Cennete Girmenin Yolu
:: DİNİ KONULAR :: İSLAMİ HAYAT
1 sayfadaki 1 sayfası
Cennete Girmenin Yolu
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Kim kendi Rabbinin huzurundaki makamdan korkar ve nefsini hevadan korursa onun yeri cennettir." (Naziat; 40-41)
Bu ayet-i kerimeden anlaşıldığına göre, insan bu dünyada nefs ve şeytana çok dikkat etmesi lazımdır. Nefis ve şeytan insanoğlunun en büyük düşmanlarıdır.
Bir gün Şakik-i Belhi, talebesi olan Hatem-i Esam'a:
"Ne zamandır buraya geliyor, beni dinliyorsun?" diye sordu. Hatim-i Esam:
"Otuz üç sene." diye cevap verdi. Şakik-i Belhi:
"Bu kadar zaman içinde benden ne öğrendin, neler istifade ettin?" dedi. Hatem-i Esam:
"Sekiz şeyden istifade ettim." diye cevap verdi. Şakik-i Belhi bunu duyunca:
"Yazıklar olsun sana Ey Hatem! Bütün zamanımı sana harcadım, senin ise sekiz şeyden fazla istifaden olmamış." diye çok üzüldü.
Hatem-i Esam: "Ey Hocam! Doğrusunu istiyorsan, böyledir. Bundan fazlasını zaten istemem. Bana bu kadar yetişir. Çünkü, dünyada ve ahirette felaketlerden kurtulup ebedi saadete kavuşmanın, bu sekiz bilgi ile olacağını iyi biliyorum." dedi. Şakik-i Belhi:
"Söyle bunları bende anlayayım." buyurunca, Hatem-i Esam şöyle anlattı:
"Ey Hocam! Birincisi: İnsanlara baktım, herkes bir şeyi seçmiş, onu sevmiş gördüm, bu sevgilerin çoğu, onlara ölüm yatağına kadar, bazıları öldüğü vakte kadar, bazıları da mezara girinceye kadar, arkadaşlık ediyor ve sonra onları yalnız ve zavallı olarak bırakıp ayrılıyorlar.
Onunla beraber kimse beraber mezara girmiyor, dert ortağı olmuyor. Bu hali görünce, düşündüm ve kendime dedim ki, dünya da öyle dost şeçmeliyim ki, mezara benimle gelsin, bana orada arkadaşlık etsin. Aradım, taradım, Allah-u Teala'ya yapılan ibadetlerden başka, böyle sadık bir sevgili bulunmadığını gördüm. Dost olarak onları seçtim ve onlara sarıldım."
Şakik-i Belhi bunları iştince: "Çok güzel yapmışsın Ey Hatim, çok doğru söylüyorsun, ikinci faydayı da söyle anlıyayım." dedi.
"Ey Hocam! İkinci faydam: İnsanlara baktım, herkesi arzuları keyfleri peşinde koşuyor, nefsin istekleri arkasında yürüyor gördüm ve şu ayet-i kerimeyi düşündüm:
"Kim kendi Rabbinin huzurundaki makamdan korkar ve nefsini hevadan korursa onun yeri cennettir." (Naziat; 40-41)
Çok düşündüm. Kur'an-ı Kerimin baştan başa doğru olduğunu, bilgilerimle, tecrübelerimle, aklımla, vicdanımla anladım ve tam inandım. Nefsimi düşman bilerek, ona aldanmamaya, uymamaya karar verdim ve mücadeleye başladım.
Nefsimin arzu ve isteklerini yapmadım. Nihayet teslim olarak ibadetlerden kaçan o nefsin, şimdi Allah-u Teala'ya ibadete koştuğunu, isteklerden vazgeçtiğini gördüm."
Şakik-i Belhi bunları işitince: "Allah-u Teala sana iyilikler versin, ne güzel yapmışsın, üçüncü faydayı da söyle dinleyeyim." dedi:
"Ey Hocam! Üçüncü faydam: İnsanların haline baktım, herkes dünyada bir sıkıntıya girmiş, böylece dünyalık toplamaya uğraşıyorlar gördüm, sonra şu ayet-i kerimeyi düşündüm:
"Sizin yanınızdaki dünya malı tükenir, Allah'ın katındakiler ise tükenmez. Muhakkak ki biz, Allah yolunda sabredenleri, yaptıkları amelin daha güzeliyle mükafatlandıracağız." (Nahl; 96) dünya için topladıklarımı Allah yolunda harcadım, fukaraya dağıttım. Yani baki kalmaları için, Allah-u Teala'ya ödünç verdim.
Şakik-i Belhi bu sözleri işitince: "Ne güzel yapmışsın ve ne güzel söylüyorsun Ey Hatem, dördüncü faydayı da söyle dinleyeyim." dedi:
"Ey Hocam! Dördüncü faydam: İnsanlara baktım, herkesin başkalarını beğenmediğini gördüm. Buna sebep birbirlerine hased etmeleri, birbirlerinin mevkilerine, mallarına ve ilimlerine göz dikmeleri olduğunu anladım ve şu ayet-i kerimeye dikkat ettim:
"Yeryüzünde rızkı Allah'a ait olmayan hiçbir canlı yoktur." (Hud; 6) herkesin, ilim, mal, rütbe, evlat gibi rızıklarının, dünya yaratılmadan evvel, ezelde taksim edildiğini, kimsenin elinde bir şey olmadığını ve çalışmayı, sebeplere yapışmayı emrettiğinden,
O'na itaat etmiş olmak için, çalışmak lazım geldiğini ve hased etmenin büyük zararlarından başka, zaten lüzumsuz olduğunu anladım ve Allah-u Teala'nın ezelde yapmış olduğu taksime ve çalışınca Rabbim'in gönderdiğine razı oldum. Bütün müslümanlarla sulh üzere olup herkesi sevdim ve sevildim."
Şakik-i Belhi bunları işitince: "Ne iyi yapmışsın ve ne iyi söylü-yorsun, beşinci faydanı da söyle dinleyeyim." dedi:
"Ey hocam! Beşinci faydam: İnsanlara baktım, birçoklarının insanlık şerefini, kıymetini, amir, müdür olmakta, insanların kendilerine muhtaç olduklarını ve karşılarında eğildiklerini görmekle zannettiklerini ve bununla iftihar ettiklerini, öğündüklerini gördüm. Bazıları da, kıymet ve şeref, çok mal ve evlad ile olur sanarak, bunlarla iftihar ediyorlar.
Bir kısmı da insanlık; şerefi, malı, parayı, insanların hoşuna gidecek, herkesi eğlendirecek yerlere sarfetmektir sanarak, Allah-u Teala'nın emrettiği yerlere ve emrettiği şekilde harcamıyorlar ve bununla öğünüyorlar gördüm. Ve şu ayet-i kerimeyi düşündüm:
"Allah'ın yanında sizin en hayırlınız, makamı en yüce olanınız takva sahibi olanlardır." (Hucurat; 13)
İnsanların yanıldıklarını, aldandıklarını anladım ve takvaya sarıldım. Rabbimin affına ve ihsanlarına kavuşmak için, O'ndan korkarak dinimin dışına çıkmadım, haramlardan kaçtım."
Şakik-i Belhi bunları işitince: "Ne güzel söylüyorsun Ey Hatem, altıncı faydanı da söyle." dedi:
"Ey Hocam! Altıncı faydam: İnsanlara baktım birbirlerinin mallarına, mevkilerine ve ilimlerine göz dikerek, fırka fırka, parti parti ayrılarak, birbirlerine düşmanlık ettiklerini gördüm ve şu ayet-i kerimeyi düşündüm:
"Muhakkak şeytan sizin düşmanınızdır..." (Fatır; 6)
Kur'an-ı Kerimin bu söylediğine uydum. Şeytanı ve onun gibi müslümanlarla uğraşanları düşman bilip, sözlerine aldanmadım, onlara uymadım. Onların tapındıklarına tapmadım. Allah-u Teala'nın emirlerine itaat ettim. Ehl-i sünnet alimlerinin gösterdiği yoldan ayrılmadım. Kurtuluş yolunun, doğru yolun, yalnız Ehl-i Sünnet yolu olduğuna inandım."
Şakik-i Belhi bunları işitince: "Ne güzel yapmış ve ne güzel söylüyorsun Ey Hatem, yedinci faydanı da söyle." dedi:
"Ey Hocam! Yedinci faydam: İnsanlara baktım, gördüm ki, herkes yiyip içmek, para kazanmak için uğraşıyor. Bu yüzden haram ve şüpheli şeyleri de alıyorlar ve zillete, hakaretlere katlanıyorlar. Şu ayet-i kerimeyi düşündüm:
"Yeryüzünde rızkı Allah'a ait olmayan hiçbir canlı yoktur." (Hud; 6) Kur'an-ı Kerim'in Allah kelamı olduğunu ve elbette doğru olduğunu ve o canlılardan biri olduğumu bildim. Rızkımı göndereceğime söz verdiğine, elbette göndereceğine güvenerek, O'nun emrettiği gibi çalıştım."
Şakik-i Belhi bunları işitince: "Ne güzel yapmışsın ve ne güzel söylüyorsun, sekizinci faydayı da söyle." dedi.
"Ey Hocam! Sekizinci faydam: İnsanlara baktım, herkesin bir kimseye veya bir şeye güvendiğini, sırtını ona dayadığını gördüm. Bazıları altınlarına, mal ve mülküne, bazıları sanatına ve kazancına, bazıları mevki ve rütbelerine, bazıları da kendi gibi bir insana güveniyor. Sonra şu ayet-i kerimeyi düşündüm:
"Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona kafidir." (Talak; 3)
Her zaman ve her işimde yalnız Allah-u Teala'ya güvendim. O emrettiği için çalıştım, sebeplere yapıştım. Fakat yalnız O'na güvendim. O'ndan istedim ve O'ndan bekledim."
Şakik-i Belhi bu sözleri işitince şöyle dedi:
“Ey Hatem! Allah-u Teala, her işinde imdadına yetişsin! Hz. Musa'nın Tevratına, Hz. İsa'nın İnciline, Hz. Davud'un Zeburuna ve Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in Kur'an-ı Kerimi-ne baktım. Bu dört kitabın bu sekiz temel üzerine olduğunu gördüm. Bu sekiz esası ezberleyip bunlara uyanlar, hayatlarını bunların üzerine kuranlar, bu dört kitaba uymuş emirlerini yapmış olurlar."
İşte onlar hikmetle konuşuyorlar. Onların ağzından çıkan sözler insanın kalbine bir ok gibi saplanıyor. Hatem-i Esam'ın sözlerinden anlaşılan şudur ki; bu dünya istirahat yeri değildir.
Dünyada Allah rızası olarak insanın önüne ne gelirse, hiç fırsat kaçırmadan onu yapması gereklidir. Çünkü insan Allah-u Zülcelal'in rızasının hangi amelde olduğunu bilemez.
Bu ayet-i kerimeden anlaşıldığına göre, insan bu dünyada nefs ve şeytana çok dikkat etmesi lazımdır. Nefis ve şeytan insanoğlunun en büyük düşmanlarıdır.
Bir gün Şakik-i Belhi, talebesi olan Hatem-i Esam'a:
"Ne zamandır buraya geliyor, beni dinliyorsun?" diye sordu. Hatim-i Esam:
"Otuz üç sene." diye cevap verdi. Şakik-i Belhi:
"Bu kadar zaman içinde benden ne öğrendin, neler istifade ettin?" dedi. Hatem-i Esam:
"Sekiz şeyden istifade ettim." diye cevap verdi. Şakik-i Belhi bunu duyunca:
"Yazıklar olsun sana Ey Hatem! Bütün zamanımı sana harcadım, senin ise sekiz şeyden fazla istifaden olmamış." diye çok üzüldü.
Hatem-i Esam: "Ey Hocam! Doğrusunu istiyorsan, böyledir. Bundan fazlasını zaten istemem. Bana bu kadar yetişir. Çünkü, dünyada ve ahirette felaketlerden kurtulup ebedi saadete kavuşmanın, bu sekiz bilgi ile olacağını iyi biliyorum." dedi. Şakik-i Belhi:
"Söyle bunları bende anlayayım." buyurunca, Hatem-i Esam şöyle anlattı:
"Ey Hocam! Birincisi: İnsanlara baktım, herkes bir şeyi seçmiş, onu sevmiş gördüm, bu sevgilerin çoğu, onlara ölüm yatağına kadar, bazıları öldüğü vakte kadar, bazıları da mezara girinceye kadar, arkadaşlık ediyor ve sonra onları yalnız ve zavallı olarak bırakıp ayrılıyorlar.
Onunla beraber kimse beraber mezara girmiyor, dert ortağı olmuyor. Bu hali görünce, düşündüm ve kendime dedim ki, dünya da öyle dost şeçmeliyim ki, mezara benimle gelsin, bana orada arkadaşlık etsin. Aradım, taradım, Allah-u Teala'ya yapılan ibadetlerden başka, böyle sadık bir sevgili bulunmadığını gördüm. Dost olarak onları seçtim ve onlara sarıldım."
Şakik-i Belhi bunları iştince: "Çok güzel yapmışsın Ey Hatim, çok doğru söylüyorsun, ikinci faydayı da söyle anlıyayım." dedi.
"Ey Hocam! İkinci faydam: İnsanlara baktım, herkesi arzuları keyfleri peşinde koşuyor, nefsin istekleri arkasında yürüyor gördüm ve şu ayet-i kerimeyi düşündüm:
"Kim kendi Rabbinin huzurundaki makamdan korkar ve nefsini hevadan korursa onun yeri cennettir." (Naziat; 40-41)
Çok düşündüm. Kur'an-ı Kerimin baştan başa doğru olduğunu, bilgilerimle, tecrübelerimle, aklımla, vicdanımla anladım ve tam inandım. Nefsimi düşman bilerek, ona aldanmamaya, uymamaya karar verdim ve mücadeleye başladım.
Nefsimin arzu ve isteklerini yapmadım. Nihayet teslim olarak ibadetlerden kaçan o nefsin, şimdi Allah-u Teala'ya ibadete koştuğunu, isteklerden vazgeçtiğini gördüm."
Şakik-i Belhi bunları işitince: "Allah-u Teala sana iyilikler versin, ne güzel yapmışsın, üçüncü faydayı da söyle dinleyeyim." dedi:
"Ey Hocam! Üçüncü faydam: İnsanların haline baktım, herkes dünyada bir sıkıntıya girmiş, böylece dünyalık toplamaya uğraşıyorlar gördüm, sonra şu ayet-i kerimeyi düşündüm:
"Sizin yanınızdaki dünya malı tükenir, Allah'ın katındakiler ise tükenmez. Muhakkak ki biz, Allah yolunda sabredenleri, yaptıkları amelin daha güzeliyle mükafatlandıracağız." (Nahl; 96) dünya için topladıklarımı Allah yolunda harcadım, fukaraya dağıttım. Yani baki kalmaları için, Allah-u Teala'ya ödünç verdim.
Şakik-i Belhi bu sözleri işitince: "Ne güzel yapmışsın ve ne güzel söylüyorsun Ey Hatem, dördüncü faydayı da söyle dinleyeyim." dedi:
"Ey Hocam! Dördüncü faydam: İnsanlara baktım, herkesin başkalarını beğenmediğini gördüm. Buna sebep birbirlerine hased etmeleri, birbirlerinin mevkilerine, mallarına ve ilimlerine göz dikmeleri olduğunu anladım ve şu ayet-i kerimeye dikkat ettim:
"Yeryüzünde rızkı Allah'a ait olmayan hiçbir canlı yoktur." (Hud; 6) herkesin, ilim, mal, rütbe, evlat gibi rızıklarının, dünya yaratılmadan evvel, ezelde taksim edildiğini, kimsenin elinde bir şey olmadığını ve çalışmayı, sebeplere yapışmayı emrettiğinden,
O'na itaat etmiş olmak için, çalışmak lazım geldiğini ve hased etmenin büyük zararlarından başka, zaten lüzumsuz olduğunu anladım ve Allah-u Teala'nın ezelde yapmış olduğu taksime ve çalışınca Rabbim'in gönderdiğine razı oldum. Bütün müslümanlarla sulh üzere olup herkesi sevdim ve sevildim."
Şakik-i Belhi bunları işitince: "Ne iyi yapmışsın ve ne iyi söylü-yorsun, beşinci faydanı da söyle dinleyeyim." dedi:
"Ey hocam! Beşinci faydam: İnsanlara baktım, birçoklarının insanlık şerefini, kıymetini, amir, müdür olmakta, insanların kendilerine muhtaç olduklarını ve karşılarında eğildiklerini görmekle zannettiklerini ve bununla iftihar ettiklerini, öğündüklerini gördüm. Bazıları da, kıymet ve şeref, çok mal ve evlad ile olur sanarak, bunlarla iftihar ediyorlar.
Bir kısmı da insanlık; şerefi, malı, parayı, insanların hoşuna gidecek, herkesi eğlendirecek yerlere sarfetmektir sanarak, Allah-u Teala'nın emrettiği yerlere ve emrettiği şekilde harcamıyorlar ve bununla öğünüyorlar gördüm. Ve şu ayet-i kerimeyi düşündüm:
"Allah'ın yanında sizin en hayırlınız, makamı en yüce olanınız takva sahibi olanlardır." (Hucurat; 13)
İnsanların yanıldıklarını, aldandıklarını anladım ve takvaya sarıldım. Rabbimin affına ve ihsanlarına kavuşmak için, O'ndan korkarak dinimin dışına çıkmadım, haramlardan kaçtım."
Şakik-i Belhi bunları işitince: "Ne güzel söylüyorsun Ey Hatem, altıncı faydanı da söyle." dedi:
"Ey Hocam! Altıncı faydam: İnsanlara baktım birbirlerinin mallarına, mevkilerine ve ilimlerine göz dikerek, fırka fırka, parti parti ayrılarak, birbirlerine düşmanlık ettiklerini gördüm ve şu ayet-i kerimeyi düşündüm:
"Muhakkak şeytan sizin düşmanınızdır..." (Fatır; 6)
Kur'an-ı Kerimin bu söylediğine uydum. Şeytanı ve onun gibi müslümanlarla uğraşanları düşman bilip, sözlerine aldanmadım, onlara uymadım. Onların tapındıklarına tapmadım. Allah-u Teala'nın emirlerine itaat ettim. Ehl-i sünnet alimlerinin gösterdiği yoldan ayrılmadım. Kurtuluş yolunun, doğru yolun, yalnız Ehl-i Sünnet yolu olduğuna inandım."
Şakik-i Belhi bunları işitince: "Ne güzel yapmış ve ne güzel söylüyorsun Ey Hatem, yedinci faydanı da söyle." dedi:
"Ey Hocam! Yedinci faydam: İnsanlara baktım, gördüm ki, herkes yiyip içmek, para kazanmak için uğraşıyor. Bu yüzden haram ve şüpheli şeyleri de alıyorlar ve zillete, hakaretlere katlanıyorlar. Şu ayet-i kerimeyi düşündüm:
"Yeryüzünde rızkı Allah'a ait olmayan hiçbir canlı yoktur." (Hud; 6) Kur'an-ı Kerim'in Allah kelamı olduğunu ve elbette doğru olduğunu ve o canlılardan biri olduğumu bildim. Rızkımı göndereceğime söz verdiğine, elbette göndereceğine güvenerek, O'nun emrettiği gibi çalıştım."
Şakik-i Belhi bunları işitince: "Ne güzel yapmışsın ve ne güzel söylüyorsun, sekizinci faydayı da söyle." dedi.
"Ey Hocam! Sekizinci faydam: İnsanlara baktım, herkesin bir kimseye veya bir şeye güvendiğini, sırtını ona dayadığını gördüm. Bazıları altınlarına, mal ve mülküne, bazıları sanatına ve kazancına, bazıları mevki ve rütbelerine, bazıları da kendi gibi bir insana güveniyor. Sonra şu ayet-i kerimeyi düşündüm:
"Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona kafidir." (Talak; 3)
Her zaman ve her işimde yalnız Allah-u Teala'ya güvendim. O emrettiği için çalıştım, sebeplere yapıştım. Fakat yalnız O'na güvendim. O'ndan istedim ve O'ndan bekledim."
Şakik-i Belhi bu sözleri işitince şöyle dedi:
“Ey Hatem! Allah-u Teala, her işinde imdadına yetişsin! Hz. Musa'nın Tevratına, Hz. İsa'nın İnciline, Hz. Davud'un Zeburuna ve Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in Kur'an-ı Kerimi-ne baktım. Bu dört kitabın bu sekiz temel üzerine olduğunu gördüm. Bu sekiz esası ezberleyip bunlara uyanlar, hayatlarını bunların üzerine kuranlar, bu dört kitaba uymuş emirlerini yapmış olurlar."
İşte onlar hikmetle konuşuyorlar. Onların ağzından çıkan sözler insanın kalbine bir ok gibi saplanıyor. Hatem-i Esam'ın sözlerinden anlaşılan şudur ki; bu dünya istirahat yeri değildir.
Dünyada Allah rızası olarak insanın önüne ne gelirse, hiç fırsat kaçırmadan onu yapması gereklidir. Çünkü insan Allah-u Zülcelal'in rızasının hangi amelde olduğunu bilemez.
Yazının Devamı
Bu dünya şerefi gelip geçicidir. Hakikaten kitapların anlattığına göre; kıyamet gününde insanlar, tek tek ismiyle çağrılarak, mizanda amelleri tartılacaktır. İnsanın hayır ve şer amellerinin hepsi, orada okunacaktır.
Eğer orada insanın sevapları fazla olursa, çok şeref kazanır. O insan cennete girmese dahi o şeref ona yeter. İnsanın günahları fazla ise, orada bütün yaptıkları meydana çıkıp bütün insanlar onu görürse, -Neuzübillah- o insan cehenneme girmese dahi bu azap ona yeter.
Sırat köprüsünün altında öyle dehşetli bir ateş vardır ki; bütün melekler ve bütün Peygamberler dahi onun dehşetinden titrerler. Her insan mutlaka oradan geçecektir.
Onun için istirahatımızı ve kuvvetimizi orada gözetlememiz gerekir. İnsanın; isterse vücudu parça parça olsun, isterse yumuşak yatağında ölsün, bu aynıdır. Çünkü herkes bir gün ölecektir. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"De ki: Ölmekten veya öldürülmekten kaçıyorsanız, bu kaçış size fayda vermez." (Ahzab; 16)
İnsan nefsini sevip onu rahat yaşatmak istiyorsa cenneti gözetlemesi gerekir. Çünkü oradaki rahatlık hakiki rahatlıktır. Onun için kimse dünyada, hiç rahatlık beklemesin.
Şimdi dünyaya hakim olmuş insanlara soralım! Acaba onların ne kadar dertleri vardır? İşte durum böyle iken bu dünya neye yarar? İşte bunları düşünüp tefekkür etmemiz lazımdır. Allah-u Zülcelal, Davud aleyhisselam'a şöyle vahyetmiştir:
"Ey Davud, kendine ve ümmetine söyle ki; bir saatinizi benimle münacaata ayırın. Tenha bir yerde kendiniz ile Rabbiniz arasındaki durumu daima düzeltin."
Şimdi herkes düşünsün! Eğer ölürsek, acaba kendimiz ile Rabbimiz arasındaki durum nasıldır?
İşte insan, her bir saat içinde kendi durumuna baksın ve kendi halini murakabe etsin.
Diğer bir saatimizle de kendi nefsimizin hesabını görelim. Hatta bir çok Evliyalar, sabahtan akşama kadar ne yapmışlar ise, hepsini kağıt üzerine almışlardır.
O kağıdı okuyarak, eğer hayır işlerinde bulunmuşlar ise, Allah'a hamdediyorlardı, yok şayet vakitlerini gafletle geçirmişlerse, hemen tevbe ediyorlardı. Allah-u Zülcelal, Davud aleyhisselam'a:
"Ey Davud, her gün bir saatinizle kendi nefsinizin hesabını görün." buyurmuş ve yine:
"Ey Davud kusurlarınızı düzeltmek için kardeşlerinizin yanına gidin ki, onlar size kusurlarınızı söylesinler." diye emretmiştir.
İşte insan, kendi kusurlarını bilmiyor ve daima ondan gafil kalıyor. İnsanın yakın arkadaşı onun kusurlarını daha iyi bilir. Onun için Hz. Ömer radıyallahu anh:
"Ayıplarımı bir hediye gibi önüme getirene, Allah rahmet etsin." buyurmuştur. İşte onlar böyleydiler. Onlar öyle pehlivan idiler.
İşte insan akıl ile düşündüğü zaman, iyiyi ve kötüyü birbirinden ayırabiliyor. Mesela insan, aklı ile sabahtan akşama kadar, hep Allah'ın zikrini yapmayı ister. Fakat insan bunu yapmadığı zaman, aklının nefsine esir olduğu meydana çıkar. Akıl nefsin üzerinde emir olursa, onu daima hayır işlerine götürür.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, bir gün Cebrail aleyhisselam ile birlikte Safâ dağına çıkmıştı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
"Ey Cebrail, seni gönderen Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in evinde yiyecek hiç bir şey yoktur." buyurdu.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem böyle söyler söylemez hemen İsrafil aleyhisselam geldi ve Safâ dağı titredi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
"Ey Cebrail bu titreme nedir? Yoksa kıyamet mi kopuyor?" buyurdu. Cebrail aleyhisselam:
"Hayır, Ya Muhammed, Allah senin bu konuşmanı işitti ve İsrafil'i gönderdi. Bakalım İsrafil sana ne diyecek!" dedi. İsrafil aleyhisselam:
"Ya Muhammed, Allah senin bu konuşmanı duydu ve eğer Habibim İsterse bu dağların hepsini altın yaparım." buyurdu ve:
"Bir Peygamber ve melik olarak mı istiyorsun, yoksa bir Peygamber ve kul olarak mı istiyorsun?" dedi. Bu arada Cebrail aleyhisselam, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e yaklaştı ve:
"Ya Muhammed kul olarak de!" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Ya Rabbi! Peygamber ve kul olarak, kul olarak, kul olarak!" (Nesai)
Allah-u Zülcelal, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in ümmetinin ahiretine zarar verecek dünyayı kimseye vermesin. Hakikaten dünyanın fazlası zarardır. Zararlı olan dünyayı Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem istememiş ve Allah-u Zülcelal, bir Peygamberini dünya ile tehdit etmiştir.
Eğer bizlere dünya, nefs ve şeytan saldırıyorsa, hemen Allah-u Zülcelal'i çağıralım, Allah-u Zülcelal çok merhamet sahibidir. O hemen yardımımıza gelir.
Anlatıldığına göre, İsrailoğulları zamanında sapık bir kadın vardı. Herkesi güzelliği ile büyülemişti. Evinin kapısı her zaman açık dururdu. Kapının önünden geçen herkes kendisini odasındaki bir sedir üzerinde oturur görürdü.
Onu gören herkes, kendisine tutulu-yordu. Hayranları içeriye girmek isteyince, on sarı lira vermek zorunda tutuluyorlardı. Ancak bu kadar parayı ödeyenleri yanına bırakıyorlardı.
Bir gün bu kadının kapısı önünden bir abid geçiyordu. Abid'in gözü odasında sedir üzerinde oturan kadınla karşılaşınca hemen ona tutuluverdi. Ne kadar nefsinin arzusuna karşı koymaya çalıştı ise, bu arzuyu kalbinden silsin diye Allah'a ne kadar yalvardı ise de, buna muvaffak olamadı. Sonunda nefsine karşı vermiş olduğu çetin savaşta mağlup oldu. Yanında bulunan bir kaç parça kumaşı satarak kadının yanına girmek için gereken parayı sağladı.
Parayı alınca kadının kapısına geldi. Kadın giriş ücretini simsarlarından birine ödemesini söyledi ve ona başka bir zaman için randevu verdi. Adam randevu saatinde söz konusu eve geldi. Kadın süslenmiş ve odasındaki sedirine kurulmuştu.
Kadının odasına giren abid, varıp sedirde onun yanına oturdu. Adam kadının orasına burasına dokunmaya başlayınca ve kadın da kendini onun kucağına koyuverince Allah'ın rahmeti ve bereketi imdadına yetişiverdi.
İçinden: "Allah-u Zülcelal, şu anda arşın üzerinden beni bu durumda böyle harama el atmış olarak görüyor. Şimdiye kadar ki tüm iyi amellerim silinivermiştir." diye geçirdi.
Bu duyguların etkisi ile kalbine bir korku düştü, elleri titremeye başladı, çehresinin rengi de uçmuştu. Kadın, yüzüne bakıp renginin uçtuğunu görünce:
"Ne oldu sana?" diye sordu. Abid:
"Ben Rabbimden korkuyorum, izin ver de çıkayım." dedi. Kadın ona:
"Yuh sana! Şu anda eline geçen fırsatı yakalamak için niceleri can atıyor. Kimbilir sana ne oldu?" dedi. Abid yine:
"Ben Allah'tan korkuyorum. İçeri girerken ödediğim ücret sana helal olsun, izin ver de çıkıp gideyim." dedi. Kadın:
"Sen bu işi şimdiye kadar hiç yapmadın galiba!" dedi. Adam da:
"Hayır, hiç yapmadım." diye cevap verdi. Bunun üzerine kadın, abide adını sordu. Abid de adını ve hangi köyde oturduğunu kadına söyledi. Arkasından da onun çıkıp gitmesine izin verdi. Adam hüngür hüngür ağlaya ağlaya ve pişmanlığından başına toprak saça saça kadının yanından çıkıp gitti. Bu defa da abidin sayesinde, kadının kalbine bir korku düştü. İçinden:
"Bu adam ilk defa günah işlemeye kalkışmasına rağmen, ne kadar korkmuştu. Oysa ben yıllardan beri günah işliyorum. Onun, içinde korkusunu duyduğu Allah, benim de Rabbim olduğuna göre, ben O'ndan daha çok korkmalıyım." diye geçirdi.
Bunun üzerine kadın hemen yaptıklarına tevbe etti, kapısını insanların yüzüne kitledi, sade bir elbise giyerek kendini ibadete verdi. Bir süre böylece ibadet ettikten sonra, içinden:
"O abid'in yanına varayım. Belki benimle evlenir. Böylece devamlı şekilde yanında kalarak ondan dinim hakkında gereken bilgileri edinirim. Ayrıca o bana Allah'a nasıl ibadet edeceğim hususunda yol gösterir, bu konuda bana yardımcı olur." diye düşündü.
Bu düşünce ile yol hazırlığına girişti. Yanına bol bol eşya ve çok sayıda hizmetçi alarak yola çıktı. Köye varınca abidi sordu. Abide köye gelen bir kadının kendisini sorduğunu haber verdiler.
O da hemen evinden çıkıp kadının yanına gitti. Kadın, abidi görünce kendisini tanıyabilsin diye yüzünü açtı. Abid görür görmez onu tanıdı ve aralarında geçen olayı hemen hatırlayıverdi. Bunun üzerine yüksek sesli bir nara koyuverdi ve hemen arkasından ölüverdi. Bu durumu gören kadın olduğu yerde kalakaldı. Büyük bir yas içinde oradakilere:
"Ben bu adam için buraya gelmiştim. Acaba bu adamın evlenmek isteyen bir akrabası yok mu?" diye sordu. Oradakiler kadına:
"Onun bir kardeşi var, ama hiçbir şeyi olmayan bir yoksuldur." dediler. Kadın: "Zararı yok, benim bol bol malım var." dedi.
Bunun üzerine adamın kardeşi kadının yanına geldi ve evlendiler. Kadının bu evlilikten yedi oğlu dünyaya geldi ve oğullarının hepsi Allah tarafından sırası ile İsrailoğullarına Peygamber olarak gönderildi.
İşte Allah-u Zülcelal, kulluğu seviyor. İnsan ne kadar Allah-u Zülcelal'e kullukta bulunup O'na yalvarırsa, o kadar Allah-u Zülcelal'in yanında makbul olur.
İnsan sadat-ı kiram'dan bahsettiği zaman içinde bir ferahlık duyuyor. İmam-ı Rabbani şöyle buyurmuştur:
"Bütün insanlar Evliyalardan menfaat görürler. Yalnız, onlara itikadı olmayanlar müstesna..."
Bir zat Bayezid-i Bestami'ye gelerek:
"Ben nefsimle karşı karşıyayım. Ben nefsime galip gelemiyorum. Bana himmet et!" dedi. Bayezid-i Bestami:
"Senin nefsin var mıdır?" diye sordu. O zat:
"Nasıl yok ki, daima onunla mücadele ediyorum." dedi. Bayezid-i Bestami:
"Ben sana bir ayet okuyayım, sen herhalde bu ayeti okumadın." dedi ve şu ayeti okudu:
"Allah, mü'minlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine cennet karşılığında satın almıştır…" (Tevbe: 111)
Bayezid-i Bestami bu ayet-i kerimeyi okuduktan sonra: "Sen mü'min değil misin?" diye sordu. Bunun karşısında o zat mahcup kaldı ve gitti.
Hakikaten böyledir. Bizim malımızın ve nefsimizin olmaması lazımdır. Allah-u Zülcelal'e malımızı ve nefsimizi satmamız gerekir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de Allah-u Zülcelal böyle buyurmuştur. Demek ki nefsimiz ve malımız bizim değil, Allah-u Zülcelal'indir. Bunu çok iyi bilmemiz lazımdır.
Bunu böyle bildiğimiz zaman, malımızı ve canımızı daima Allah-u Zülcelal'in rızası için kullanmamız gerekir. Allah-u Zülcelal'in rızasına sebep olabilecek herhangi bir hizmet önümüze çıktığı zaman, Allah'a sattığımız nefsi ve malı orada kullanmamız gerekir. Çünkü bu nefs ve mal Allah-u Zülcelal'in mülküdür. Böyle olunca Allah-u Zülcelal, bu adi olan can ve malın karşılığında, kıyamet gününde nice nimetler bizlere verecektir.
Bazı Lokman-ı Hekim gibi zatlar şöyle buyurmuşlardır:
"Sen vaaz ettiğin zaman, kalbini Allah-u Zülcelal'in huzuruna koy. Sen başkalarına bir şeyler söylediğin zaman, söylediğini, kalben yap ve buna çok dikkat et. Allah-u Zülcelal sana ne kadar yakın ise, o kadar O'ndan utan."
Allah-u Zülcelal, ne kadar kudret ve azamet sahibidir. Ne kadar büyüktür ve ne kadar azimdir. İnsanın kalbî niyeti, Allah-u Zülcelal'in yanında çok makbul olur. Eğer biz Allah-u Zülcelal'i sevip, O'na aşık olursak, acaba Allah bize neler yapacaktır?
Buna göre, biz insanlar bütün eksikliklerimizi bilmemiz, farketmemiz lazımdır. Bu dünya geçicidir. Bu dünyanın geçici güzelliğine aldanmayalım. Gün gelecek bizlerde öleceğiz. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"(Ey Muhammed!) Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler." (Zümer; 3O)
Allah-u Zülcelal'in yanında vuku bulacak olay, sanki vuku bulmuş gibidir. Bu ayet-i kerimeye göre, insanın dünyada sanki hiç ölmeyecekmiş gibi davranması çok yanlış birşeydir.
Bizden önceki insanlar Peygamberler ve Evliyaların hepsi ahirete göçtüler. Ne mutlu onlara ki, yanlarında salih amel götürdüler. Kitaplarda okuduğumuza göre onların davranışları ile şimdiki insanların davranışları hiç birbirine benzemiyor.
Hz. Ömer radıyallahu anh bir gün arsasında çalışıyor iken ikindi namazının cemaatine yetişemediği için ikiyüzbin dirhem karşılığındaki arsasını cemaate gitmesine engel olduğu için sadaka olarak dağıtmıştır.
Oysa biz, ibadet ve zikir yapmayıp zamanımızı boş boşa sarfediyoruz. Bizler ne kadar geride ve ne kadar ashab-ı kiram'ın meşrebinden uzağız. Bunu çok iyi düşünmemiz lazımdır.
Abdullah bin Ömer bir gün, iki yıldız göründüğü zamana kadar akşam namazını tehir ettiği için, iki köle azad etmiştir.
Kendimi ve sizleri sevdiğim içindir ki, bu tavsiyeleri kendime ve size yapıyorum. Onun için, bundan gafil olmayalım. Ömrümüz bizim çok büyük bir sermayemizdir. Eğer bu sermayeyi iyi kullanırsak kazanç elde ederiz.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
Eğer orada insanın sevapları fazla olursa, çok şeref kazanır. O insan cennete girmese dahi o şeref ona yeter. İnsanın günahları fazla ise, orada bütün yaptıkları meydana çıkıp bütün insanlar onu görürse, -Neuzübillah- o insan cehenneme girmese dahi bu azap ona yeter.
Sırat köprüsünün altında öyle dehşetli bir ateş vardır ki; bütün melekler ve bütün Peygamberler dahi onun dehşetinden titrerler. Her insan mutlaka oradan geçecektir.
Onun için istirahatımızı ve kuvvetimizi orada gözetlememiz gerekir. İnsanın; isterse vücudu parça parça olsun, isterse yumuşak yatağında ölsün, bu aynıdır. Çünkü herkes bir gün ölecektir. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"De ki: Ölmekten veya öldürülmekten kaçıyorsanız, bu kaçış size fayda vermez." (Ahzab; 16)
İnsan nefsini sevip onu rahat yaşatmak istiyorsa cenneti gözetlemesi gerekir. Çünkü oradaki rahatlık hakiki rahatlıktır. Onun için kimse dünyada, hiç rahatlık beklemesin.
Şimdi dünyaya hakim olmuş insanlara soralım! Acaba onların ne kadar dertleri vardır? İşte durum böyle iken bu dünya neye yarar? İşte bunları düşünüp tefekkür etmemiz lazımdır. Allah-u Zülcelal, Davud aleyhisselam'a şöyle vahyetmiştir:
"Ey Davud, kendine ve ümmetine söyle ki; bir saatinizi benimle münacaata ayırın. Tenha bir yerde kendiniz ile Rabbiniz arasındaki durumu daima düzeltin."
Şimdi herkes düşünsün! Eğer ölürsek, acaba kendimiz ile Rabbimiz arasındaki durum nasıldır?
İşte insan, her bir saat içinde kendi durumuna baksın ve kendi halini murakabe etsin.
Diğer bir saatimizle de kendi nefsimizin hesabını görelim. Hatta bir çok Evliyalar, sabahtan akşama kadar ne yapmışlar ise, hepsini kağıt üzerine almışlardır.
O kağıdı okuyarak, eğer hayır işlerinde bulunmuşlar ise, Allah'a hamdediyorlardı, yok şayet vakitlerini gafletle geçirmişlerse, hemen tevbe ediyorlardı. Allah-u Zülcelal, Davud aleyhisselam'a:
"Ey Davud, her gün bir saatinizle kendi nefsinizin hesabını görün." buyurmuş ve yine:
"Ey Davud kusurlarınızı düzeltmek için kardeşlerinizin yanına gidin ki, onlar size kusurlarınızı söylesinler." diye emretmiştir.
İşte insan, kendi kusurlarını bilmiyor ve daima ondan gafil kalıyor. İnsanın yakın arkadaşı onun kusurlarını daha iyi bilir. Onun için Hz. Ömer radıyallahu anh:
"Ayıplarımı bir hediye gibi önüme getirene, Allah rahmet etsin." buyurmuştur. İşte onlar böyleydiler. Onlar öyle pehlivan idiler.
İşte insan akıl ile düşündüğü zaman, iyiyi ve kötüyü birbirinden ayırabiliyor. Mesela insan, aklı ile sabahtan akşama kadar, hep Allah'ın zikrini yapmayı ister. Fakat insan bunu yapmadığı zaman, aklının nefsine esir olduğu meydana çıkar. Akıl nefsin üzerinde emir olursa, onu daima hayır işlerine götürür.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, bir gün Cebrail aleyhisselam ile birlikte Safâ dağına çıkmıştı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
"Ey Cebrail, seni gönderen Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in evinde yiyecek hiç bir şey yoktur." buyurdu.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem böyle söyler söylemez hemen İsrafil aleyhisselam geldi ve Safâ dağı titredi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
"Ey Cebrail bu titreme nedir? Yoksa kıyamet mi kopuyor?" buyurdu. Cebrail aleyhisselam:
"Hayır, Ya Muhammed, Allah senin bu konuşmanı işitti ve İsrafil'i gönderdi. Bakalım İsrafil sana ne diyecek!" dedi. İsrafil aleyhisselam:
"Ya Muhammed, Allah senin bu konuşmanı duydu ve eğer Habibim İsterse bu dağların hepsini altın yaparım." buyurdu ve:
"Bir Peygamber ve melik olarak mı istiyorsun, yoksa bir Peygamber ve kul olarak mı istiyorsun?" dedi. Bu arada Cebrail aleyhisselam, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e yaklaştı ve:
"Ya Muhammed kul olarak de!" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Ya Rabbi! Peygamber ve kul olarak, kul olarak, kul olarak!" (Nesai)
Allah-u Zülcelal, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in ümmetinin ahiretine zarar verecek dünyayı kimseye vermesin. Hakikaten dünyanın fazlası zarardır. Zararlı olan dünyayı Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem istememiş ve Allah-u Zülcelal, bir Peygamberini dünya ile tehdit etmiştir.
Eğer bizlere dünya, nefs ve şeytan saldırıyorsa, hemen Allah-u Zülcelal'i çağıralım, Allah-u Zülcelal çok merhamet sahibidir. O hemen yardımımıza gelir.
Anlatıldığına göre, İsrailoğulları zamanında sapık bir kadın vardı. Herkesi güzelliği ile büyülemişti. Evinin kapısı her zaman açık dururdu. Kapının önünden geçen herkes kendisini odasındaki bir sedir üzerinde oturur görürdü.
Onu gören herkes, kendisine tutulu-yordu. Hayranları içeriye girmek isteyince, on sarı lira vermek zorunda tutuluyorlardı. Ancak bu kadar parayı ödeyenleri yanına bırakıyorlardı.
Bir gün bu kadının kapısı önünden bir abid geçiyordu. Abid'in gözü odasında sedir üzerinde oturan kadınla karşılaşınca hemen ona tutuluverdi. Ne kadar nefsinin arzusuna karşı koymaya çalıştı ise, bu arzuyu kalbinden silsin diye Allah'a ne kadar yalvardı ise de, buna muvaffak olamadı. Sonunda nefsine karşı vermiş olduğu çetin savaşta mağlup oldu. Yanında bulunan bir kaç parça kumaşı satarak kadının yanına girmek için gereken parayı sağladı.
Parayı alınca kadının kapısına geldi. Kadın giriş ücretini simsarlarından birine ödemesini söyledi ve ona başka bir zaman için randevu verdi. Adam randevu saatinde söz konusu eve geldi. Kadın süslenmiş ve odasındaki sedirine kurulmuştu.
Kadının odasına giren abid, varıp sedirde onun yanına oturdu. Adam kadının orasına burasına dokunmaya başlayınca ve kadın da kendini onun kucağına koyuverince Allah'ın rahmeti ve bereketi imdadına yetişiverdi.
İçinden: "Allah-u Zülcelal, şu anda arşın üzerinden beni bu durumda böyle harama el atmış olarak görüyor. Şimdiye kadar ki tüm iyi amellerim silinivermiştir." diye geçirdi.
Bu duyguların etkisi ile kalbine bir korku düştü, elleri titremeye başladı, çehresinin rengi de uçmuştu. Kadın, yüzüne bakıp renginin uçtuğunu görünce:
"Ne oldu sana?" diye sordu. Abid:
"Ben Rabbimden korkuyorum, izin ver de çıkayım." dedi. Kadın ona:
"Yuh sana! Şu anda eline geçen fırsatı yakalamak için niceleri can atıyor. Kimbilir sana ne oldu?" dedi. Abid yine:
"Ben Allah'tan korkuyorum. İçeri girerken ödediğim ücret sana helal olsun, izin ver de çıkıp gideyim." dedi. Kadın:
"Sen bu işi şimdiye kadar hiç yapmadın galiba!" dedi. Adam da:
"Hayır, hiç yapmadım." diye cevap verdi. Bunun üzerine kadın, abide adını sordu. Abid de adını ve hangi köyde oturduğunu kadına söyledi. Arkasından da onun çıkıp gitmesine izin verdi. Adam hüngür hüngür ağlaya ağlaya ve pişmanlığından başına toprak saça saça kadının yanından çıkıp gitti. Bu defa da abidin sayesinde, kadının kalbine bir korku düştü. İçinden:
"Bu adam ilk defa günah işlemeye kalkışmasına rağmen, ne kadar korkmuştu. Oysa ben yıllardan beri günah işliyorum. Onun, içinde korkusunu duyduğu Allah, benim de Rabbim olduğuna göre, ben O'ndan daha çok korkmalıyım." diye geçirdi.
Bunun üzerine kadın hemen yaptıklarına tevbe etti, kapısını insanların yüzüne kitledi, sade bir elbise giyerek kendini ibadete verdi. Bir süre böylece ibadet ettikten sonra, içinden:
"O abid'in yanına varayım. Belki benimle evlenir. Böylece devamlı şekilde yanında kalarak ondan dinim hakkında gereken bilgileri edinirim. Ayrıca o bana Allah'a nasıl ibadet edeceğim hususunda yol gösterir, bu konuda bana yardımcı olur." diye düşündü.
Bu düşünce ile yol hazırlığına girişti. Yanına bol bol eşya ve çok sayıda hizmetçi alarak yola çıktı. Köye varınca abidi sordu. Abide köye gelen bir kadının kendisini sorduğunu haber verdiler.
O da hemen evinden çıkıp kadının yanına gitti. Kadın, abidi görünce kendisini tanıyabilsin diye yüzünü açtı. Abid görür görmez onu tanıdı ve aralarında geçen olayı hemen hatırlayıverdi. Bunun üzerine yüksek sesli bir nara koyuverdi ve hemen arkasından ölüverdi. Bu durumu gören kadın olduğu yerde kalakaldı. Büyük bir yas içinde oradakilere:
"Ben bu adam için buraya gelmiştim. Acaba bu adamın evlenmek isteyen bir akrabası yok mu?" diye sordu. Oradakiler kadına:
"Onun bir kardeşi var, ama hiçbir şeyi olmayan bir yoksuldur." dediler. Kadın: "Zararı yok, benim bol bol malım var." dedi.
Bunun üzerine adamın kardeşi kadının yanına geldi ve evlendiler. Kadının bu evlilikten yedi oğlu dünyaya geldi ve oğullarının hepsi Allah tarafından sırası ile İsrailoğullarına Peygamber olarak gönderildi.
İşte Allah-u Zülcelal, kulluğu seviyor. İnsan ne kadar Allah-u Zülcelal'e kullukta bulunup O'na yalvarırsa, o kadar Allah-u Zülcelal'in yanında makbul olur.
İnsan sadat-ı kiram'dan bahsettiği zaman içinde bir ferahlık duyuyor. İmam-ı Rabbani şöyle buyurmuştur:
"Bütün insanlar Evliyalardan menfaat görürler. Yalnız, onlara itikadı olmayanlar müstesna..."
Bir zat Bayezid-i Bestami'ye gelerek:
"Ben nefsimle karşı karşıyayım. Ben nefsime galip gelemiyorum. Bana himmet et!" dedi. Bayezid-i Bestami:
"Senin nefsin var mıdır?" diye sordu. O zat:
"Nasıl yok ki, daima onunla mücadele ediyorum." dedi. Bayezid-i Bestami:
"Ben sana bir ayet okuyayım, sen herhalde bu ayeti okumadın." dedi ve şu ayeti okudu:
"Allah, mü'minlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine cennet karşılığında satın almıştır…" (Tevbe: 111)
Bayezid-i Bestami bu ayet-i kerimeyi okuduktan sonra: "Sen mü'min değil misin?" diye sordu. Bunun karşısında o zat mahcup kaldı ve gitti.
Hakikaten böyledir. Bizim malımızın ve nefsimizin olmaması lazımdır. Allah-u Zülcelal'e malımızı ve nefsimizi satmamız gerekir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de Allah-u Zülcelal böyle buyurmuştur. Demek ki nefsimiz ve malımız bizim değil, Allah-u Zülcelal'indir. Bunu çok iyi bilmemiz lazımdır.
Bunu böyle bildiğimiz zaman, malımızı ve canımızı daima Allah-u Zülcelal'in rızası için kullanmamız gerekir. Allah-u Zülcelal'in rızasına sebep olabilecek herhangi bir hizmet önümüze çıktığı zaman, Allah'a sattığımız nefsi ve malı orada kullanmamız gerekir. Çünkü bu nefs ve mal Allah-u Zülcelal'in mülküdür. Böyle olunca Allah-u Zülcelal, bu adi olan can ve malın karşılığında, kıyamet gününde nice nimetler bizlere verecektir.
Bazı Lokman-ı Hekim gibi zatlar şöyle buyurmuşlardır:
"Sen vaaz ettiğin zaman, kalbini Allah-u Zülcelal'in huzuruna koy. Sen başkalarına bir şeyler söylediğin zaman, söylediğini, kalben yap ve buna çok dikkat et. Allah-u Zülcelal sana ne kadar yakın ise, o kadar O'ndan utan."
Allah-u Zülcelal, ne kadar kudret ve azamet sahibidir. Ne kadar büyüktür ve ne kadar azimdir. İnsanın kalbî niyeti, Allah-u Zülcelal'in yanında çok makbul olur. Eğer biz Allah-u Zülcelal'i sevip, O'na aşık olursak, acaba Allah bize neler yapacaktır?
Buna göre, biz insanlar bütün eksikliklerimizi bilmemiz, farketmemiz lazımdır. Bu dünya geçicidir. Bu dünyanın geçici güzelliğine aldanmayalım. Gün gelecek bizlerde öleceğiz. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"(Ey Muhammed!) Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler." (Zümer; 3O)
Allah-u Zülcelal'in yanında vuku bulacak olay, sanki vuku bulmuş gibidir. Bu ayet-i kerimeye göre, insanın dünyada sanki hiç ölmeyecekmiş gibi davranması çok yanlış birşeydir.
Bizden önceki insanlar Peygamberler ve Evliyaların hepsi ahirete göçtüler. Ne mutlu onlara ki, yanlarında salih amel götürdüler. Kitaplarda okuduğumuza göre onların davranışları ile şimdiki insanların davranışları hiç birbirine benzemiyor.
Hz. Ömer radıyallahu anh bir gün arsasında çalışıyor iken ikindi namazının cemaatine yetişemediği için ikiyüzbin dirhem karşılığındaki arsasını cemaate gitmesine engel olduğu için sadaka olarak dağıtmıştır.
Oysa biz, ibadet ve zikir yapmayıp zamanımızı boş boşa sarfediyoruz. Bizler ne kadar geride ve ne kadar ashab-ı kiram'ın meşrebinden uzağız. Bunu çok iyi düşünmemiz lazımdır.
Abdullah bin Ömer bir gün, iki yıldız göründüğü zamana kadar akşam namazını tehir ettiği için, iki köle azad etmiştir.
Kendimi ve sizleri sevdiğim içindir ki, bu tavsiyeleri kendime ve size yapıyorum. Onun için, bundan gafil olmayalım. Ömrümüz bizim çok büyük bir sermayemizdir. Eğer bu sermayeyi iyi kullanırsak kazanç elde ederiz.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
:: DİNİ KONULAR :: İSLAMİ HAYAT
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz