimkisi bir ‘hizmet evliliği’
Siz uzun süre müzmin bir bekar olarak tanınıyordunuz. Nasıl oldu da evlendiniz?
Şükran Hanım İngiliz asilzadelerindendir. İngiltere'de Müslüman olmuş. Durham Üniversitesi'nde doktora yapacağı sırada, Ayetül Kübra ve Tabiat Risalesi'ni İngilizce okumuş. Ali Mermer, Diyanet müfettişiydi o zaman, bir ara oradan telefon etti ki, ‘Burada Müslüman olan bir kızcağız oraya gelmek istiyor. Sualleri var. Ona cevap verin.' dedi. Şükran Hanım geldi. Suallerine cevap verdik. Sonra İngiltere'ye döndü. Bir müddet sonra bizim risaleleri İngilizceye tercüme edecek eleman ihtiyacımız oldu. Bu vesileyle Şükran Hanım yeniden geldi. Altı sene tercümelere devam etti. Bu biyografinin ilk çalışmalarını hazırladı. Arkadaşlar bir gün beni çağırdılar. Dediler ki bana: ‘Sen yaşlandın. Kendine bakamıyorsun. Şükran Hanım'la evlen. Hem sana bakar, hem de hizmetlere vesile olur.' Hiç düşünmüyordum öyle bir şeyi.
Neden düşünmüyordunuz?
O gün İslam dünyasından gelen hocalar sordular. ‘Niye evlenmedi Bediüzzaman?' diye. Ben dedim, vakit bulamadı. Ben de öyleydim. Gece gündüz öyle çalışıyorduk ki. Şimdi bile öyleyiz. Şükran Hanım bıkıyor. Ben her gece birde, ikide geliyorum eve. Kovacak beni neredeyse, böyle evlilik mi olur diye. Sonra onların teklifi bende demek tesirini gösterdi. Hacca gittim geldim. Hizmetler rahatladı. Allah razı olsun arkadaşların parasıyla bir ev alındı Şükran Hanım'a. Ben de evsiz barksız bir adamım. Hiçbir şeyim yok dünyada. Bari iç güveysi gireyim dedim bu eve. (Gülüyor)
Aranızda 20 yaş var. O beni kabul eder mi, etmez mi diye bir şüpheniz yok. Nasıl olsa evet der diye mi düşünüyorsunuz?
Evlenme düşüncemi dile getirdim; ama bunu çok tartıştım kendi âlemimde. Biraz da uyum sağlanır mı, bu ecnebi birisi. Ben yaşlandım. Kızarım, kovarım. Bütün bunları düşündükten sonra hizmet için her şeye katlanmak lazım düşüncesi oldu kafamda. Eğer kabul ederse inşallah o da anlayışlı davranır. Biz de sebat ederiz. Tabii yaş farkı da beni düşündürüyordu. Entelektüel bir insan olduğu için, anlaşma o bakımdan kolay oluyor. Benim bir entelektüel tarafım yok. Sadece Risale-i Nur tahsilim var. Ben köyde ilkokulu zorla bitirerek geldim buraya. Tabii çok entelektüel insanlarla beraber yaşadığımız için bir formasyon kazandık.
Hiç mi romantik yanı yok bu hikayenin? Bu kadar mı proje olarak baktınız yani?
Kusura bakmayın. Hiçbir romantik yanı yok.
Hiç mi güzel bir laf söylemediniz?
Şükran Hanım: Gerek yoktu.
O esnada da bizim Medrese-i Nuriye'de üst üste yemekler dokundu. Zehirlendim. Devamlı serumlar, bilmem neler. Midem fazla hassas. Arkadaşlar onu bilemiyorlar. O bakımdan da ihtiyaç hissettim.
Şükran Hanım: Aşçı arıyordun.
Siz bir eş değil evinize aşçı, tercüman, hizmet ehli biri aramışsınız gerçekten.
Tamam, böyle bir şey hakikaten.
Peki ya sevgi sözcükleri?
Sevgi kısmı olmasaydı olmazdı. O zaman altmış küsur yaşında bir kimseyim. O nevi bir genç gibi öyle ifadelerle... Risale-i Nur'dan aldığımız ciddi terbiye ile o gibi şeyleri söyleyecek hatta düşünecek vaziyette de değildim.
Nasıl hitap ediyorsunuz kendisine?
Şükran Hanım diyorum. Hiç Şükran demem. O da biraz böyle katıdır. Tabii biz uzun zaman bekardık. Kendimi idare etmeyi öğrendiğim için mutfağa girip bir şeyler hazırlayayım diyorum. Çünkü o devamlı makinenin başında yazı çizi ile uğraşıyor. Ben onu oradan kaldırmamak için kendim usulca yapmak istiyorum. Hemen fırlıyor geliyor. Kendisine saygısızlık ettiğimi düşünerek, sen ne karışıyorsun gibi. Allah razı olsun böyle hizmeti var. Ben hakikaten hakkını yemek istemem.
Hiç değilse ‘I love you’ demeyi biliyor musunuz? Biliyorum, ama bunları röportajda söylemem. Bunlar aile içi şeyler. Aslında hizmet evliliği gibi bir şey bu. Cidden böyle.
Zaman - Nuriye Akman - 04 Eylül 2006
YesilSancak!- Mesaj Sayısı : 278
Rep :
Points : -4
Kayıt tarihi : 05/09/08
Geri: Mehmet Fırıncı Ağabey
Mehmet Fırıncı: Bediüzzaman Said Nursî 100 sene sonra yeni yeni anlaşılıyor
*Meşrutiyet (ikinci) ilân edildikten sonra Bediüzzaman, Doğudaki aşiretleri gezerek meşrutiyet ve hürriyetin güzelliğini anlatmış, daha sonra bunları Münâzarât isimli eserinde toplayarak neşretmişti. Sözkonusu eserinin bir yerinde "Eğer siz tembel kalıp da onun (meşrutiyetin) yolunu yapmazsanız, tembellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz" demektedir. Bu mânâlar çerçevesinde günümüz Türkiyesi'nin geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve gelecekle ilgili düşünceleriniz nelerdir?
Yüz sene oldu esasında bir açıdan. Eserin basıldığı tarih olarak Miladî 1911 diyoruz, ama Hicrî olarak da 1327'dir. Hutbe-i Şâmiye'de de aynı durum var. Hicrî olarak düşündüğümüzde yüz seneyi aştık bile. Tabiî insanların, cemiyetlerin olgunlaşması, intibakı kısa zamanda olmuyor. Üstadın saydığı "vahşet ayıları, cehâlet ejderhası, husûmet kurtları..." gibi demokrasinin tam mânâsıyla gelmesini engelleyecek sebepler var. Yani evvelâ, insanların bu demokratik kültüre alışması lâzım. Meselâ, Türkiye'de çok partili hayata geçilirken, Demokrat Parti'nin kuruluşunu biliyorum. Parti bir ilçede kuruluyor önce. Karakola çağırıyorlar akşam. "Siz devlete karşı mı geliyorsunuz, parti marti kuruyorsunuz böyle? Nereden çıktı bu?" diye... Halbuki Ankara'da karar alınmış. Tabiî hemen Demokrat Parti ilçe idare heyeti istifa ediyor, yani feshediliyor. Bir iki yine böyle tekrar kuruyorlar. Ondan sonra Ankara'daki Demokratlar, o memlekette hiç karakoldan çıkmayan ayyaş, sarhoş, adeta karakolla bağışıklık kazanmış adamları buluyor. "Siz partiyi kurun, biz sizi şöyle yükselteceğiz, devleti ele alacağız, şöyle yapacağız, böyle yapacağız, size imkânlar vereceğiz falan..." diyorlar. Bu sefer onlar kuruyor. Karakolda dövseler, sövseler de hiç aldırış etmiyorlar, istifa da etmiyorlar. Parti kurulmuş oluyor. Ama tabiî sonra, hoş olmayan çeşitli talepler oldu. Çünkü bu insanlar, değil demokratik kültürü, insânî muameleleri bile zor biliyorlar. Her ne kadar bunları tadil etmeye sonradan uğraştılarsa da, kurulurken böyle oldu. Demokrat Partinin kuruluşu, Anadolu'da yerleşmesi böyle insanlarla mümkün olabildi. Malûm, bu kültür, kaç defa müdahalelerle, ihtilâllerle yaralandı. Şimdi, biraz daha milletin isteği doğrultusunda bazı gelişmeler görüyoruz. Burada partiyi nazara almak doğru değil. Gelişen şartlar, milletin isteklerinin yerine getirilmesi noktasına gidiyor. Tabiî Üstad, sadece bunları söylemiyor. Üstad makâlâtında hürriyetin nasıl olması lâzım geldiğini bütün yönleriyle tarif ediyor. Anayasasını koymuş zaten bütün makâlâtında. "Hürriyetin şe'ni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın" tarzında tarifler getiriyor. Batı anlayışında hürriyet hayli farklı. "Başkasına zarar vermedikten sonra özgürsün" diyor. Ama kişinin kendine verdiği zararı nazara almıyor. Işte demokrasinin buralarda açmazları var. Üstad Hazretleri hep onları nazara vererek, "Bizde nasıl olmalı?" yahut "Insanlıkta nasıl olmalı?" diye düşünüyor. Insanlık çok muhtaç bu hakikatlere. Onu da söylüyor zaten. "Onlar kâh öküz arabasına binmişler, yola gitmişler; biz birden bire şimendifer ve balon gibi mebâdiye bineceğiz, geçeceğiz" diyor. Şimdi bir noktaya doğru gelindi tabiî. Yüz sene geçti. Yüz senede millet belli bir noktaya geldi. Esas mesele, başımızın sıkıntısı olan bu terör belâsına karşı ve bu masum halkın aldatılmasını önlemek için, milleti mânevî veçheden irşad etmek, yani dinî şahsiyetlerle onları ikaz etmek, uyandırmak. Ben yüzüncü sene meselesiyle ilgili olarak burada şöyle söyleyeyim. Tabiî demokrasimizin daha da kemâle gelmesi lâzım. Inşallah mükemmelleşir. Insanca yaşamanın ideâlini, insan olmanın haysiyetini kâmil mânâda tatmak isteriz.
*Türkiye uzun bir zamandır terör ve ırkçılık belâlarına maruz. Asırlardır kardeşçe yaşamış milletleri birbirine düşüren bu iki belâya, Üstad ve Risâle-i Nur ne gibi çareler sunuyor?
Cumhuriyetin kuruluşuna kadar, azınlık olarak gayr-i müslimler kabul edildi zaten Islâm'da da böyledir. Diğer bütün Müslüman olan vatandaşlar, Anadolu halkı tek bir milletti. Sonra cumhuriyet, bunu Türkçülük tarzına çevirdi. Aslında Türkiye Cumhuriyetinin ilk anayasasında "Devletinin dini, dîn-i Islâmdır" yazıyordu. Bu esasla kuruldu. Ve bütün etnik gruplar bu Islâm potasında kendisini gördü ve meclisinde de yer aldı. Böylece devam etti. Sonradan bu madde kaldırıldı. Kaldırıldı, ama gayr-ı mektup hâle geldi. Yani anayasadan kaldırıldı, ama milletten kaldırılmadı. Millet bu şuuru taşıyarak geldi. Fakat menfî kuvvetler, Türkiye'nin çeşitli düşmanları ırkçılık meselesini devamlı kullandılar. Zaten Osmanlı'yı parçalamada da kullanmışlardı. Ermeniler beş yüz sene teb'a-yı sadıka olarak kaldılar, ama Birinci Dünya Harbinde en büyük düşman hâline geldiler. Onları da, malum, tedbir için tehcir ettiler. Bu defa da, işte hâlen "Soykırım yapıldı, falan filan" diye söyleniyor. Biz Müslüman teb'a olarak Türkü, Kürdü, Çerkezi, Lazı hepsi tek bir millet olarak yaşadık. Ama hariçten yapılan tahrikler yüzünden, Osmanlılar zamanında Ermeniler böyle çok şey yaptı. Sonradan da sosyalizm veya komünizm cereyanıyla PKK örgütü ortaya çıktı. Türkiye'nin inkişafını, kalkınmasını istemeyen Batıdaki bir kısım mihraklar da onlara kuvvet vererek, para pul, her şeyle yardım ederek Türkiye'nin başına bu terör belâsını ördü. Biz millet ve devlet olarak uyanık davranmak durumundayız. Madem Müslümanız, "Biz azınlığız, ayrı devlet isteriz" diyemeyiz. Doğu Anadolu'daki Müslüman kardeşlerimiz de bu noktada selim kalpli insanlar, yani hariçten gelecek şeylere kat'iyen iltifat etmezler, etmiyorlar da zaten. Ama bir kısım gençler meseleyi bilemiyor. Islâmî şuuru tam kazanamamışlar, bu teröre maalesef âlet oluyorlar. Terörün ilâcı olarak, hadiseler de şunu gösterdi ki; Türkiye'nin bölünmemesi için Müslüman kardeşliğinin zayi olmaması lâzım.
*Türkçülük, ırkçılık politikaları da bu sorunu arttırmıyor mu?
Illâ da başka bir şeyle tedâvi etmek istiyorlar. O da olmuyor. Fıtrata uygun gelmiyor. Fıtrî yapı, ancak Islâm kardeşliğiyle tatmin oluyor. Hz. Ali "Ne mutlu Müslümanım diyene" der. Trakya'da yaşayan bir kardeşini Müslümanlık duygusuyla Van'daki sevebiliyor. Trakya'daki de oradakini seviyor. Böylece bir kaynaşma vücuda geliyor. Eğer böyle olmazsa, başka şeylerle o mânâ tahakkuk etmiyor. Etmeyince de bilhassa masum gençlerimiz, beynelmilel güçlerin fesatlarına aldanıyor. Büyük bir yanlışlıkla dağlara çıkıyorlar. Yazık... Devlete burada çok iş düşüyor. Islâm hukukunda da var; madem devlettir, tedbiri almakla mükelleftir. Nizamı korumalıdır. Onun için Islâm hukuku isyan gibi hallere cevaz vermiyor kesinlikle. Üstad da bu sebeple "Menfî hareket kat'iyen yok. Kur'ân müsaade etmiyor" diyor.
*Üstadın Medreset'üz Zehrâ projesi, bahsettiğiniz problemlere çare sunuyor değil mi?
Üstad, tâ o zamandan bu tedbirlerin ihtiyacını hissetmiş. "Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san'at, marifet ve ittifak silâhıyla cihad edeceğiz" diyor. Bu kendi kendine de olmuyor, elbette bir eğitim müessesesi yoluyla bunları tâlim etmek gerekiyor. Üstadımız bunu, Medreset'üz Zehrâ tabiriyle ifade etmiş. Ezher Üniversitesi mânâsında burada da bir üniversite teessüs etsin, tâ ki oradaki milletleri ırkçılık ifsat etmesin istiyor. Medreset'üz Zehrâ projesinin diğer bir tarafı da, üç fonksiyonu birden icrâ etmesi. Yani Tekke, Medrese, Mektep arasındaki ihtilâfı kaldırıyor. Hem ırkçılığı ortadan kaldırarak muhabbeti tesis ediyor, hem de o zamanda birbirini itham eden bu kurumları tek potada eritiyor. Bazılarının "Yanlış yaptık" diyerek daha yeni yeni anlamaya başladığını; Üstad, tâ o zamanlar Medreset'üz Zehrâ projesi çerçevesinde "Arapça vacip, Türkçe lâzım, Kürtçe caiz" diyerek ortaya koymuş. Bir profesör bunu "Kürtçe seçmeli ders olabilir" şeklinde yorumluyordu meselâ. Türkiye, şu anda bu noktaya gelmeye başladı. Yüz sene sonra tabiî.
*Peki Türkiye, Üstadın bu dev projesinin neresinde?
Erzurum'da bir üniversite açılacağı zaman, Kırkıncı Hoca, "Üstad'dan bir mektup geldi" diyor. Mektubu biz buradan (Istanbul'dan) göndermiştik-o zamanlar lâhikaları buradan gönderiyorduk çünkü. Daha evvel Urfa'dan gönderiliyordu. Sonra Istanbul'a vermişlerdi o vazifeyi. Netice olarak; Kırkıncı Hoca "Bir de baktık ki Üstad mektupta 'O benim üniversitemdir' diyor" diye anlatıyor. Çünkü, daha evvel proje Van'da yapılması içindi. Ama Erzurum milletvekilleri bastırmışlar, Başbakan'a ve Reis-i Cumhura gitmişler, Erzurum'a aldırmışlar. Ve Üstad "Benim üniversitem" diyor. Kırkıncı Hoca "Üstad böyle deyince biz üniversiteye sahip çıktık" diyor. Işte Medreset'üz Zehrâ projesinin bu mânada bir tahakkuku var. Diğer taraftan mânevî tahakkuku da var. Yani şimdi Risâle-i Nur var. Bütün dünyada, Türkiye'de ve bütün üniversitelerde fen dersleri okunurken, bir yandan da Risâle-i Nur okunuyor. Bu anlamda, Medreset'üz Zehrâ projesi şu anda bütün Türkiye'de tatbik ediliyor. Bütün üniversiteler bu noktada Medreset'üz Zehrâ'nın bir şubesi gibi. Ben öyle telakkî ediyorum. Inşallah... Medreset'üz Zehra projesi çok mühim bir proje. Üstad daha çocuk yaşlarda bunu gündeme getiriyor. Osmanlı devletinin eğitim sistemindeki eksiklikleri görüyor. Üstadın zaten büyüklüğü de burada: Sadece eksikliği görüp tenkit etmiyor, projesini de ortaya koyuyor. Hatta bundan iki devre evvel Almanya Cumhurbaşkanı Roman Herzog, "Artık şimdiki eğitim modelimizi çöp sepetine atma zamanı geldi. Ilahiyat fakültelerinde fen derslerinin, fen fakültelerinde de ilahiyat derslerinin okutulması lâzım" şeklinde bir beyanat vermiş. Elhasıl; Üstadın projeleri çeşitli vesilelerle tahakkuk ediyor. Demek insanlığın fıtrî ihtiyacıymış ki, devletler, idareler bunu yapmaya mecbur oluyor.
*Yakın zamanda Suriye'de gerçekleşen sempozyumda bulundunuz. Oradaki izlenimleriniz neler?
Suriye bambaşka oldu. O sempozyumda Hutbe-i Şamiye esas alınmıştı. Ben hayretler içerisinde kaldım. Nasıl ifade edeyim, Hutbe-i Şamiye'yi didik didik etmişler tâbiri caizse. "Yüz sene evvel Hutbe-i Şamiye nasıl taze idiyse, şimdi de aynı tazelikte ve hem Islâm dünyasına, hem de bütün insanlığa lâzım" tarzında konuşmalarda bulunuldu. Bu konuşanların her biri, ayrı ayrı yüksek ilmî şahsiyetler. Doğrusu ben giderken böyle bir şey beklemiyordum.
*Rusya'da Rusça olan bazı Risâle-i Nur eserlerinin yasaklanmasına nasıl bakıyorsunuz?
Dünyanın hür bir zemine gittiği zamanda bu yasağın gündeme gelmesi, aslında çok acayip, anormal bir hadise. Komünizmden kalan ateizmin bir tezahürü. Münferid insanların bu yasağa taraf olması... Ve hiçbir ilmî müdafaayı dinlememeleri... Çok anormal. Avukat buraya geldi, hep beraber neler yapmamız lâzım diye görüştük. O "Dünya üniversitelerinden ve ilim adamlarından 'Risâle-i Nur nasıl bir tefsirdir ve insanlığa nasıl faydalıdır?' şeklinde raporlar isteyelim" dedi. Neticede, Risâle-i Nurlar hakkında Amerika'dan, Ingiltere'den, Vatikan'dan, Fas'tan, Mısır'daki Ezher'den, hepsinden ilmî yazılar geldi. Hiçbirini kaale almadılar. Böyle mahkeme olur mu? Rusya'daki müftülüklerin hepsi katıldı. Rusya Müftüler Genel Başkanı "Risâle-i Nur'u, imanî hakikatleri ispat ediyor diye mahkûm etmeniz, Kur'ân'ı mahkûm etmektir. Böyle şey olamaz" diye bir buçuk saat konuşma yapmıştı salonda. Elhâsıl; mahkeme çok sathî bir anlayış içerisinde, maalesef böyle bir karara vardı. Ama şu anda Avrupa Insan Hakları Mahkemesi'nde devam ediyor mahkeme.
*Bu yasakta bir hayır yönü olabilir mi?
Bunu, Istanbul'daki Adalet Sempozyumu'na da gelen Rusyalı bayan gazeteci Nadejda Kevorkova iyi açıkladı. Hakikaten, hakkı hukuku müdafaa eden hakperest bir insan. Yeni Asya'da da yayınlanmıştı. Şöyle diyordu: "Size iki haberim zar. Biri iyi, diğeri kötü. Önce kötü olanı söyleyeyim: Said Nursî'nin eseri Rusya'da yasaklandı. Iyi haber de aynısı. Çünkü bu sayede Said Nursî ve eserleri Rusya'da meşhur olacaklar."
*Son olarak 23 Mart vesilesiyle vermek istediğiniz bir mesaj var mı? Risâle-i Nur'u iyi anlamamız lâzım. Madem Risâle-i Nurları biz evvelden öğrendik, vazifemiz insanlığa ve kendi memleketimizdeki insanlara onun kıymetini, değerini anlatmaya çalışmaktır. Üstadın istediği buydu çünkü. Üstad "Risâle-i Nur'un bir sayfasını bir yerden bir yere götürmek en büyük bir cihaddır. Eskiden cihad kılıçla, silâhla olmuş; şimdi onun yerine Kur'ân'ın elmas kılıncı olan Risâle-i Nur'la bu cihadı yapmamız lâzım" diye devamlı anlatırdı. Bir kısım kimseler, zamanın ihtiyacını bilemedikleri için, cihadın hâlen silâhla olduğunu düşünüyor. Hem Müslümanlara, hem de bütün insanlığa zararlı oluyorlar bu noktada. Manevî cihadı esas alsalar, Islâmiyet'in sevilmesine vesile olacaklar. Onu yapmıyorlar, bu sefer silâhlı ve Islâmiyet aleyhinde bir durum meydana geliyor. Çok yanlış bunlar. Bosna'daki gibi tecavüz edilirse maddî mukabele edersin, bu ayrı bir mesele; ama bizim vazifemiz, bu hakikatleri, her sene daha fazla gayretle insanlara anlatmaktır. Üstad, "Bir kimsenin sizin vasıtanızla imana gelmesi sizin için sahra dolusu kırmızı koyundan hayırlıdır" hadisini kaç yerde zikrediyor. Bunu yapmak bizim esas vazifemizdir.
Yeni Asya, İsmail Tezer, 23.03.2008
*Meşrutiyet (ikinci) ilân edildikten sonra Bediüzzaman, Doğudaki aşiretleri gezerek meşrutiyet ve hürriyetin güzelliğini anlatmış, daha sonra bunları Münâzarât isimli eserinde toplayarak neşretmişti. Sözkonusu eserinin bir yerinde "Eğer siz tembel kalıp da onun (meşrutiyetin) yolunu yapmazsanız, tembellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz" demektedir. Bu mânâlar çerçevesinde günümüz Türkiyesi'nin geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve gelecekle ilgili düşünceleriniz nelerdir?
Yüz sene oldu esasında bir açıdan. Eserin basıldığı tarih olarak Miladî 1911 diyoruz, ama Hicrî olarak da 1327'dir. Hutbe-i Şâmiye'de de aynı durum var. Hicrî olarak düşündüğümüzde yüz seneyi aştık bile. Tabiî insanların, cemiyetlerin olgunlaşması, intibakı kısa zamanda olmuyor. Üstadın saydığı "vahşet ayıları, cehâlet ejderhası, husûmet kurtları..." gibi demokrasinin tam mânâsıyla gelmesini engelleyecek sebepler var. Yani evvelâ, insanların bu demokratik kültüre alışması lâzım. Meselâ, Türkiye'de çok partili hayata geçilirken, Demokrat Parti'nin kuruluşunu biliyorum. Parti bir ilçede kuruluyor önce. Karakola çağırıyorlar akşam. "Siz devlete karşı mı geliyorsunuz, parti marti kuruyorsunuz böyle? Nereden çıktı bu?" diye... Halbuki Ankara'da karar alınmış. Tabiî hemen Demokrat Parti ilçe idare heyeti istifa ediyor, yani feshediliyor. Bir iki yine böyle tekrar kuruyorlar. Ondan sonra Ankara'daki Demokratlar, o memlekette hiç karakoldan çıkmayan ayyaş, sarhoş, adeta karakolla bağışıklık kazanmış adamları buluyor. "Siz partiyi kurun, biz sizi şöyle yükselteceğiz, devleti ele alacağız, şöyle yapacağız, böyle yapacağız, size imkânlar vereceğiz falan..." diyorlar. Bu sefer onlar kuruyor. Karakolda dövseler, sövseler de hiç aldırış etmiyorlar, istifa da etmiyorlar. Parti kurulmuş oluyor. Ama tabiî sonra, hoş olmayan çeşitli talepler oldu. Çünkü bu insanlar, değil demokratik kültürü, insânî muameleleri bile zor biliyorlar. Her ne kadar bunları tadil etmeye sonradan uğraştılarsa da, kurulurken böyle oldu. Demokrat Partinin kuruluşu, Anadolu'da yerleşmesi böyle insanlarla mümkün olabildi. Malûm, bu kültür, kaç defa müdahalelerle, ihtilâllerle yaralandı. Şimdi, biraz daha milletin isteği doğrultusunda bazı gelişmeler görüyoruz. Burada partiyi nazara almak doğru değil. Gelişen şartlar, milletin isteklerinin yerine getirilmesi noktasına gidiyor. Tabiî Üstad, sadece bunları söylemiyor. Üstad makâlâtında hürriyetin nasıl olması lâzım geldiğini bütün yönleriyle tarif ediyor. Anayasasını koymuş zaten bütün makâlâtında. "Hürriyetin şe'ni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın" tarzında tarifler getiriyor. Batı anlayışında hürriyet hayli farklı. "Başkasına zarar vermedikten sonra özgürsün" diyor. Ama kişinin kendine verdiği zararı nazara almıyor. Işte demokrasinin buralarda açmazları var. Üstad Hazretleri hep onları nazara vererek, "Bizde nasıl olmalı?" yahut "Insanlıkta nasıl olmalı?" diye düşünüyor. Insanlık çok muhtaç bu hakikatlere. Onu da söylüyor zaten. "Onlar kâh öküz arabasına binmişler, yola gitmişler; biz birden bire şimendifer ve balon gibi mebâdiye bineceğiz, geçeceğiz" diyor. Şimdi bir noktaya doğru gelindi tabiî. Yüz sene geçti. Yüz senede millet belli bir noktaya geldi. Esas mesele, başımızın sıkıntısı olan bu terör belâsına karşı ve bu masum halkın aldatılmasını önlemek için, milleti mânevî veçheden irşad etmek, yani dinî şahsiyetlerle onları ikaz etmek, uyandırmak. Ben yüzüncü sene meselesiyle ilgili olarak burada şöyle söyleyeyim. Tabiî demokrasimizin daha da kemâle gelmesi lâzım. Inşallah mükemmelleşir. Insanca yaşamanın ideâlini, insan olmanın haysiyetini kâmil mânâda tatmak isteriz.
*Türkiye uzun bir zamandır terör ve ırkçılık belâlarına maruz. Asırlardır kardeşçe yaşamış milletleri birbirine düşüren bu iki belâya, Üstad ve Risâle-i Nur ne gibi çareler sunuyor?
Cumhuriyetin kuruluşuna kadar, azınlık olarak gayr-i müslimler kabul edildi zaten Islâm'da da böyledir. Diğer bütün Müslüman olan vatandaşlar, Anadolu halkı tek bir milletti. Sonra cumhuriyet, bunu Türkçülük tarzına çevirdi. Aslında Türkiye Cumhuriyetinin ilk anayasasında "Devletinin dini, dîn-i Islâmdır" yazıyordu. Bu esasla kuruldu. Ve bütün etnik gruplar bu Islâm potasında kendisini gördü ve meclisinde de yer aldı. Böylece devam etti. Sonradan bu madde kaldırıldı. Kaldırıldı, ama gayr-ı mektup hâle geldi. Yani anayasadan kaldırıldı, ama milletten kaldırılmadı. Millet bu şuuru taşıyarak geldi. Fakat menfî kuvvetler, Türkiye'nin çeşitli düşmanları ırkçılık meselesini devamlı kullandılar. Zaten Osmanlı'yı parçalamada da kullanmışlardı. Ermeniler beş yüz sene teb'a-yı sadıka olarak kaldılar, ama Birinci Dünya Harbinde en büyük düşman hâline geldiler. Onları da, malum, tedbir için tehcir ettiler. Bu defa da, işte hâlen "Soykırım yapıldı, falan filan" diye söyleniyor. Biz Müslüman teb'a olarak Türkü, Kürdü, Çerkezi, Lazı hepsi tek bir millet olarak yaşadık. Ama hariçten yapılan tahrikler yüzünden, Osmanlılar zamanında Ermeniler böyle çok şey yaptı. Sonradan da sosyalizm veya komünizm cereyanıyla PKK örgütü ortaya çıktı. Türkiye'nin inkişafını, kalkınmasını istemeyen Batıdaki bir kısım mihraklar da onlara kuvvet vererek, para pul, her şeyle yardım ederek Türkiye'nin başına bu terör belâsını ördü. Biz millet ve devlet olarak uyanık davranmak durumundayız. Madem Müslümanız, "Biz azınlığız, ayrı devlet isteriz" diyemeyiz. Doğu Anadolu'daki Müslüman kardeşlerimiz de bu noktada selim kalpli insanlar, yani hariçten gelecek şeylere kat'iyen iltifat etmezler, etmiyorlar da zaten. Ama bir kısım gençler meseleyi bilemiyor. Islâmî şuuru tam kazanamamışlar, bu teröre maalesef âlet oluyorlar. Terörün ilâcı olarak, hadiseler de şunu gösterdi ki; Türkiye'nin bölünmemesi için Müslüman kardeşliğinin zayi olmaması lâzım.
*Türkçülük, ırkçılık politikaları da bu sorunu arttırmıyor mu?
Illâ da başka bir şeyle tedâvi etmek istiyorlar. O da olmuyor. Fıtrata uygun gelmiyor. Fıtrî yapı, ancak Islâm kardeşliğiyle tatmin oluyor. Hz. Ali "Ne mutlu Müslümanım diyene" der. Trakya'da yaşayan bir kardeşini Müslümanlık duygusuyla Van'daki sevebiliyor. Trakya'daki de oradakini seviyor. Böylece bir kaynaşma vücuda geliyor. Eğer böyle olmazsa, başka şeylerle o mânâ tahakkuk etmiyor. Etmeyince de bilhassa masum gençlerimiz, beynelmilel güçlerin fesatlarına aldanıyor. Büyük bir yanlışlıkla dağlara çıkıyorlar. Yazık... Devlete burada çok iş düşüyor. Islâm hukukunda da var; madem devlettir, tedbiri almakla mükelleftir. Nizamı korumalıdır. Onun için Islâm hukuku isyan gibi hallere cevaz vermiyor kesinlikle. Üstad da bu sebeple "Menfî hareket kat'iyen yok. Kur'ân müsaade etmiyor" diyor.
*Üstadın Medreset'üz Zehrâ projesi, bahsettiğiniz problemlere çare sunuyor değil mi?
Üstad, tâ o zamandan bu tedbirlerin ihtiyacını hissetmiş. "Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san'at, marifet ve ittifak silâhıyla cihad edeceğiz" diyor. Bu kendi kendine de olmuyor, elbette bir eğitim müessesesi yoluyla bunları tâlim etmek gerekiyor. Üstadımız bunu, Medreset'üz Zehrâ tabiriyle ifade etmiş. Ezher Üniversitesi mânâsında burada da bir üniversite teessüs etsin, tâ ki oradaki milletleri ırkçılık ifsat etmesin istiyor. Medreset'üz Zehrâ projesinin diğer bir tarafı da, üç fonksiyonu birden icrâ etmesi. Yani Tekke, Medrese, Mektep arasındaki ihtilâfı kaldırıyor. Hem ırkçılığı ortadan kaldırarak muhabbeti tesis ediyor, hem de o zamanda birbirini itham eden bu kurumları tek potada eritiyor. Bazılarının "Yanlış yaptık" diyerek daha yeni yeni anlamaya başladığını; Üstad, tâ o zamanlar Medreset'üz Zehrâ projesi çerçevesinde "Arapça vacip, Türkçe lâzım, Kürtçe caiz" diyerek ortaya koymuş. Bir profesör bunu "Kürtçe seçmeli ders olabilir" şeklinde yorumluyordu meselâ. Türkiye, şu anda bu noktaya gelmeye başladı. Yüz sene sonra tabiî.
*Peki Türkiye, Üstadın bu dev projesinin neresinde?
Erzurum'da bir üniversite açılacağı zaman, Kırkıncı Hoca, "Üstad'dan bir mektup geldi" diyor. Mektubu biz buradan (Istanbul'dan) göndermiştik-o zamanlar lâhikaları buradan gönderiyorduk çünkü. Daha evvel Urfa'dan gönderiliyordu. Sonra Istanbul'a vermişlerdi o vazifeyi. Netice olarak; Kırkıncı Hoca "Bir de baktık ki Üstad mektupta 'O benim üniversitemdir' diyor" diye anlatıyor. Çünkü, daha evvel proje Van'da yapılması içindi. Ama Erzurum milletvekilleri bastırmışlar, Başbakan'a ve Reis-i Cumhura gitmişler, Erzurum'a aldırmışlar. Ve Üstad "Benim üniversitem" diyor. Kırkıncı Hoca "Üstad böyle deyince biz üniversiteye sahip çıktık" diyor. Işte Medreset'üz Zehrâ projesinin bu mânada bir tahakkuku var. Diğer taraftan mânevî tahakkuku da var. Yani şimdi Risâle-i Nur var. Bütün dünyada, Türkiye'de ve bütün üniversitelerde fen dersleri okunurken, bir yandan da Risâle-i Nur okunuyor. Bu anlamda, Medreset'üz Zehrâ projesi şu anda bütün Türkiye'de tatbik ediliyor. Bütün üniversiteler bu noktada Medreset'üz Zehrâ'nın bir şubesi gibi. Ben öyle telakkî ediyorum. Inşallah... Medreset'üz Zehra projesi çok mühim bir proje. Üstad daha çocuk yaşlarda bunu gündeme getiriyor. Osmanlı devletinin eğitim sistemindeki eksiklikleri görüyor. Üstadın zaten büyüklüğü de burada: Sadece eksikliği görüp tenkit etmiyor, projesini de ortaya koyuyor. Hatta bundan iki devre evvel Almanya Cumhurbaşkanı Roman Herzog, "Artık şimdiki eğitim modelimizi çöp sepetine atma zamanı geldi. Ilahiyat fakültelerinde fen derslerinin, fen fakültelerinde de ilahiyat derslerinin okutulması lâzım" şeklinde bir beyanat vermiş. Elhasıl; Üstadın projeleri çeşitli vesilelerle tahakkuk ediyor. Demek insanlığın fıtrî ihtiyacıymış ki, devletler, idareler bunu yapmaya mecbur oluyor.
*Yakın zamanda Suriye'de gerçekleşen sempozyumda bulundunuz. Oradaki izlenimleriniz neler?
Suriye bambaşka oldu. O sempozyumda Hutbe-i Şamiye esas alınmıştı. Ben hayretler içerisinde kaldım. Nasıl ifade edeyim, Hutbe-i Şamiye'yi didik didik etmişler tâbiri caizse. "Yüz sene evvel Hutbe-i Şamiye nasıl taze idiyse, şimdi de aynı tazelikte ve hem Islâm dünyasına, hem de bütün insanlığa lâzım" tarzında konuşmalarda bulunuldu. Bu konuşanların her biri, ayrı ayrı yüksek ilmî şahsiyetler. Doğrusu ben giderken böyle bir şey beklemiyordum.
*Rusya'da Rusça olan bazı Risâle-i Nur eserlerinin yasaklanmasına nasıl bakıyorsunuz?
Dünyanın hür bir zemine gittiği zamanda bu yasağın gündeme gelmesi, aslında çok acayip, anormal bir hadise. Komünizmden kalan ateizmin bir tezahürü. Münferid insanların bu yasağa taraf olması... Ve hiçbir ilmî müdafaayı dinlememeleri... Çok anormal. Avukat buraya geldi, hep beraber neler yapmamız lâzım diye görüştük. O "Dünya üniversitelerinden ve ilim adamlarından 'Risâle-i Nur nasıl bir tefsirdir ve insanlığa nasıl faydalıdır?' şeklinde raporlar isteyelim" dedi. Neticede, Risâle-i Nurlar hakkında Amerika'dan, Ingiltere'den, Vatikan'dan, Fas'tan, Mısır'daki Ezher'den, hepsinden ilmî yazılar geldi. Hiçbirini kaale almadılar. Böyle mahkeme olur mu? Rusya'daki müftülüklerin hepsi katıldı. Rusya Müftüler Genel Başkanı "Risâle-i Nur'u, imanî hakikatleri ispat ediyor diye mahkûm etmeniz, Kur'ân'ı mahkûm etmektir. Böyle şey olamaz" diye bir buçuk saat konuşma yapmıştı salonda. Elhâsıl; mahkeme çok sathî bir anlayış içerisinde, maalesef böyle bir karara vardı. Ama şu anda Avrupa Insan Hakları Mahkemesi'nde devam ediyor mahkeme.
*Bu yasakta bir hayır yönü olabilir mi?
Bunu, Istanbul'daki Adalet Sempozyumu'na da gelen Rusyalı bayan gazeteci Nadejda Kevorkova iyi açıkladı. Hakikaten, hakkı hukuku müdafaa eden hakperest bir insan. Yeni Asya'da da yayınlanmıştı. Şöyle diyordu: "Size iki haberim zar. Biri iyi, diğeri kötü. Önce kötü olanı söyleyeyim: Said Nursî'nin eseri Rusya'da yasaklandı. Iyi haber de aynısı. Çünkü bu sayede Said Nursî ve eserleri Rusya'da meşhur olacaklar."
*Son olarak 23 Mart vesilesiyle vermek istediğiniz bir mesaj var mı? Risâle-i Nur'u iyi anlamamız lâzım. Madem Risâle-i Nurları biz evvelden öğrendik, vazifemiz insanlığa ve kendi memleketimizdeki insanlara onun kıymetini, değerini anlatmaya çalışmaktır. Üstadın istediği buydu çünkü. Üstad "Risâle-i Nur'un bir sayfasını bir yerden bir yere götürmek en büyük bir cihaddır. Eskiden cihad kılıçla, silâhla olmuş; şimdi onun yerine Kur'ân'ın elmas kılıncı olan Risâle-i Nur'la bu cihadı yapmamız lâzım" diye devamlı anlatırdı. Bir kısım kimseler, zamanın ihtiyacını bilemedikleri için, cihadın hâlen silâhla olduğunu düşünüyor. Hem Müslümanlara, hem de bütün insanlığa zararlı oluyorlar bu noktada. Manevî cihadı esas alsalar, Islâmiyet'in sevilmesine vesile olacaklar. Onu yapmıyorlar, bu sefer silâhlı ve Islâmiyet aleyhinde bir durum meydana geliyor. Çok yanlış bunlar. Bosna'daki gibi tecavüz edilirse maddî mukabele edersin, bu ayrı bir mesele; ama bizim vazifemiz, bu hakikatleri, her sene daha fazla gayretle insanlara anlatmaktır. Üstad, "Bir kimsenin sizin vasıtanızla imana gelmesi sizin için sahra dolusu kırmızı koyundan hayırlıdır" hadisini kaç yerde zikrediyor. Bunu yapmak bizim esas vazifemizdir.
Yeni Asya, İsmail Tezer, 23.03.2008
YesilSancak!- Mesaj Sayısı : 278
Rep :
Points : -4
Kayıt tarihi : 05/09/08
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz