Benim Sonum Ne Olacak?
:: DİNİ KONULAR :: İSLAMİ HAYAT
1 sayfadaki 1 sayfası
Benim Sonum Ne Olacak?
Şeytanın belini kıran en büyük şey, insanın: "Acaba benim sonum ne olacak?" diye düşünmesidir. Yani: "Sekarat esnasında benim halim ne olacak? Acaba dünyadan imanlı olarak mı, yoksa imansız olarak mı ayrılacağım?" diye düşünmek, lain şeytanın belini kıran en büyük haldir. Çünkü böyle bir düşüncenin sahibi, daima Allah-u Zülcelal'in rızasını kazanmak için gayret eder.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur
"Ağız tatlarını bozan, bütün ümitleri kıran ölümü çok düşünün." (Tirmizi, Taberani, İbn Mace)
Tabi ölümü düşünmek, sadece ölüm vardır diye düşünmek değildir. Kendimizi o ölen kişinin yerine koymamız lazımdır. "Bu ölen kişi benim. Beni kabre koyup üzerime toprak attılar. Buradan kalkamazsam benim halim ne olur?" diye düşünürsek, ölümü hatırlamış oluruz. Böyle düşündüğümüz zaman çok pişman olacağız ve kendi kendimize:
"Bundan sonra kalbimden bu dünyanın muhabbetini söküp atayım; zikir ve ibadetle daima Allah-u Zülcelal'in rızasını kazanmak için gayret göstereyim." diyeceğiz.
Bir insan için en önemli şey akıbettir. Onun için insan daima: "Acaba benim akıbetim ne olacak. Dünyadan imanlı olarak mı, yoksa imansız olarak mı ayrılacağım?" diye düşünmelidir.
Bu düşünce insanın hatırından hiç çıkmamalıdır. Çünkü bazı insanlar vardır ki, daima günahlarla meşgul oluyorlar. Ama sonradan pişman olup öyle bir tevbe ediyorlar ve kendileri ile Allah-u Zülcelal'in arasını öyle bir düzeltiyorlar ki, bununla cenneti kazanı-yorlar. Ama bir kimse ibadet yaptığı halde sonradan bozulursa, bu hal onun için çok büyük bir tehlikedir. Onun için lain şeytan demiştir ki:
"İnsanlardan: "İşte bu amel beni kurtaracak!" demesini bekliyorum."
Onun için insan ne amel yaparsa yapsın, hiçbir zaman bu yaptığı amele güvenmemelidir. Bu şeytanın bir tuzağıdır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kâinatın en efdali olduğu halde, Allah-u Zülcelal onu miraca çıkarırken:
"Geceleyin kulunu, ayetlerimizden bir kısmını göstermek için Mescid-i Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir." (İsra; 1) buyurarak, ne Peygamber ne de Resul dememiş, kul diye hitap etmiştir. Kulluk, Allah-u Zülcelal'in yanında çok makbuldür. Onun için Bayezid-i Bestami şöyle demiştir:
"İnsanlar; 'Keşke Allah-u Zülcelal benimle hesap görmese, çünkü O'nun hesabından korkuyoruz!' diyorlar. Ben de istiyorum ki Allah-u Zülcelal benimle hesap görsün." Yanında bulunanlar:
"Senin güvendiğin şey nedir?" diye sorduklarında, Bayezid-i Bestami şöyle cevap vermiştir:
"Benim bir güvencem yoktur. Ama Allah-u Zülcelal'in benimle hesap görürken, bir sefer: "Ey Kulum!" demesi benim için kâfidir. Bana: "Ey Kulum!" dedikten sonra, beni ister cennete koysun, isterse cehenneme koysun farketmez."
İşte Allah-u Zülcelal'e kul olmak böyle kıymetlidir. O'na kul olalım. Bizi kurtaracak olan budur. Onun için Allah-u Zülcelal'in kudret ve azamet sahibi olduğunu ve herşeyin O'nun elinde bulunduğunun idrakinde olmamız lazımdır.
İnsanın çaresi, daima Allah-u Zülcelal'in yanındaki ecir ve sevaplara karşı meraklı olmaktır. Allah-u Zülcelal insana, bu merakına göre salih amel yapmayı nasip etmektedir. Bir kişi bir Evliyanın yanına giderek:
"Benim evime hırsız girdi ve bütün eşyalarımı çaldı!" dedi. Evliya o adama:
"Allah-u Zülcelal'e şükret ve hamd-ü senada bulun ki, hırsız senin kalbine girip de imanını çalmadı. O hırsızın çaldığı dünya malıdır. Bir gelir, bir gider." diye cevap verdi.
Ne kadar da doğrudur. Eğer biraz derin olarak düşünürsek, lain şeytan insanın kalbine girdiği zaman, kalbin içindeki imanı, Allah sevgisini, günahlardan muhafaza olma halini çalıp götürür. Böyle olduğu halde hiçbir şey olmamış gibi davranıp, adi olan bir dünya malımız çalındığı zaman merak edip üzülüyoruz. Halbuki biraz derin olarak düşünürsek, şeytan bizim kalbimize girip hırsızlık yapıyor ama bizim haberimiz olmuyor.
İlk önce kalbe giriyor ve iman ağacını yaş tutan, sulayan ve daima imanı kuvvetlendiren Allah-u Zülcelal'in zikrinin aşkını, muhabbetini çıkarıyor. Daha sonra günahlardan muhafaza olma gücünü çıkarıyor ve insan günahlara gidiyor. Vesvese ile bütün hayırlı olan halleri çalıyor ve yerine dünya muhabbetini koyuyor. Ama maalesef bundan hiç haberimiz bile olmuyor.
Oysa zahiri olarak bir şeyimiz çalındığı zaman nasıl üzülüyor ve daha dikkatli hareket ediyorsak, manevi olan ve ebedü'l-ebed baki hayatımıza yarayacak olan şeyleri, lain şeytanın çalmaması için uyanık olmamız lazımdır. Uyanık olup, çalındığını bilirsek bir daha çaldırmamak için daha dikkatli oluruz. Ama -Neuzübillah- bunun farkına varamazsak tâ kabre kadar öyle gideriz ve çok perişan oluruz.
Peki şeytan, kalbimizdeki zikrin aşkını, muhabbetini nasıl alıyor?
"Senin zikir yapmaya vaktin yoktur. Şu işini yap!" diyerek, elimizde sermaye olan vaktimizi boşa geçirtiyor ve zikir yapmamıza engel oluyor. Oysa iman, yeşil bir ağaç gibidir. Sıcak bir havada yeşil bir ağaca biraz su vermezsek, yavaş yavaş kuruyacaktır.
Buna bakarak iman ağacının kurumaması için hergün mutlaka Allah-u Zülcelal'in zikrini yapmamız lazımdır. Çünkü günahların zulmeti o yeşil olan ağacımızın üzerine gelerek onu kurutuyor. Onun kurumasını önlemek için kalbimizin üzerinde Allah'ın zikrini yaparsak kurumaz inşaallah.
Biz huzursuz olarak gafletle O'nun zikrini yapıyoruz; zannedi-yoruz ki, hiçbir şey olmuyor. Eğer insan Allah-u Zülcelal'in zikrini huzurlu olarak yaparsa çok büyük kemalat sahibi olur.
Aynı şekilde Ahmed er-Rufai bazı zamanlarda kendi cemaatinin içindeyken, Allah-u Zülcelal'in tecelliyatı üzerine öyle geliyordu ki, kan pıhtısı gibi oluyordu. Sonra yavaş yavaş eski halini alıyordu ve diyordu ki:
"Vallahi, eğer Allah-u Zülcelal'in rahmeti olmasaydı, ben sizin yanınıza dönemezdim."
İşte Allah-u Zülcelal'in zikri böyledir. İnsanı bu şekilde Allah-u Zülcelal'e kavuşturuyor. Onu yapmamak sanki ahirete inanmamak gibidir. Hem kendimize hem de birbirimize Allah-u Zülcelal'in zikrini yapma hususunda daima tavsiyede bulunalım.
Bilhassa yalnız kaldığımız zaman zikir ve ibadet yapmak, Allah-u Zülcelal ile aramızdaki gizli olan hali düzeltmeye çalışmak çok kıymetlidir. Veyahut da arkadaşlarımızla birlikte olduğumuz zaman, kimse kimsenin kalbini bilmediği için, Allah-u Zülcelal'e karşı olan manevi halimiz, kalbimiz, ruhumuz, sırrımız daima düzgün olmalıdır. Samimi ve sadık olmalıdır. Onun için Sehl bin Abdullah şöyle demiştir:
"Kim Allah-u Zülcelal'e karşı gizli olarak hıyanetlik yaparsa, Allah o hıyaneti kıyamet gününde, hatta bu dünyada da açığa çıkarır."
Yani insan ne yaparsa yapsın, onun içindeki gizli hali, zahiri vücudunda meydana çıkıyor. Eğer bir kişi iyi bir kimse ise, Allah-u Zülcelal'e karşı samimi ise ve manevi olarak doğru ise; mutlaka onun ahlakını insanlar güzel olarak görürler. Ama onun içi, Allah-u Zülcelal'e karşı hain ise, kendini her ne kadar iyi göstermeye çalışırsa da ara sıra içindeki kötülüğü meydana çıkar ve insanlar bunu görürler.
Çünkü Allah-u Zülcelal açığa çıkarıyor. Zaten ahirette de zerre kadar hiçbir şey gizli kalmaz. Yani insanın çaresi, kendisini Allah-u Zülcelal'e karşı sadık ve doğru yapmaktır. İnsan, kalbinden dünyanın muhabbetini söküp attığı zaman, gece gündüz dünya ile meşgul olsa da, o dünya ona zarar vermez.
Çünkü kalp Allah-u Zülcelal'e bağlıdır. Ama kalp dünyaya bağlı olduğu zaman, dünya ile bir saniye dahi meşgul olsa, zarar görür. Kalp, Allah'ın nazargâhıdır. Onu Allah-u Zülcelal'e bağlamak lazımdır.
Allah-u Zülcelal'in dostları manevi doktordurlar. Onlar kalbi, nasıl dünyadan çözüp Allah-u Zülcelal'e bağlayacaklarını çok iyi biliyorlar. Allah yüz bin defa onlardan razı olsun.
Kalbi Allah-u Zülcelal'e bağlamanın da bir takım alametleri vardır. Kalp, Allah'a bağlandığı zaman, daima O'nun yolundan, aşk ve muhabbetinden bahseder. Onun için bir adam bir Evliyanın yanına gelerek:
"Allah'a nasıl kavuşulur?" diye sormuş. Evliya ona: "Sana müjdeler olsun!" demiş, adam: "Niye?" diye sorunca Evliya şöyle cevap vermiştir:
"O yolu soran kimse, o yola meraklı demektir. Allah ona nasip edecektir inşallah!"
Demek ki Allah'ın yolunu merak etmek, daima onunla meşgul olmak, Allah-u Zülcelal'in yanında çok makbuldür. Sehl bin Abdullah şöyle demiştir:
"Kim kalbini Allah-u Zülcelal'e teslim ederse, Allah-u Zülcelal onun âzâlarına sahip çıkar."
İnsan kalbini Allah'a teslim ederse, O da o kimsenin gözlerine, ellerine, ayaklarına, diline yani bütün âzâlarına sahip çıkar. Gözünün harama bakmasını engeller, dilinin haram konuşmasına engel olur. Ayaklarının günah yerlerine gitmesine engel olur.
Kalp, bir şey değildir ki! Allah-u Zülcelal'in yaratmış olduğu bir et parçasıdır. Peki neden onu Allah'a teslim etmiyoruz? Onu Allah-u Zülcelal'e teslim edip:
"Ya Rabbi! Bu kalbi sen yaratmışsın. Onu sana teslim ediyorum." diyerek, O'nun önüne koyalım. O zaman Allah-u Zülcelal'in rahmeti kalbimize girer ve bütün âzâlarımız da Allah-u Zülcelal'e karşı teslim olur ve Allah-u Zülcelal'in yanındaki ecir ve sevaplara doğru gider.
Esasen bizi mahveden şeytan ve nefstir. Onun için Bayezid-i Bestami şöyle demiştir:
"Ben nefsimi çağırıp; 'Gel, Rabbime gidelim' dedim. Ama gelmedi. 'Madem ki gelmiyorsun, sen kal ben gidiyorum' dedim."
Tabi nefse sadece sen kal diye söylemek kolaydır. Asıl önemli olan onu terkedebilmek, onun heva ve heveslerini bırakabilmektir. Demek ki, onu terketmek Bayezid-i Bestami'ye göre kolaydı. Onun için şöyle demiştir:
"Ben bir gün rüyamda Allah-u Zülcelal'e dedim ki: "Ya Rabbi! Ben sana nasıl gelebilirim?" Allah-u Zülcelal buyurdu ki: "Ya Bayezid! Nefsini bırak öyle gel!"
Bu zamanda nefsimizi yediriyoruz, içiriyoruz, rahat ettiriyoruz. Hiç olmazsa biraz Allah-u Zülcelal'in ibadetini de yapalım. Devamlı olarak nefsi doyurmak, ibadetin önünde büyük bir engeldir. Çünkü denilmiştir ki:
"Dünyada daima tok olan kimse, kıyamet gününde aç olur. Dünyada aç olan kimse, kıyamet gününde tok olur."
Yemek şehvetinin zararlarından bazıları şunlardır:
a-Allah korkusu kalpden gider.
b-Mahlukata karşı merhamet duygusu kalbinden çıkar.
c-Fazla yemek insana bir ağırlık vererek, taat ve ibadetine mani olur.
d-Hikmetli sözleri duysa da, kalbi yumuşamaz.
e-Kendisi hikmetli sözleri konuşsa da, başkalarına tesir etmez.
Öyle ise, hiç olmazsa, bir iki saat nefsimizi aç bırakalım. En azından aç olduğumuzu hissedelim. İnsan günde üç sefer yemek yerse aç kalmaz. Ama bir sabah, bir de akşam yediği zaman, sabah yediği yemekten sonra, ancak akşama doğru aç olduğunu hisseder.
Hülasa; insan, Allah-u Zülcelal'e karşı sadık olup ve daima O'nun yanındaki ecir ve sevaplara karşı meyilli olursa, Allah-u Zülcelal ihlası da, sadakati de, doğruluğu da ona nasip edecektir.
Fatıma-i Nişaburi şöyle demiştir:
"Sadıklar ve takva sahipleri bu zamanda bir derya içindedirler. O deryanın dalgaları onlara çarpmaktadır. O derya içinde boğulmuşcasına Allah-u Zülcelal'e dua ve feryad ederler."
Böyle olduğu zaman, Allah-u Zülcelal o kimseyi günahlardan da muhafaza eder, ibadet yapmayı da nasip eder, zikir yapmayı da nasip eder. Ama biz Allah-u Zülcelal'e yalvarmıyoruz ve istemiyoruz. İstediğimiz zaman isteksiz bir şekilde istiyoruz. Oysa samimi bir şekilde, mahzun ve çok kıymetli bir şeyimiz kaybolmuş da onu arıyormuş gibi istersek, Allah-u Zülcelal bize istediğimizi nasip edecektir inşaallah.
Bütün bu bilgiler, bizim manevi olan hastalıklarımıza ilaçtır. Bu ilaçları bilip yapmamak, aynı bir kimsenin hastalığında ilaç alıp bir poşetin içine koyup hiç kullanmaması gibidir.
İlaçları kullanmayan hasta iyileşebilir mi? Onun için bu bildiğimiz ilaçları kalbimize, ruhumuza ve sırrımıza tatbik etmemiz lazımdır.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur
"Ağız tatlarını bozan, bütün ümitleri kıran ölümü çok düşünün." (Tirmizi, Taberani, İbn Mace)
Tabi ölümü düşünmek, sadece ölüm vardır diye düşünmek değildir. Kendimizi o ölen kişinin yerine koymamız lazımdır. "Bu ölen kişi benim. Beni kabre koyup üzerime toprak attılar. Buradan kalkamazsam benim halim ne olur?" diye düşünürsek, ölümü hatırlamış oluruz. Böyle düşündüğümüz zaman çok pişman olacağız ve kendi kendimize:
"Bundan sonra kalbimden bu dünyanın muhabbetini söküp atayım; zikir ve ibadetle daima Allah-u Zülcelal'in rızasını kazanmak için gayret göstereyim." diyeceğiz.
Bir insan için en önemli şey akıbettir. Onun için insan daima: "Acaba benim akıbetim ne olacak. Dünyadan imanlı olarak mı, yoksa imansız olarak mı ayrılacağım?" diye düşünmelidir.
Bu düşünce insanın hatırından hiç çıkmamalıdır. Çünkü bazı insanlar vardır ki, daima günahlarla meşgul oluyorlar. Ama sonradan pişman olup öyle bir tevbe ediyorlar ve kendileri ile Allah-u Zülcelal'in arasını öyle bir düzeltiyorlar ki, bununla cenneti kazanı-yorlar. Ama bir kimse ibadet yaptığı halde sonradan bozulursa, bu hal onun için çok büyük bir tehlikedir. Onun için lain şeytan demiştir ki:
"İnsanlardan: "İşte bu amel beni kurtaracak!" demesini bekliyorum."
Onun için insan ne amel yaparsa yapsın, hiçbir zaman bu yaptığı amele güvenmemelidir. Bu şeytanın bir tuzağıdır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kâinatın en efdali olduğu halde, Allah-u Zülcelal onu miraca çıkarırken:
"Geceleyin kulunu, ayetlerimizden bir kısmını göstermek için Mescid-i Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir." (İsra; 1) buyurarak, ne Peygamber ne de Resul dememiş, kul diye hitap etmiştir. Kulluk, Allah-u Zülcelal'in yanında çok makbuldür. Onun için Bayezid-i Bestami şöyle demiştir:
"İnsanlar; 'Keşke Allah-u Zülcelal benimle hesap görmese, çünkü O'nun hesabından korkuyoruz!' diyorlar. Ben de istiyorum ki Allah-u Zülcelal benimle hesap görsün." Yanında bulunanlar:
"Senin güvendiğin şey nedir?" diye sorduklarında, Bayezid-i Bestami şöyle cevap vermiştir:
"Benim bir güvencem yoktur. Ama Allah-u Zülcelal'in benimle hesap görürken, bir sefer: "Ey Kulum!" demesi benim için kâfidir. Bana: "Ey Kulum!" dedikten sonra, beni ister cennete koysun, isterse cehenneme koysun farketmez."
İşte Allah-u Zülcelal'e kul olmak böyle kıymetlidir. O'na kul olalım. Bizi kurtaracak olan budur. Onun için Allah-u Zülcelal'in kudret ve azamet sahibi olduğunu ve herşeyin O'nun elinde bulunduğunun idrakinde olmamız lazımdır.
İnsanın çaresi, daima Allah-u Zülcelal'in yanındaki ecir ve sevaplara karşı meraklı olmaktır. Allah-u Zülcelal insana, bu merakına göre salih amel yapmayı nasip etmektedir. Bir kişi bir Evliyanın yanına giderek:
"Benim evime hırsız girdi ve bütün eşyalarımı çaldı!" dedi. Evliya o adama:
"Allah-u Zülcelal'e şükret ve hamd-ü senada bulun ki, hırsız senin kalbine girip de imanını çalmadı. O hırsızın çaldığı dünya malıdır. Bir gelir, bir gider." diye cevap verdi.
Ne kadar da doğrudur. Eğer biraz derin olarak düşünürsek, lain şeytan insanın kalbine girdiği zaman, kalbin içindeki imanı, Allah sevgisini, günahlardan muhafaza olma halini çalıp götürür. Böyle olduğu halde hiçbir şey olmamış gibi davranıp, adi olan bir dünya malımız çalındığı zaman merak edip üzülüyoruz. Halbuki biraz derin olarak düşünürsek, şeytan bizim kalbimize girip hırsızlık yapıyor ama bizim haberimiz olmuyor.
İlk önce kalbe giriyor ve iman ağacını yaş tutan, sulayan ve daima imanı kuvvetlendiren Allah-u Zülcelal'in zikrinin aşkını, muhabbetini çıkarıyor. Daha sonra günahlardan muhafaza olma gücünü çıkarıyor ve insan günahlara gidiyor. Vesvese ile bütün hayırlı olan halleri çalıyor ve yerine dünya muhabbetini koyuyor. Ama maalesef bundan hiç haberimiz bile olmuyor.
Oysa zahiri olarak bir şeyimiz çalındığı zaman nasıl üzülüyor ve daha dikkatli hareket ediyorsak, manevi olan ve ebedü'l-ebed baki hayatımıza yarayacak olan şeyleri, lain şeytanın çalmaması için uyanık olmamız lazımdır. Uyanık olup, çalındığını bilirsek bir daha çaldırmamak için daha dikkatli oluruz. Ama -Neuzübillah- bunun farkına varamazsak tâ kabre kadar öyle gideriz ve çok perişan oluruz.
Peki şeytan, kalbimizdeki zikrin aşkını, muhabbetini nasıl alıyor?
"Senin zikir yapmaya vaktin yoktur. Şu işini yap!" diyerek, elimizde sermaye olan vaktimizi boşa geçirtiyor ve zikir yapmamıza engel oluyor. Oysa iman, yeşil bir ağaç gibidir. Sıcak bir havada yeşil bir ağaca biraz su vermezsek, yavaş yavaş kuruyacaktır.
Buna bakarak iman ağacının kurumaması için hergün mutlaka Allah-u Zülcelal'in zikrini yapmamız lazımdır. Çünkü günahların zulmeti o yeşil olan ağacımızın üzerine gelerek onu kurutuyor. Onun kurumasını önlemek için kalbimizin üzerinde Allah'ın zikrini yaparsak kurumaz inşaallah.
Biz huzursuz olarak gafletle O'nun zikrini yapıyoruz; zannedi-yoruz ki, hiçbir şey olmuyor. Eğer insan Allah-u Zülcelal'in zikrini huzurlu olarak yaparsa çok büyük kemalat sahibi olur.
Aynı şekilde Ahmed er-Rufai bazı zamanlarda kendi cemaatinin içindeyken, Allah-u Zülcelal'in tecelliyatı üzerine öyle geliyordu ki, kan pıhtısı gibi oluyordu. Sonra yavaş yavaş eski halini alıyordu ve diyordu ki:
"Vallahi, eğer Allah-u Zülcelal'in rahmeti olmasaydı, ben sizin yanınıza dönemezdim."
İşte Allah-u Zülcelal'in zikri böyledir. İnsanı bu şekilde Allah-u Zülcelal'e kavuşturuyor. Onu yapmamak sanki ahirete inanmamak gibidir. Hem kendimize hem de birbirimize Allah-u Zülcelal'in zikrini yapma hususunda daima tavsiyede bulunalım.
Bilhassa yalnız kaldığımız zaman zikir ve ibadet yapmak, Allah-u Zülcelal ile aramızdaki gizli olan hali düzeltmeye çalışmak çok kıymetlidir. Veyahut da arkadaşlarımızla birlikte olduğumuz zaman, kimse kimsenin kalbini bilmediği için, Allah-u Zülcelal'e karşı olan manevi halimiz, kalbimiz, ruhumuz, sırrımız daima düzgün olmalıdır. Samimi ve sadık olmalıdır. Onun için Sehl bin Abdullah şöyle demiştir:
"Kim Allah-u Zülcelal'e karşı gizli olarak hıyanetlik yaparsa, Allah o hıyaneti kıyamet gününde, hatta bu dünyada da açığa çıkarır."
Yani insan ne yaparsa yapsın, onun içindeki gizli hali, zahiri vücudunda meydana çıkıyor. Eğer bir kişi iyi bir kimse ise, Allah-u Zülcelal'e karşı samimi ise ve manevi olarak doğru ise; mutlaka onun ahlakını insanlar güzel olarak görürler. Ama onun içi, Allah-u Zülcelal'e karşı hain ise, kendini her ne kadar iyi göstermeye çalışırsa da ara sıra içindeki kötülüğü meydana çıkar ve insanlar bunu görürler.
Çünkü Allah-u Zülcelal açığa çıkarıyor. Zaten ahirette de zerre kadar hiçbir şey gizli kalmaz. Yani insanın çaresi, kendisini Allah-u Zülcelal'e karşı sadık ve doğru yapmaktır. İnsan, kalbinden dünyanın muhabbetini söküp attığı zaman, gece gündüz dünya ile meşgul olsa da, o dünya ona zarar vermez.
Çünkü kalp Allah-u Zülcelal'e bağlıdır. Ama kalp dünyaya bağlı olduğu zaman, dünya ile bir saniye dahi meşgul olsa, zarar görür. Kalp, Allah'ın nazargâhıdır. Onu Allah-u Zülcelal'e bağlamak lazımdır.
Allah-u Zülcelal'in dostları manevi doktordurlar. Onlar kalbi, nasıl dünyadan çözüp Allah-u Zülcelal'e bağlayacaklarını çok iyi biliyorlar. Allah yüz bin defa onlardan razı olsun.
Kalbi Allah-u Zülcelal'e bağlamanın da bir takım alametleri vardır. Kalp, Allah'a bağlandığı zaman, daima O'nun yolundan, aşk ve muhabbetinden bahseder. Onun için bir adam bir Evliyanın yanına gelerek:
"Allah'a nasıl kavuşulur?" diye sormuş. Evliya ona: "Sana müjdeler olsun!" demiş, adam: "Niye?" diye sorunca Evliya şöyle cevap vermiştir:
"O yolu soran kimse, o yola meraklı demektir. Allah ona nasip edecektir inşallah!"
Demek ki Allah'ın yolunu merak etmek, daima onunla meşgul olmak, Allah-u Zülcelal'in yanında çok makbuldür. Sehl bin Abdullah şöyle demiştir:
"Kim kalbini Allah-u Zülcelal'e teslim ederse, Allah-u Zülcelal onun âzâlarına sahip çıkar."
İnsan kalbini Allah'a teslim ederse, O da o kimsenin gözlerine, ellerine, ayaklarına, diline yani bütün âzâlarına sahip çıkar. Gözünün harama bakmasını engeller, dilinin haram konuşmasına engel olur. Ayaklarının günah yerlerine gitmesine engel olur.
Kalp, bir şey değildir ki! Allah-u Zülcelal'in yaratmış olduğu bir et parçasıdır. Peki neden onu Allah'a teslim etmiyoruz? Onu Allah-u Zülcelal'e teslim edip:
"Ya Rabbi! Bu kalbi sen yaratmışsın. Onu sana teslim ediyorum." diyerek, O'nun önüne koyalım. O zaman Allah-u Zülcelal'in rahmeti kalbimize girer ve bütün âzâlarımız da Allah-u Zülcelal'e karşı teslim olur ve Allah-u Zülcelal'in yanındaki ecir ve sevaplara doğru gider.
Esasen bizi mahveden şeytan ve nefstir. Onun için Bayezid-i Bestami şöyle demiştir:
"Ben nefsimi çağırıp; 'Gel, Rabbime gidelim' dedim. Ama gelmedi. 'Madem ki gelmiyorsun, sen kal ben gidiyorum' dedim."
Tabi nefse sadece sen kal diye söylemek kolaydır. Asıl önemli olan onu terkedebilmek, onun heva ve heveslerini bırakabilmektir. Demek ki, onu terketmek Bayezid-i Bestami'ye göre kolaydı. Onun için şöyle demiştir:
"Ben bir gün rüyamda Allah-u Zülcelal'e dedim ki: "Ya Rabbi! Ben sana nasıl gelebilirim?" Allah-u Zülcelal buyurdu ki: "Ya Bayezid! Nefsini bırak öyle gel!"
Bu zamanda nefsimizi yediriyoruz, içiriyoruz, rahat ettiriyoruz. Hiç olmazsa biraz Allah-u Zülcelal'in ibadetini de yapalım. Devamlı olarak nefsi doyurmak, ibadetin önünde büyük bir engeldir. Çünkü denilmiştir ki:
"Dünyada daima tok olan kimse, kıyamet gününde aç olur. Dünyada aç olan kimse, kıyamet gününde tok olur."
Yemek şehvetinin zararlarından bazıları şunlardır:
a-Allah korkusu kalpden gider.
b-Mahlukata karşı merhamet duygusu kalbinden çıkar.
c-Fazla yemek insana bir ağırlık vererek, taat ve ibadetine mani olur.
d-Hikmetli sözleri duysa da, kalbi yumuşamaz.
e-Kendisi hikmetli sözleri konuşsa da, başkalarına tesir etmez.
Öyle ise, hiç olmazsa, bir iki saat nefsimizi aç bırakalım. En azından aç olduğumuzu hissedelim. İnsan günde üç sefer yemek yerse aç kalmaz. Ama bir sabah, bir de akşam yediği zaman, sabah yediği yemekten sonra, ancak akşama doğru aç olduğunu hisseder.
Hülasa; insan, Allah-u Zülcelal'e karşı sadık olup ve daima O'nun yanındaki ecir ve sevaplara karşı meyilli olursa, Allah-u Zülcelal ihlası da, sadakati de, doğruluğu da ona nasip edecektir.
Fatıma-i Nişaburi şöyle demiştir:
"Sadıklar ve takva sahipleri bu zamanda bir derya içindedirler. O deryanın dalgaları onlara çarpmaktadır. O derya içinde boğulmuşcasına Allah-u Zülcelal'e dua ve feryad ederler."
Böyle olduğu zaman, Allah-u Zülcelal o kimseyi günahlardan da muhafaza eder, ibadet yapmayı da nasip eder, zikir yapmayı da nasip eder. Ama biz Allah-u Zülcelal'e yalvarmıyoruz ve istemiyoruz. İstediğimiz zaman isteksiz bir şekilde istiyoruz. Oysa samimi bir şekilde, mahzun ve çok kıymetli bir şeyimiz kaybolmuş da onu arıyormuş gibi istersek, Allah-u Zülcelal bize istediğimizi nasip edecektir inşaallah.
Bütün bu bilgiler, bizim manevi olan hastalıklarımıza ilaçtır. Bu ilaçları bilip yapmamak, aynı bir kimsenin hastalığında ilaç alıp bir poşetin içine koyup hiç kullanmaması gibidir.
İlaçları kullanmayan hasta iyileşebilir mi? Onun için bu bildiğimiz ilaçları kalbimize, ruhumuza ve sırrımıza tatbik etmemiz lazımdır.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
:: DİNİ KONULAR :: İSLAMİ HAYAT
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz