Kulluk Şuuru
:: DİNİ KONULAR :: İSLAMİ HAYAT
1 sayfadaki 1 sayfası
Kulluk Şuuru
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah, takva sahipleri ile ve iyilikte bulunanlarla beraberdir." (Nahl;128)
Allah-u Zülcelal her insanla beraberdir, fakat buradaki beraberliği o kişilere yardım etmesidir. Eğer Allah-u Zülcelal insanı günahtan muhafaza etmezse, o insan ne yapabilir? Kudret ve azamet sahibi olan Allah-u Zülcelal'e, bizi muhafaza etmesi için çok yalvarmalıyız.
İbrahim bin Ethem şöyle anlatmıştır:
"Bir gün, çok uzak bir yerden Mekke-i Mükerreme'ye doğru yola çıktım. Yolda soğuk ve fırtına başladı. Etrafa baktım, ne bir köy ne de bir başka şey vardı. İlerde bir mağara gördüm. O gece orada kalmak için mağaraya gittim.
Gidip baktığımda, mağaranın hakikaten gece kalmak için sıcak bir yer olduğunu gördüm. Bu sırada, dikkatli bakınca, dehşetli bir aslanın mağaranın kapısından içeri girdiğini gördüm. Allah-u Zülcelal'in aslanı dile getirmesiyle, aslan:
"Ben yemek için senin gibi birini arıyordum." dedi. Allah-u Zülcelal'in kuvvet vermesiyle İbrahim bin Ethem:
"Ben senin misafirinim." dedi. Böyle deyince aslan, kendi yerine oturdu. İbrahim bin Ethem'de namazına, niyazına, ibadetine başladı. Ta sabaha kadar ibadet etti. Sabahleyin, İbrahim bin Ethem ayrılmak üzere iken, aslan ona şöyle dedi:
"İbrahim! Sana kibir ve ucup gelmesin. Ben üç gün üç gecedir, hiç bir şey yememiştim, dolayısıyla eğer sen benim misafirim olmasaydın, seni yiyecektim."
Biz İbrahim bin Ethem'in bu hikayesinden ibret almalıyız. Aslanın onunla konuşması ve İbrahim bin Ethem'in ondan muhafaza olunması, onun Allah'tan korkmasının ve takvasının sonucudur. O Allah-u Zülcelal'den korktuğu için Allah-u Zülcelal aslanı ona mülayim yaptı.
Allah-u Zülcelal'in kudret ve azametini daima düşünmek lazımdır. Bizden önce nice melikler, padişahlar geçip gittiler. Onların o zamanki haline değil aslına bakmamız lazımdır. Bu zamanda da öyledir.
Bu dünyada büyük görünen bu kişilerin, Allah-u Zülcelal'in azametine karşı ne kıymeti vardır. Nemrutun annesi onu bir çölde doğurdu. Ondan sonra annesi öldü. Bir 'nemret' ona ot verdiği için ona 'Nemrut' denilmiştir.
Firavunun cismi çok ufaktı, bir buçuk zira idi. Bir buçuk zira, yaklaşık elli santimdir. Onun sakalı yere değiyordu. İlk önceleri kavun satıyordu, fakirdi. Fakat sonra ihtilal yaparak padişahı ve adamlarını öldürttü, başa geçti. Daha sonra da 'ben ilahım' demeye başladı.
İnsan dünyada gördüğü rütbeli insanların büyüklüğüne değil, aslına bakmalıdır. İnsan bir su damlasından meydana gelmiş ve sonu da bir leş olmaktır.
Maalesef nefis, şeytan ve dünya bize çok zarar veriyor. Buna şöyle bir örnek getirebiliriz. Evi olmayan, kiralık bir ev de bulamayan bir kişi, bahar ayında kendisine sonbahara kadar bitirmek üzere bir ev yapmaya karar verdi. Kışın, kar ve fırtınada kendisi ve çocukları perişan olmasın diye evi yapmaya başladı.
Bu adam her gün, sabahleyin evini yapmak için kalkıyordu. Fakat onun bir arkadaşı yanına gelip 'gel hele bir çay içelim' diyordu. Çaylarını içtikten sonra arkadaşı ona:
"Bak burada ne güzel yeşillikler var, ne güzel insanlar var, ne güzel oyun eğlence var, yemek var." diye onu bunlarla akşama kadar meşgul ederek oyalıyor, ona bir iş yaptırmıyordu. Adam akşam evine gelip yatıyor, ertesi sabah yine evini yapmak niyetiyle kalkıyor, fakat arkadaşı yine onu meşgul ediyordu. Bu şekilde, bahar ve yaz mevsimi bitti, son bahar geldi, adam hiç bir şey yapamadı.
Peki, o adamın arkadaşına şöyle demesi gerekmez miydi:
"Arkadaşım! Sen benim rahatım için gel istirahat edelim, çay içelim, yemek yiyelim, gezelim, eğlenelim diyorsun ama bak benim evim yok. Kışın kar ve fırtına altında perişan olacağım, evimi yapmak için vakit kalmadı."
Elbette o arkadaşına böyle demesi gerekirdi. Çünkü onun arkadaşının onun vaktini devamlı olarak boşa sarf ettirmesi ve binasının ortada kalması durumunda, onun aklını kullanarak 'bu yaptığın yanlıştır' demesi lazımdı.
Onun arkadaşını sen bana çok zarar verdin vaktim kalmadı. Ben kış mevsiminde kar ve fırtına altında helak ve perişan olacağım, diye düşünerek arkadaşına uymaması gerekirdi. Nefsimiz, şeytan ve dünya da aynen kötü arkadaş gibi bizi bu şekilde aldatıyor.
Bir gün bahar, yaz, sonbahar mevsimleri gidip kış, kar ve fırtına gelecektir. Onun için o gelmeden önce hazırlanmalı, binamızı yapmalıyız. Buradaki kış mevsimi ölüm ve kıyamet gününün karşılığıdır.
Öyle zatlar vardı ki hiç nefislerini görmüyorlardı. Bir gün Cüneyd-i Bağdadi'ye:
"Sen mi efdalsin, yoksa köpek mi efdaldir?" diye sormuşlar. O da şöyle cevap vermiş:
"Bunu ancak Allah bilir, ben ne bilirim. Fakat şunu biliyorum ki eğer Allah beni cennete koyarsa, ben köpekten daha efdalim. Yok eğer cehenneme koyarsa, köpek benden daha efdaldir."
Hakikaten, insan Allah'ın rızasını kazanmadığı, cennet ile müjdelenmediği zaman, hayvan ondan daha iyidir.
Daima salih ve mü'min kardeşlerimizin sayısını çoğaltmamız lazımdır. Çünkü her bir mü'min kardeşimiz, kıyamet gününde bize şefaatçi olacaktır. Bunun için mü'min kardeşlerimizin sayısı ne kadar çok olursa, şefaatçimiz de o kadar çok olacaktır.
Bu tasavvuf ehlinin sevabının çok ol-masının sebebi, Allah'ın çok hoşuna giden şey olan birbirlerini, sadece Allah rızası için ziyaret etmeleridir. İnşaallah Allah-u Zülcelal bunu kıyamet günü, çok büyük bir mahsul olarak onların önüne koyacaktır.
Allah-u Zülcelal'in dostları, daha ezelde Allah'ın dostudurlar.
İnsan şakilerden yazılmış ise şakidir, saidlerden yazılmış ise saiddir. Eğer Allah onu saidlerden yazmışsa, Evliya hata da yapsa, Evliyalığından çıkmaz, yine Evliyadır. Niçin? Çünkü hemen tevbe edecektir. Tevbe ettiği zaman, Allah-u Zülcelal onun günahını da sevaba çevirecektir.
Tasavvuf ehli namaz kılıyor, tevbe ediyor ve iyi kimseleri ziyaret ediyor. İşte bu, said olmanın alametidir.
Bazı Evliyalar öyle büyük bir makama ulaşmışlardır ki önceki amellerinin hepsini arş-ı âlâ'da, levh-i mahfuzda görmüşlerdir. Bakmışlar ki Allah-u Zülcelal onların bütün günahlarını sevaba çevirmiş. O zaman:
"Ya Rabbi! Tevbe ettiğimiz için günahlarımızın hepsi sevaba dönüşmüş, keşke daha fazla günah işlemiş olsaydık!" demişlerdir.
Mürşidim Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri şöyle demişti:
"Bu sadat-ı kiramın himmet ve bereketi çok büyüktür. Çünkü bu sadat-ı kirama mensup olan kimseler, daima ibadet üzerine meraklıdırlar. Bir hata yaptıkları zaman, sanki dünya onların başına yıkılıyor, öyle üzülüyor, mahzun oluyorlar."
Diğer mü'min kardeşlerimiz de günahkar oluyorlar, fakat günah işlerken gülüyorlar. Bu sadat-ı kiramın mensupları da iman ediyor, o kimseler de iman ediyorlar. Peki bu fark nedendir? Demek ki günah işleyince böyle üzülmek, mahzun olmak, sadat-ı kiramın himmet ve bereketindendir, bizden değildir. Aynı kusur, aynı iman, onda da olduğu halde, günah işleyince bu böyle üzülürken, o umursamıyor, gülüyor. Allah-u Zülcelal insana bu hali, sadat'ın himmet ve bereketiyle veriyor.
İnsan, nasıl sahibi kuvvetli olduğu zaman, hiçbir şeyden korkmaz, benim sahibim kuvvetlidir, diye ona güvenirse, Allah-u Zülcelal de insana sahip çıktığı zaman, o insan hiç bir şeyden korkmaz ve onun önünde hiçbir engel olmaz.
Bir kişi, acaba Allah beni seviyor mu sevmiyor mu, kıyamet gününde kendimi kurtarabilecek miyim kurtaramayacak mıyım? diye düşünürse; kendisini, hareketlerini, konuşmalarını, davranışlarını teraziye koysun. Eğer dinimize uyuyor ise zafer onadır. Allah onu sevmektedir ve o Allah'ın dostudur. İnşaallah kıyamet gününde de kurtulacaktır. Bu şekilde bilmelidir.
Eğer davranışları, konuşmaları, hareketlerini dinimizin terazisine koyduğu zaman, ona muvafık değilse, o zaman zarar içindedir ve cehennem doğru gitmektedir. Bunu da böyle bilmek lazımdır.
Allah'a karşı günahlarımız olsa da, başkalarının hakkını yemişsek de Allah'a samimi, hakiki olarak tevbe edip, O'nun yoluna dönerek yaptığımız pislikleri terk edip, çizdiği yoldan dışarı çıkmazsak, O'nun kudreti, azameti ve rızası bizimle olur.
Sen Allah'ı razı ettiğinde, Allah'a ulaşmaya engel olacak hiçbir şey yoktur. Eğer günahların seninle Allah arasındaysa, onları affedecek, hatta omuzlarındaki melekler, ne yazdıklarını hatırlamayacaklardır. Eğer sen başkalarının hakkını yemişsen, onları razı edecektir. İşte Allah-u Zülcelal tevbeyi ve kendisine yalvarılmasını bu kadar sevmiştir.
Peygarnberler nasıl merhametli olup herkesin müslüman olmasını istiyorsalar, aynı şekilde, Evliyalar da bütün müslümanların günahlarının affolunmasını istiyor, bunun için Allah'a yalvarıyorlar. Fakat bizden de istek olması lazımdır. Allah-u Zülcelal bizim istekli olduğumuzu görmelidir.
Allah-u Zülcelal her insanla beraberdir, fakat buradaki beraberliği o kişilere yardım etmesidir. Eğer Allah-u Zülcelal insanı günahtan muhafaza etmezse, o insan ne yapabilir? Kudret ve azamet sahibi olan Allah-u Zülcelal'e, bizi muhafaza etmesi için çok yalvarmalıyız.
İbrahim bin Ethem şöyle anlatmıştır:
"Bir gün, çok uzak bir yerden Mekke-i Mükerreme'ye doğru yola çıktım. Yolda soğuk ve fırtına başladı. Etrafa baktım, ne bir köy ne de bir başka şey vardı. İlerde bir mağara gördüm. O gece orada kalmak için mağaraya gittim.
Gidip baktığımda, mağaranın hakikaten gece kalmak için sıcak bir yer olduğunu gördüm. Bu sırada, dikkatli bakınca, dehşetli bir aslanın mağaranın kapısından içeri girdiğini gördüm. Allah-u Zülcelal'in aslanı dile getirmesiyle, aslan:
"Ben yemek için senin gibi birini arıyordum." dedi. Allah-u Zülcelal'in kuvvet vermesiyle İbrahim bin Ethem:
"Ben senin misafirinim." dedi. Böyle deyince aslan, kendi yerine oturdu. İbrahim bin Ethem'de namazına, niyazına, ibadetine başladı. Ta sabaha kadar ibadet etti. Sabahleyin, İbrahim bin Ethem ayrılmak üzere iken, aslan ona şöyle dedi:
"İbrahim! Sana kibir ve ucup gelmesin. Ben üç gün üç gecedir, hiç bir şey yememiştim, dolayısıyla eğer sen benim misafirim olmasaydın, seni yiyecektim."
Biz İbrahim bin Ethem'in bu hikayesinden ibret almalıyız. Aslanın onunla konuşması ve İbrahim bin Ethem'in ondan muhafaza olunması, onun Allah'tan korkmasının ve takvasının sonucudur. O Allah-u Zülcelal'den korktuğu için Allah-u Zülcelal aslanı ona mülayim yaptı.
Allah-u Zülcelal'in kudret ve azametini daima düşünmek lazımdır. Bizden önce nice melikler, padişahlar geçip gittiler. Onların o zamanki haline değil aslına bakmamız lazımdır. Bu zamanda da öyledir.
Bu dünyada büyük görünen bu kişilerin, Allah-u Zülcelal'in azametine karşı ne kıymeti vardır. Nemrutun annesi onu bir çölde doğurdu. Ondan sonra annesi öldü. Bir 'nemret' ona ot verdiği için ona 'Nemrut' denilmiştir.
Firavunun cismi çok ufaktı, bir buçuk zira idi. Bir buçuk zira, yaklaşık elli santimdir. Onun sakalı yere değiyordu. İlk önceleri kavun satıyordu, fakirdi. Fakat sonra ihtilal yaparak padişahı ve adamlarını öldürttü, başa geçti. Daha sonra da 'ben ilahım' demeye başladı.
İnsan dünyada gördüğü rütbeli insanların büyüklüğüne değil, aslına bakmalıdır. İnsan bir su damlasından meydana gelmiş ve sonu da bir leş olmaktır.
Maalesef nefis, şeytan ve dünya bize çok zarar veriyor. Buna şöyle bir örnek getirebiliriz. Evi olmayan, kiralık bir ev de bulamayan bir kişi, bahar ayında kendisine sonbahara kadar bitirmek üzere bir ev yapmaya karar verdi. Kışın, kar ve fırtınada kendisi ve çocukları perişan olmasın diye evi yapmaya başladı.
Bu adam her gün, sabahleyin evini yapmak için kalkıyordu. Fakat onun bir arkadaşı yanına gelip 'gel hele bir çay içelim' diyordu. Çaylarını içtikten sonra arkadaşı ona:
"Bak burada ne güzel yeşillikler var, ne güzel insanlar var, ne güzel oyun eğlence var, yemek var." diye onu bunlarla akşama kadar meşgul ederek oyalıyor, ona bir iş yaptırmıyordu. Adam akşam evine gelip yatıyor, ertesi sabah yine evini yapmak niyetiyle kalkıyor, fakat arkadaşı yine onu meşgul ediyordu. Bu şekilde, bahar ve yaz mevsimi bitti, son bahar geldi, adam hiç bir şey yapamadı.
Peki, o adamın arkadaşına şöyle demesi gerekmez miydi:
"Arkadaşım! Sen benim rahatım için gel istirahat edelim, çay içelim, yemek yiyelim, gezelim, eğlenelim diyorsun ama bak benim evim yok. Kışın kar ve fırtına altında perişan olacağım, evimi yapmak için vakit kalmadı."
Elbette o arkadaşına böyle demesi gerekirdi. Çünkü onun arkadaşının onun vaktini devamlı olarak boşa sarf ettirmesi ve binasının ortada kalması durumunda, onun aklını kullanarak 'bu yaptığın yanlıştır' demesi lazımdı.
Onun arkadaşını sen bana çok zarar verdin vaktim kalmadı. Ben kış mevsiminde kar ve fırtına altında helak ve perişan olacağım, diye düşünerek arkadaşına uymaması gerekirdi. Nefsimiz, şeytan ve dünya da aynen kötü arkadaş gibi bizi bu şekilde aldatıyor.
Bir gün bahar, yaz, sonbahar mevsimleri gidip kış, kar ve fırtına gelecektir. Onun için o gelmeden önce hazırlanmalı, binamızı yapmalıyız. Buradaki kış mevsimi ölüm ve kıyamet gününün karşılığıdır.
Öyle zatlar vardı ki hiç nefislerini görmüyorlardı. Bir gün Cüneyd-i Bağdadi'ye:
"Sen mi efdalsin, yoksa köpek mi efdaldir?" diye sormuşlar. O da şöyle cevap vermiş:
"Bunu ancak Allah bilir, ben ne bilirim. Fakat şunu biliyorum ki eğer Allah beni cennete koyarsa, ben köpekten daha efdalim. Yok eğer cehenneme koyarsa, köpek benden daha efdaldir."
Hakikaten, insan Allah'ın rızasını kazanmadığı, cennet ile müjdelenmediği zaman, hayvan ondan daha iyidir.
Daima salih ve mü'min kardeşlerimizin sayısını çoğaltmamız lazımdır. Çünkü her bir mü'min kardeşimiz, kıyamet gününde bize şefaatçi olacaktır. Bunun için mü'min kardeşlerimizin sayısı ne kadar çok olursa, şefaatçimiz de o kadar çok olacaktır.
Bu tasavvuf ehlinin sevabının çok ol-masının sebebi, Allah'ın çok hoşuna giden şey olan birbirlerini, sadece Allah rızası için ziyaret etmeleridir. İnşaallah Allah-u Zülcelal bunu kıyamet günü, çok büyük bir mahsul olarak onların önüne koyacaktır.
Allah-u Zülcelal'in dostları, daha ezelde Allah'ın dostudurlar.
İnsan şakilerden yazılmış ise şakidir, saidlerden yazılmış ise saiddir. Eğer Allah onu saidlerden yazmışsa, Evliya hata da yapsa, Evliyalığından çıkmaz, yine Evliyadır. Niçin? Çünkü hemen tevbe edecektir. Tevbe ettiği zaman, Allah-u Zülcelal onun günahını da sevaba çevirecektir.
Tasavvuf ehli namaz kılıyor, tevbe ediyor ve iyi kimseleri ziyaret ediyor. İşte bu, said olmanın alametidir.
Bazı Evliyalar öyle büyük bir makama ulaşmışlardır ki önceki amellerinin hepsini arş-ı âlâ'da, levh-i mahfuzda görmüşlerdir. Bakmışlar ki Allah-u Zülcelal onların bütün günahlarını sevaba çevirmiş. O zaman:
"Ya Rabbi! Tevbe ettiğimiz için günahlarımızın hepsi sevaba dönüşmüş, keşke daha fazla günah işlemiş olsaydık!" demişlerdir.
Mürşidim Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri şöyle demişti:
"Bu sadat-ı kiramın himmet ve bereketi çok büyüktür. Çünkü bu sadat-ı kirama mensup olan kimseler, daima ibadet üzerine meraklıdırlar. Bir hata yaptıkları zaman, sanki dünya onların başına yıkılıyor, öyle üzülüyor, mahzun oluyorlar."
Diğer mü'min kardeşlerimiz de günahkar oluyorlar, fakat günah işlerken gülüyorlar. Bu sadat-ı kiramın mensupları da iman ediyor, o kimseler de iman ediyorlar. Peki bu fark nedendir? Demek ki günah işleyince böyle üzülmek, mahzun olmak, sadat-ı kiramın himmet ve bereketindendir, bizden değildir. Aynı kusur, aynı iman, onda da olduğu halde, günah işleyince bu böyle üzülürken, o umursamıyor, gülüyor. Allah-u Zülcelal insana bu hali, sadat'ın himmet ve bereketiyle veriyor.
İnsan, nasıl sahibi kuvvetli olduğu zaman, hiçbir şeyden korkmaz, benim sahibim kuvvetlidir, diye ona güvenirse, Allah-u Zülcelal de insana sahip çıktığı zaman, o insan hiç bir şeyden korkmaz ve onun önünde hiçbir engel olmaz.
Bir kişi, acaba Allah beni seviyor mu sevmiyor mu, kıyamet gününde kendimi kurtarabilecek miyim kurtaramayacak mıyım? diye düşünürse; kendisini, hareketlerini, konuşmalarını, davranışlarını teraziye koysun. Eğer dinimize uyuyor ise zafer onadır. Allah onu sevmektedir ve o Allah'ın dostudur. İnşaallah kıyamet gününde de kurtulacaktır. Bu şekilde bilmelidir.
Eğer davranışları, konuşmaları, hareketlerini dinimizin terazisine koyduğu zaman, ona muvafık değilse, o zaman zarar içindedir ve cehennem doğru gitmektedir. Bunu da böyle bilmek lazımdır.
Allah'a karşı günahlarımız olsa da, başkalarının hakkını yemişsek de Allah'a samimi, hakiki olarak tevbe edip, O'nun yoluna dönerek yaptığımız pislikleri terk edip, çizdiği yoldan dışarı çıkmazsak, O'nun kudreti, azameti ve rızası bizimle olur.
Sen Allah'ı razı ettiğinde, Allah'a ulaşmaya engel olacak hiçbir şey yoktur. Eğer günahların seninle Allah arasındaysa, onları affedecek, hatta omuzlarındaki melekler, ne yazdıklarını hatırlamayacaklardır. Eğer sen başkalarının hakkını yemişsen, onları razı edecektir. İşte Allah-u Zülcelal tevbeyi ve kendisine yalvarılmasını bu kadar sevmiştir.
Peygarnberler nasıl merhametli olup herkesin müslüman olmasını istiyorsalar, aynı şekilde, Evliyalar da bütün müslümanların günahlarının affolunmasını istiyor, bunun için Allah'a yalvarıyorlar. Fakat bizden de istek olması lazımdır. Allah-u Zülcelal bizim istekli olduğumuzu görmelidir.
:: DİNİ KONULAR :: İSLAMİ HAYAT
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz