ÖMER ZİYÂÜDDÎN-İ DAĞISTÂNÎ KS
1 sayfadaki 1 sayfası
ÖMER ZİYÂÜDDÎN-İ DAĞISTÂNÎ KS
ÖMER ZİYÂÜDDÎN-İ DAĞISTÂNÎ KS
Ömer Ziyâüddîn Efendi, Dağıstan'da Çerkay'a bağlı Miatlı Köyü'nda 1266 hicrî, 1849 milâdî senesinde doğmuştur. Babası, zamanın ulemâsından müderris Abdullah Efendi, Avar Türklerindendir. Ömer Ziyâüddîn Efendi, uzunca boylu, beyaz yüzlü, ak sakallı, vakur ve son derece cömert idiler. Arapça, Farsça ve Rusça'dan başka, Türk lehçeleri uzmanı idiler.
İlk tahsiline babasından ders görerek başlar. Gençlik yıllarına geldiğinde Ruslarla Şeyh Şamil arasında 1825'lerden beri devam eden mücadelelere iştirak eder. Şeyh Şamil'in oğlu Gazi Mehmed Paşa'nın maiyetinde Kafkas Cephesi'nde Ruslar'a karşı yıllarca at üstünde savaşır. O sıralar yirmi yaşlarındadır. Mücadele sona erince Dağıstan grubu Osmanlı Devleti'ne hicret eder. Böylece Ömer Ziyâüddîn Efendi de İstanbul'a yerleşir, burada Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî KS'ye intisab eder. Aynı yıl şeyhülislamlığa takdim ettiği "Tecvîd-i Umûmî" isimli eseriyle, taşra ruûsuna nail olur.
Ömer Ziyâüddîn Efendi'nin asıl adı Ömer'dir. Gümüşhânevî Hazretleri kendisini, "Sana Ziyâüddîn adını veriyorum, isminle muammer ol!" diyerek taltif etmiştir. Yine şeyhinin kendisine "Hâfız Ömer!" diye hitab etmesi üzerine, gece-gündüz demeden kendi kendine çalışarak altı ayda hıfzını tamamlamıştır. Kur'ân'ı hıfzettiği gibi, ikiyüzbin hadisi de râvî zinciriyle beraber ezberlemiştir. Daha çocukken, hadis hıfzının isbatı için kendini hâfızlar cemiyetine mümeyyiz seçtirmiştir.
Bunlara devam ederken bir ara, "Ben başka tarikata geçsem..." diye düşünür. Galata Mevlevîhânesi'ne gider. Ayinleri seyrederken bir ara kendinden geçer. Birisi cübbesinin ensesinden tutar, kubbeye doğru çıkartır, oradan aşağı bırakır. O arada Ömer Ziyâüddîn Efendi Allah diye haykırır. Ter içindedir. Tekkeye gelip şeyhinin elini öpmek ister, şeyhi Gümüşhânevî Hazretleri ise gülerek:
"--O kadar yüksekten düşersen tabi bağırırsın!" der.
Kendisini kaldıranın kim olduğunu anlayan Ömer Ziyâüddîn Efendi KS şeyhinin ellerine kapanmış, dört elle tekkeye sarılmıştır. Gerek çalışması, gerekse hafızasının kuvvetiyle kısa zamanda terakki ederek icâzet almıştır.
Tahsilini tamamlayıp icâzet aldıktan sonra Aralık 1878'de Edirne ikinci Ordu Alay Müftülüğü'ne tayin edilir. Eylül 1892 tarihine kadar ondört sene bu vazifeyi îfâ eder. Haziran 1893 - Mayıs 1901 seneleri arasında Malkara kadılığı vazifesinde bulunur. 1903'de Kudüs mevleviyetine, ertesi yıl Malkara kadılığına tayin olunur.
"Şeriatte, icrâ-ı adâlet eden kişi devletten para almaz." diyerek kadılık maaşını cebine koymadan talebelerine dağıtırlarmış. Ömer Ziyâeddin Efendi KS Malkara'da iken son eşi Hafize Hanım'la evlenmiş ve kendisinden sekiz çocuğu olmuştur. Soyu hayatta olan beş çocuğu ile devam etmektedir. İlk üç hanımından doğan çocukları yaşamamıştır.
Malkara'da bulunduğu süre içinde her sene hatimle teravih namazı kıldırmıştır. Altı saatte tam bir hatimle teravihi bitirirler ve eve geldiklerinde sahur olurmuş. Ömrünün son demlerinde bile Kur'ân-ı Kerîm'i baştan sona Fatiha gibi okuyabildikleri bildirilmektedir.
Malkara kadılığı vazifesinde iki yıl kaldıktan sonra, 1906 senesinde İstanbul'a yerleşir. 1908'de saltanat ve hilafeti savunan "Hadîs-i Erbaîn fî Hukûki's-Selâtîn" adlı eserini neşreder.
1909 senesinde 31 Mart Vak'asına karıştığı, İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti ve Derviş Vahdetî ile ilgisi olduğu iddiasıyla Dîvân-ı Harb-ı Örfî tarafından müebbet kalenbetliğe mahkum edilir. Cezası bir süre sonra sürgüne çevrilerek Medine'ye gönderilir ve orada yedi ay kalır.
Bu arada Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa rüyasında Peygamber SAS Efendimiz'i görür. Kendisine "Medîne-i Münevvere'de bulunan Hâfız Ömer'i himayene al, getir!" diye ismiyle belirterek söyler. Üç gece üstüste aynı rüyayı görür. Nihayet maiyetiyle yola çıkar. Medîne-i Münevvere'ye vasıl olur. Ömer Ziyâüddîn Efendi'yi yanına alır. Mısır'a gelirler. Abbas Hilmi Paşa kendisine "Peygamber'in emaneti" der, büyük hürmet gösterir.
Ömer Ziyâüddîn Efendi KS, böylece Müntezeh sarayına yerleşir. Abbas Hilmi Paşa'nın saray hocalığını ve imamlığını yapar. Burada yaklaşık on yıl kalırlar. Bu sırada Birinci Dünya Savaşı devam etmektedir. Bir ara Mısır'da İngilizler tarafından hapse atılır.
14 Nisan 1912'de çıkan umûmî af üzerine, şeyhülislamlığa müracaat ederek devrin şeyhülislamından vazife taleb etmiştir. Hilâfeti savunan kırk hadîs-i şerifin yer aldığı "Hadîs-i Erbaîn fî Hukûki's-Salâtîn" isimli eseri yüzünden bu isteği geri çevrilmiştir.
Uzun süren mücadeleleri sonunda nihayet hakkı teslim edilerek, önce 5 Ağustos 1919'da Dârü'l-Hilâfeti'l-Aliyye Medresesi hilâfiyat (tartışma ve münakaşa yoluyla, karşı fikri çürütme) sonra da yine aynı medresenin Hadis dersi müderrisliğine tayin edilmiştir. (27 Ekim 1920).
Ömer Ziyâüddîn Efendi Hazretleri, 1919 senesinde Gümüşhâneli Dergâhı şeyhlerinden İsmail Necati Efendi KS'nin vefatı üzerine Gümüşhânevî'nin üçüncü halifesi olarak postnişin olmuş, irşad görevini üstlenmiştir. Bu arada Râmûzül-Ehàdîs adlı hadis kitabını da okutmaya devam etmiştir.
Sultan Vahidüddin'in bizzat gelip yaptıkları şeyhülislamlık teklifini "işgal altında bulunan bir memlekette fetvâ makâmı işgal edilmezî diyerek kabul etmemişlerdir.
Şeyh Hazretleri, 30 Kasım 1920 senesinde 18 Rebiülevvel Perşembe günü yetmişüç yaşlarında iken Gümüşhâneli Dergâhı'nda vefat etmişlerdir. Kabirleri Süleymaniye Camii Hazîresi'ndedir.
Ömer Ziyâüddîn Efendi KS'nin Türkçe, Arapça ve Dağıstan dillerinde pek çok eseri bulunmaktadır.
Lezgi dili ile yazılmış (Çerkezce) Mevlîd-i Şerîf'i bin beyitliktir. Dağıstan yöresinde Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i gibi meşhur olmuştur. Şâirlik tarafı baskın olan Ömer Ziyâüddîn Efendi'nin Şeyh Şamil'in kabilesinin dili ile yazılmış Kısâs-ı Enbiya adlı manzum eseri, Dağıstın'da, Mevlid, Mi'rac ve Mu'cizat isimli eserleri de Edirne'de basılmıştır.
"Fetevâ-yı Ömeriyye bi-Tarikatil-Aliyye" adlı eseri Seha Neşriyat tarafından neşredilmiştir. Diğer eserleri şunlardır:
01. Sünen-i Akvâli'n-Nebeviyye mine'l-Ehâdîsi'l-Buhâriyye
02. Zübdetü'l-Buhârî
03. Es'ile ve Ecvibe fî İlmi'l-Hadîs
04. Et-Teshilatü'l-Atire fi'l-Kıraati'l-Aşere,
05. Metn-i Akâid Tercemesi
06. Adâbu'l-Kur'ân,
07. Mevhibe-i Bârî Terceme-i Buhârî,
08. Mu'cizât-ı Nebeviyye,
09. Zübdetü'l-Buhârî Tercemesi,
10. Zevâidü'z-Zebidî,
11. Mir'ât-ı Kanûn-i Esâsî.
Hadis, Siyer, Fıkıh, Tecvid ve Kıraat gibi ilimlerde eser vermiş, fıkhî ve tasavvufî eserleri ile tanınan Ömer Ziyâüddîn Dağıstani KS, son devrin ilim ile tarikatı, tasavvuf ile fıkhı bir arada yürüten muhaddis ve mutasavvıflarından, aynı zamanda hadis hâfızlarından biridir.
Şöhret ve nüfûzunun, geniş bölgelerde yayılmasından dolayı eserleri çeşitli yörelerde neşredilmiş, dağıtımı yapılmıştır. İstanbul, Dağıstan, Mısır, Trabzon ve Edirne'nin çeşitli matbaalarında basılıp dağıtılan eserleri, Mısır'dan Dağıstan'a, Edirne'den Trabzon'a kadar, geniş bir kesime feyz kaynağı olmuştur.
Prof. Dr. İrfan Gündüz ve Prof. Dr. Yakup Çiçek tarafında Türkçeye tercüme edilen Fetevâ-yı Ömeriyye adlı eserde Ömer Ziyâüddîn Dağıstanî Hazretleri tarikat, tarikat âdâbı ve tarikatta gelenek haline gelen bazı hususların dinde yeri olup olmadığı gibi bugün bile halen güncelliğini muhafaza eden meselelere açıklık getirmiştir. Bu tür sorular ve cevaben verilen fetvaların bazılarını sunuyoruz:
Soru: Tarikat nedir? Tarikat ile şeri'at arasında bir ayrılık var mıdır? Şeriatsız tarikat düşünülebilir mi?
Cevap: Ehl-i sünnet ve'l-cemaat akidesine göre, İslam Fıkhının dört asıl kaynağına --kitap, sünnet, icmâ-ı ümmet, kıyâs-ı fukaha-- sımsıkı sarıldıktan, farz, vacip ve sünnetleri eksiksiz îfâ ve icrâdan sonra, kötü ahlâk ve alışkanlıklardan kaçınıp, güzel ahlaklarla donanmaya, zikrullah, fikrullah, nafile ibadet ve tâ'at ile meşgul olmaktan ibaret olan tarikat ile, tarikatın aslı durumunda bulunan şerî'at arasında bir ayrılık ve aykırılık yoktur. Şeri'atsız tarikat küfrün ve inkarın ta kendisidir.
Soru: Nakşıbendiyye Tarîkatı'nda "Râbıta-i Şerîfe" adıyla meşhur olan uygulamaya, tarikattan nasibi olmayan, mutaassıb bazı âlimlerin, fıkıhda bilgisiz olan bazı taklidçi ilim adamlarının karşı çıkmalarının sebebi nedir?
Cevap: Râbıta, Allah'a O'nun yüce Rasûlüne ve Cenâb-ı Hakk'ın velî kullarına duyulan bir sevgiden ibarettir. Râbıta ile sevgi arasındaki alaka "zikr-i lazım ile irâde-i melzumî (birinin bulunması halinde diğerinin de zarurî olarak bulunması) kabilindendir. Nasıl sevgi; sevgilinin hayalini, güzelliğini, şahsını, sıfatlarını, hal ve hareketlerini, yüz hatlarını düşünerek kalbi sevgiliye bağlamaktan ibaret ise râbıta da öyledir. O da: Sevginin fazlalığından kaynaklanan kalbî bir alakadan ibarettir. Bu, şahsına, hal ve durumuna göre her mü'minin kalbinde az veya çok bulunur. Zira, her mü'minin kalbinde az ya da çok Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Dört büyük halifesine yönelik bir sevgi ve bir alâka vardır.
Râbıta, lügatta, artırmak, kuvvetlendirmek, güçlendirmek ve bağlamak ma'nalarına gelir...
Kendisini sevdiğine, şeyhine, Hz. Peygamber'e veya Cenâb-ı Hakk'a gerçek ma'nada bağlayan, onlarla kalbî ve ma'nevî bir irtibat kuran salikin, rabıtası gerçekleştiği zaman, râbıta edenle edilen arasında bir sevgi ve dostluk meydana gelir. Onu düşünmek müride zevk vermeğe başlar. Böyle bir sâlikin, irtibat te'min ettiklerinden yardım dilemesi, onların tavır ve davranışlarından kendi problemlerine çareler bulması, feyz ve bereket dolu hayatlarından istifade ve istifâza etmesi mümkündür. Cenâb-ı Hakk'a vuslat konusunda, onlardan şefaat, himmet ve yardım dileyerek, delalet temenni eder. Onların gıyabında da sanki onların huzurundaymış gibi edebli ve terbiyeli hareket etmeye bakarak feyz kazanmağa calışır Böylelikle ma'siyet ve kötülüklerden uzaklaşmaya gayret eder. Bize göre gerçek râbıta budur.
Allah'ı, Rasûlünü ve Allah'ın velî kullarını seven mü'minlerin --kadın olsun erkek olsun-- kalblerinden onlara yönelik bir sevgi râbıtası vardır. Muhabbet, sevgi ve kâbiliyetlerine göre böyle bir alâkanın bulunması tabii ve zarûrîdir. Hz. Peygamber'in ve ashabının hayatında bunu görmek mümkündür. Her bir mü'minin kendi kalbiyle, Hz. Peygamber'in kalbi arasında telgraf hattı gibi uzun, nûrânî bir hattın varlığını düşünmesi ve bu hat vasıtasıyla, her an ve her durumda O'ndan feyz almaya çalışması gerekir.
Namazlarda farz olan tahiyyata oturulduğunda, Hz. Peygamber'in şahsını tahayyül etmek de bir nevi böyle bir râbıtadır. Nitekim İmam Gazzâlî İhyâu Ulûmi'd-Dîn'inde bu konuya işaret ederek şöyle demektedir: "Tahıyyât'ta kalbine Hz. Peygamber'i ve onun mübarek şahsını getir, sonra, (Esselâmü aleyke eyyühen-nebiyyü ve rahmetullàhi ve berekâtühû) de. Bu düşüncenin doğru olması için, selâmının sanki Hz. Peygamber'e ulaştığını ve onun da selâmına: (Ve aleykümüs-selâm, ve rahmetullahi ve berekâtühû) diyerek karşılık verdiğini tahayyül et!"
Sevgi ve muhabbetten kaynaklanan kalbî râbıta, sahabe, tâbiîn ve tebe-i tabiîn Hazretleri'nde zorlanmaksızın kendiliğinden meydana geliyor, ayrıca onlara uyarıcı bir ikazda bulunulmuyordu. Araya uzun zamanın girmesi, kalblerin lekelenmesi ve sevginin azalması sebebiyle Meşâyih, râbıta konusunda müridlerini ikaz etme, nasıl yapılacağını açıklama mecburiyeti duydular.
Halifeler, mürşidler sâliklerine kalblerini toparlama, lüzumsuz meşgalelerden sıyırarak ma'nevî değerlerle meşgul olmalarını sağlamak, mürşidleriyle istifâde ve istifâzayı te'min için aralarındaki dostluğu geliştirmek maksadıyla râbıta konusunda çalışmalarını istediler. Sevginin sürekliğini ifade eden bu alâkaya da râbıta adını verdiler. Çünkü aşk ve muhabbet sevenin kalbini sevgiliye bağlar. Böylece ikisinin arasında rûhânî bir irtibat meydana gelir.
Soru: Bî'at etmek ve söz vermek erkekler için olduğu gibi kadınlar için de meşru ve sünnet midir?
Cevap: Meşru ve oldukça da iyi karşılanan bir durumdur. Zira kadınlar, ilâhî emir ve yasaklar karşısında mükellefiyet bakımından erkeklerle aynı durumdadır. Mekke-i Mükerreme'nin fethi günü:
"Ey Peygamber! İnanmış kadınlar sana gelip Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık etmemeleri, zina yapmamaları, çocuklarını öldürmemeleri, elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri (başkasının doğurduğu veya başka erkekten gayr-ı meşru kazandığı bir çocuğu kocalarına aitmiş gibi göstermemeleri), iyi bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda sana bî'at ederlerse, onların bî'atlarını al ve onlar için Allah'dan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan ve pek esirgeyendir." ma'nasına gelen âyet-i celile nâzil olmuştur. (El-Mümtahıne: 2)
İctimâî hayatın idâmesi bakımından birbirlerinin tamamlayıcısı olan kadınlarla erkekler, Allah'ın erkeklere has kıldığı ictimâî ve idarî mevkiler, cihad, miras ve benzeri hususlar dışında şer'î emir ve yasaklar karşısında müşterek bulunmaktadır.
İlâhî emirlere sımsıkı sarılan ve yasaklarından şiddetle sakınan kimsenin erkek olsun kadın olsun cennet ehlinden olacağı Cenâb-ı Hakk'ın va'd-i ilâhîsi olduğu gibi, bunlara karşı gelip mükellefiyetlerden yüz çeviren kimsenin de erkek olsun, kadın olsun cehenneme gireceği aynı şekilde ilâhî bir tehdiddir.
Ömer Ziyâüddîn Efendi, Dağıstan'da Çerkay'a bağlı Miatlı Köyü'nda 1266 hicrî, 1849 milâdî senesinde doğmuştur. Babası, zamanın ulemâsından müderris Abdullah Efendi, Avar Türklerindendir. Ömer Ziyâüddîn Efendi, uzunca boylu, beyaz yüzlü, ak sakallı, vakur ve son derece cömert idiler. Arapça, Farsça ve Rusça'dan başka, Türk lehçeleri uzmanı idiler.
İlk tahsiline babasından ders görerek başlar. Gençlik yıllarına geldiğinde Ruslarla Şeyh Şamil arasında 1825'lerden beri devam eden mücadelelere iştirak eder. Şeyh Şamil'in oğlu Gazi Mehmed Paşa'nın maiyetinde Kafkas Cephesi'nde Ruslar'a karşı yıllarca at üstünde savaşır. O sıralar yirmi yaşlarındadır. Mücadele sona erince Dağıstan grubu Osmanlı Devleti'ne hicret eder. Böylece Ömer Ziyâüddîn Efendi de İstanbul'a yerleşir, burada Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî KS'ye intisab eder. Aynı yıl şeyhülislamlığa takdim ettiği "Tecvîd-i Umûmî" isimli eseriyle, taşra ruûsuna nail olur.
Ömer Ziyâüddîn Efendi'nin asıl adı Ömer'dir. Gümüşhânevî Hazretleri kendisini, "Sana Ziyâüddîn adını veriyorum, isminle muammer ol!" diyerek taltif etmiştir. Yine şeyhinin kendisine "Hâfız Ömer!" diye hitab etmesi üzerine, gece-gündüz demeden kendi kendine çalışarak altı ayda hıfzını tamamlamıştır. Kur'ân'ı hıfzettiği gibi, ikiyüzbin hadisi de râvî zinciriyle beraber ezberlemiştir. Daha çocukken, hadis hıfzının isbatı için kendini hâfızlar cemiyetine mümeyyiz seçtirmiştir.
Bunlara devam ederken bir ara, "Ben başka tarikata geçsem..." diye düşünür. Galata Mevlevîhânesi'ne gider. Ayinleri seyrederken bir ara kendinden geçer. Birisi cübbesinin ensesinden tutar, kubbeye doğru çıkartır, oradan aşağı bırakır. O arada Ömer Ziyâüddîn Efendi Allah diye haykırır. Ter içindedir. Tekkeye gelip şeyhinin elini öpmek ister, şeyhi Gümüşhânevî Hazretleri ise gülerek:
"--O kadar yüksekten düşersen tabi bağırırsın!" der.
Kendisini kaldıranın kim olduğunu anlayan Ömer Ziyâüddîn Efendi KS şeyhinin ellerine kapanmış, dört elle tekkeye sarılmıştır. Gerek çalışması, gerekse hafızasının kuvvetiyle kısa zamanda terakki ederek icâzet almıştır.
Tahsilini tamamlayıp icâzet aldıktan sonra Aralık 1878'de Edirne ikinci Ordu Alay Müftülüğü'ne tayin edilir. Eylül 1892 tarihine kadar ondört sene bu vazifeyi îfâ eder. Haziran 1893 - Mayıs 1901 seneleri arasında Malkara kadılığı vazifesinde bulunur. 1903'de Kudüs mevleviyetine, ertesi yıl Malkara kadılığına tayin olunur.
"Şeriatte, icrâ-ı adâlet eden kişi devletten para almaz." diyerek kadılık maaşını cebine koymadan talebelerine dağıtırlarmış. Ömer Ziyâeddin Efendi KS Malkara'da iken son eşi Hafize Hanım'la evlenmiş ve kendisinden sekiz çocuğu olmuştur. Soyu hayatta olan beş çocuğu ile devam etmektedir. İlk üç hanımından doğan çocukları yaşamamıştır.
Malkara'da bulunduğu süre içinde her sene hatimle teravih namazı kıldırmıştır. Altı saatte tam bir hatimle teravihi bitirirler ve eve geldiklerinde sahur olurmuş. Ömrünün son demlerinde bile Kur'ân-ı Kerîm'i baştan sona Fatiha gibi okuyabildikleri bildirilmektedir.
Malkara kadılığı vazifesinde iki yıl kaldıktan sonra, 1906 senesinde İstanbul'a yerleşir. 1908'de saltanat ve hilafeti savunan "Hadîs-i Erbaîn fî Hukûki's-Selâtîn" adlı eserini neşreder.
1909 senesinde 31 Mart Vak'asına karıştığı, İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti ve Derviş Vahdetî ile ilgisi olduğu iddiasıyla Dîvân-ı Harb-ı Örfî tarafından müebbet kalenbetliğe mahkum edilir. Cezası bir süre sonra sürgüne çevrilerek Medine'ye gönderilir ve orada yedi ay kalır.
Bu arada Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa rüyasında Peygamber SAS Efendimiz'i görür. Kendisine "Medîne-i Münevvere'de bulunan Hâfız Ömer'i himayene al, getir!" diye ismiyle belirterek söyler. Üç gece üstüste aynı rüyayı görür. Nihayet maiyetiyle yola çıkar. Medîne-i Münevvere'ye vasıl olur. Ömer Ziyâüddîn Efendi'yi yanına alır. Mısır'a gelirler. Abbas Hilmi Paşa kendisine "Peygamber'in emaneti" der, büyük hürmet gösterir.
Ömer Ziyâüddîn Efendi KS, böylece Müntezeh sarayına yerleşir. Abbas Hilmi Paşa'nın saray hocalığını ve imamlığını yapar. Burada yaklaşık on yıl kalırlar. Bu sırada Birinci Dünya Savaşı devam etmektedir. Bir ara Mısır'da İngilizler tarafından hapse atılır.
14 Nisan 1912'de çıkan umûmî af üzerine, şeyhülislamlığa müracaat ederek devrin şeyhülislamından vazife taleb etmiştir. Hilâfeti savunan kırk hadîs-i şerifin yer aldığı "Hadîs-i Erbaîn fî Hukûki's-Salâtîn" isimli eseri yüzünden bu isteği geri çevrilmiştir.
Uzun süren mücadeleleri sonunda nihayet hakkı teslim edilerek, önce 5 Ağustos 1919'da Dârü'l-Hilâfeti'l-Aliyye Medresesi hilâfiyat (tartışma ve münakaşa yoluyla, karşı fikri çürütme) sonra da yine aynı medresenin Hadis dersi müderrisliğine tayin edilmiştir. (27 Ekim 1920).
Ömer Ziyâüddîn Efendi Hazretleri, 1919 senesinde Gümüşhâneli Dergâhı şeyhlerinden İsmail Necati Efendi KS'nin vefatı üzerine Gümüşhânevî'nin üçüncü halifesi olarak postnişin olmuş, irşad görevini üstlenmiştir. Bu arada Râmûzül-Ehàdîs adlı hadis kitabını da okutmaya devam etmiştir.
Sultan Vahidüddin'in bizzat gelip yaptıkları şeyhülislamlık teklifini "işgal altında bulunan bir memlekette fetvâ makâmı işgal edilmezî diyerek kabul etmemişlerdir.
Şeyh Hazretleri, 30 Kasım 1920 senesinde 18 Rebiülevvel Perşembe günü yetmişüç yaşlarında iken Gümüşhâneli Dergâhı'nda vefat etmişlerdir. Kabirleri Süleymaniye Camii Hazîresi'ndedir.
Ömer Ziyâüddîn Efendi KS'nin Türkçe, Arapça ve Dağıstan dillerinde pek çok eseri bulunmaktadır.
Lezgi dili ile yazılmış (Çerkezce) Mevlîd-i Şerîf'i bin beyitliktir. Dağıstan yöresinde Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i gibi meşhur olmuştur. Şâirlik tarafı baskın olan Ömer Ziyâüddîn Efendi'nin Şeyh Şamil'in kabilesinin dili ile yazılmış Kısâs-ı Enbiya adlı manzum eseri, Dağıstın'da, Mevlid, Mi'rac ve Mu'cizat isimli eserleri de Edirne'de basılmıştır.
"Fetevâ-yı Ömeriyye bi-Tarikatil-Aliyye" adlı eseri Seha Neşriyat tarafından neşredilmiştir. Diğer eserleri şunlardır:
01. Sünen-i Akvâli'n-Nebeviyye mine'l-Ehâdîsi'l-Buhâriyye
02. Zübdetü'l-Buhârî
03. Es'ile ve Ecvibe fî İlmi'l-Hadîs
04. Et-Teshilatü'l-Atire fi'l-Kıraati'l-Aşere,
05. Metn-i Akâid Tercemesi
06. Adâbu'l-Kur'ân,
07. Mevhibe-i Bârî Terceme-i Buhârî,
08. Mu'cizât-ı Nebeviyye,
09. Zübdetü'l-Buhârî Tercemesi,
10. Zevâidü'z-Zebidî,
11. Mir'ât-ı Kanûn-i Esâsî.
Hadis, Siyer, Fıkıh, Tecvid ve Kıraat gibi ilimlerde eser vermiş, fıkhî ve tasavvufî eserleri ile tanınan Ömer Ziyâüddîn Dağıstani KS, son devrin ilim ile tarikatı, tasavvuf ile fıkhı bir arada yürüten muhaddis ve mutasavvıflarından, aynı zamanda hadis hâfızlarından biridir.
Şöhret ve nüfûzunun, geniş bölgelerde yayılmasından dolayı eserleri çeşitli yörelerde neşredilmiş, dağıtımı yapılmıştır. İstanbul, Dağıstan, Mısır, Trabzon ve Edirne'nin çeşitli matbaalarında basılıp dağıtılan eserleri, Mısır'dan Dağıstan'a, Edirne'den Trabzon'a kadar, geniş bir kesime feyz kaynağı olmuştur.
Prof. Dr. İrfan Gündüz ve Prof. Dr. Yakup Çiçek tarafında Türkçeye tercüme edilen Fetevâ-yı Ömeriyye adlı eserde Ömer Ziyâüddîn Dağıstanî Hazretleri tarikat, tarikat âdâbı ve tarikatta gelenek haline gelen bazı hususların dinde yeri olup olmadığı gibi bugün bile halen güncelliğini muhafaza eden meselelere açıklık getirmiştir. Bu tür sorular ve cevaben verilen fetvaların bazılarını sunuyoruz:
Soru: Tarikat nedir? Tarikat ile şeri'at arasında bir ayrılık var mıdır? Şeriatsız tarikat düşünülebilir mi?
Cevap: Ehl-i sünnet ve'l-cemaat akidesine göre, İslam Fıkhının dört asıl kaynağına --kitap, sünnet, icmâ-ı ümmet, kıyâs-ı fukaha-- sımsıkı sarıldıktan, farz, vacip ve sünnetleri eksiksiz îfâ ve icrâdan sonra, kötü ahlâk ve alışkanlıklardan kaçınıp, güzel ahlaklarla donanmaya, zikrullah, fikrullah, nafile ibadet ve tâ'at ile meşgul olmaktan ibaret olan tarikat ile, tarikatın aslı durumunda bulunan şerî'at arasında bir ayrılık ve aykırılık yoktur. Şeri'atsız tarikat küfrün ve inkarın ta kendisidir.
Soru: Nakşıbendiyye Tarîkatı'nda "Râbıta-i Şerîfe" adıyla meşhur olan uygulamaya, tarikattan nasibi olmayan, mutaassıb bazı âlimlerin, fıkıhda bilgisiz olan bazı taklidçi ilim adamlarının karşı çıkmalarının sebebi nedir?
Cevap: Râbıta, Allah'a O'nun yüce Rasûlüne ve Cenâb-ı Hakk'ın velî kullarına duyulan bir sevgiden ibarettir. Râbıta ile sevgi arasındaki alaka "zikr-i lazım ile irâde-i melzumî (birinin bulunması halinde diğerinin de zarurî olarak bulunması) kabilindendir. Nasıl sevgi; sevgilinin hayalini, güzelliğini, şahsını, sıfatlarını, hal ve hareketlerini, yüz hatlarını düşünerek kalbi sevgiliye bağlamaktan ibaret ise râbıta da öyledir. O da: Sevginin fazlalığından kaynaklanan kalbî bir alakadan ibarettir. Bu, şahsına, hal ve durumuna göre her mü'minin kalbinde az veya çok bulunur. Zira, her mü'minin kalbinde az ya da çok Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Dört büyük halifesine yönelik bir sevgi ve bir alâka vardır.
Râbıta, lügatta, artırmak, kuvvetlendirmek, güçlendirmek ve bağlamak ma'nalarına gelir...
Kendisini sevdiğine, şeyhine, Hz. Peygamber'e veya Cenâb-ı Hakk'a gerçek ma'nada bağlayan, onlarla kalbî ve ma'nevî bir irtibat kuran salikin, rabıtası gerçekleştiği zaman, râbıta edenle edilen arasında bir sevgi ve dostluk meydana gelir. Onu düşünmek müride zevk vermeğe başlar. Böyle bir sâlikin, irtibat te'min ettiklerinden yardım dilemesi, onların tavır ve davranışlarından kendi problemlerine çareler bulması, feyz ve bereket dolu hayatlarından istifade ve istifâza etmesi mümkündür. Cenâb-ı Hakk'a vuslat konusunda, onlardan şefaat, himmet ve yardım dileyerek, delalet temenni eder. Onların gıyabında da sanki onların huzurundaymış gibi edebli ve terbiyeli hareket etmeye bakarak feyz kazanmağa calışır Böylelikle ma'siyet ve kötülüklerden uzaklaşmaya gayret eder. Bize göre gerçek râbıta budur.
Allah'ı, Rasûlünü ve Allah'ın velî kullarını seven mü'minlerin --kadın olsun erkek olsun-- kalblerinden onlara yönelik bir sevgi râbıtası vardır. Muhabbet, sevgi ve kâbiliyetlerine göre böyle bir alâkanın bulunması tabii ve zarûrîdir. Hz. Peygamber'in ve ashabının hayatında bunu görmek mümkündür. Her bir mü'minin kendi kalbiyle, Hz. Peygamber'in kalbi arasında telgraf hattı gibi uzun, nûrânî bir hattın varlığını düşünmesi ve bu hat vasıtasıyla, her an ve her durumda O'ndan feyz almaya çalışması gerekir.
Namazlarda farz olan tahiyyata oturulduğunda, Hz. Peygamber'in şahsını tahayyül etmek de bir nevi böyle bir râbıtadır. Nitekim İmam Gazzâlî İhyâu Ulûmi'd-Dîn'inde bu konuya işaret ederek şöyle demektedir: "Tahıyyât'ta kalbine Hz. Peygamber'i ve onun mübarek şahsını getir, sonra, (Esselâmü aleyke eyyühen-nebiyyü ve rahmetullàhi ve berekâtühû) de. Bu düşüncenin doğru olması için, selâmının sanki Hz. Peygamber'e ulaştığını ve onun da selâmına: (Ve aleykümüs-selâm, ve rahmetullahi ve berekâtühû) diyerek karşılık verdiğini tahayyül et!"
Sevgi ve muhabbetten kaynaklanan kalbî râbıta, sahabe, tâbiîn ve tebe-i tabiîn Hazretleri'nde zorlanmaksızın kendiliğinden meydana geliyor, ayrıca onlara uyarıcı bir ikazda bulunulmuyordu. Araya uzun zamanın girmesi, kalblerin lekelenmesi ve sevginin azalması sebebiyle Meşâyih, râbıta konusunda müridlerini ikaz etme, nasıl yapılacağını açıklama mecburiyeti duydular.
Halifeler, mürşidler sâliklerine kalblerini toparlama, lüzumsuz meşgalelerden sıyırarak ma'nevî değerlerle meşgul olmalarını sağlamak, mürşidleriyle istifâde ve istifâzayı te'min için aralarındaki dostluğu geliştirmek maksadıyla râbıta konusunda çalışmalarını istediler. Sevginin sürekliğini ifade eden bu alâkaya da râbıta adını verdiler. Çünkü aşk ve muhabbet sevenin kalbini sevgiliye bağlar. Böylece ikisinin arasında rûhânî bir irtibat meydana gelir.
Soru: Bî'at etmek ve söz vermek erkekler için olduğu gibi kadınlar için de meşru ve sünnet midir?
Cevap: Meşru ve oldukça da iyi karşılanan bir durumdur. Zira kadınlar, ilâhî emir ve yasaklar karşısında mükellefiyet bakımından erkeklerle aynı durumdadır. Mekke-i Mükerreme'nin fethi günü:
"Ey Peygamber! İnanmış kadınlar sana gelip Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık etmemeleri, zina yapmamaları, çocuklarını öldürmemeleri, elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri (başkasının doğurduğu veya başka erkekten gayr-ı meşru kazandığı bir çocuğu kocalarına aitmiş gibi göstermemeleri), iyi bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda sana bî'at ederlerse, onların bî'atlarını al ve onlar için Allah'dan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan ve pek esirgeyendir." ma'nasına gelen âyet-i celile nâzil olmuştur. (El-Mümtahıne: 2)
İctimâî hayatın idâmesi bakımından birbirlerinin tamamlayıcısı olan kadınlarla erkekler, Allah'ın erkeklere has kıldığı ictimâî ve idarî mevkiler, cihad, miras ve benzeri hususlar dışında şer'î emir ve yasaklar karşısında müşterek bulunmaktadır.
İlâhî emirlere sımsıkı sarılan ve yasaklarından şiddetle sakınan kimsenin erkek olsun kadın olsun cennet ehlinden olacağı Cenâb-ı Hakk'ın va'd-i ilâhîsi olduğu gibi, bunlara karşı gelip mükellefiyetlerden yüz çeviren kimsenin de erkek olsun, kadın olsun cehenneme gireceği aynı şekilde ilâhî bir tehdiddir.
YesilSancak!- Mesaj Sayısı : 278
Rep :
Points : -4
Kayıt tarihi : 05/09/08
Geri: ÖMER ZİYÂÜDDÎN-İ DAĞISTÂNÎ KS
Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN Rh.A Anlatıyor
Bizim Şeyhimizin daha önceki hocası Ömer Ziyâüddin Efendimiz, hafız. Altıbuçuk saatte Kur'an-ı Kerim'i okurmuş, hatmedermiş. O kadar hızlı okuyor. Altıbuçuk saatte, (Elhamdü lillâhi rabbil-âlemin)'den, (Kul eùzü birabbin-nâs)'e kadar okuyor. Hem de Buhârî-yi Şerif'i, yâni Sahîh-i Buhârî'yi ezbere biliyor. Hem de ihlâslı, takvâ ehli bir insan...
Bu zât, Osmanlı zamanında Türkiye'de hakkı söylediği için; "Yapmayın, etmeyin, bunlar yanlış! Bu tefrika doğru değil, itaat edin, aykırılık çıkartmayın, saltanat aleyhine çalışmayın; yabancıların oyununa geliyorsunuz!" filân deyince, ondan sonra da iktidarı İttihad ve Terakkî alınca; yâni padişahı devirdiler, masonlar idareyi ele aldılar. Sultan II. Abdülhamid'i devirdiler, İttihad ve Terakki başa geçti. Bu da sağlam bir hocaefendi, dindar adam. Bunu da sürmüşler. Nereye?.. Yallah, Medine-i Münevvere'ye... Yâni uzaklaştırıyorlar merkezden...
O zaman, Medine-i Münevvere de Osmanlı'ya bağlı ya. Oraya sürmüşler ama, parası yok, pulu yok, hiç bir şeyi yok... Ama adam ricâlullah, Allah'ın sevgili kulu.
(Minel-mü'minîne ricâlün sadakù mâ àhedullàhe aleyh) [Mü'minlerden Allah'a verdiği ahdi yerine getiren adamlar vardır.] (Ahzab: 23) Sıdk u sadakat sahibi insan. Hafız ama, ha'sı gitmiş, vız'ı kalmış değil. Hafız, sağlam insan...
Sıkıntı çekmiş Medine-i Münevvere'de. Dilenmek yok, istemek yok. Çünkü Allah var, Allah görüyor. İbrahim AS nasıl tevekkül etmiş Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne... Mübarek insanlar nasıl tevekkül etmişler, (Hasbunallàh) "Allah bize yeter." demişler, (Hasbunallàhu ve ni'mel-vekîl) "O ne iyi vekildir." demişler.
Medine-i Münevvere'de aç kalmış, parası yok... Şimdi bu adamın hali ne olur? Bu Hafız Ömer'in hali ne olacak? Sürüldü; İstanbul'dan, evinden, barkından sürgün edildi, Medine-i Münevvere'ye gitti. Medine-i Münevvere o zaman küçük, şimdiki gibi değil. Para pul yok. Yoksul bir yer, mahrumiyet yeri yâni. Oraya gitmiş.
Orada yalnız Peygamber Efendimiz SAS'in mübarek mescidi var, Türbe-i Saadeti var. Medinetür-Rasûl SAS...
Ne olmuş biliyor musunuz?.. Oğlu anlatıyor. Oğlu da profesör oldu, kuvvetli hâfız. O kadar kuvvetli hafız ki, "Gözümü kapattım mı, sayfa gözümün önüne geliyor." diyor. O kadar kuvvetli hafız. Allah mekânlarını cennet eylesin, makamlarını yüksek eylesin, derecelerini arttırsın... İkisi de tabii vefat etti. Oğlu da vefat etti. Ben oğluyla tanıştım.
Şimdi Mısır Hakimî [Hidiv Abbas Hilmi Paşa]'nın rüyasına Peygamber SAS Efendimiz giriyor. Rüyada Peygamber Efendimiz'i görüyor. Peygamber Efendimiz Mısır'ın hakimi olan bu paşaya diyor ki:
"--Hafız Ömer'i himayene al!" diyor.
"--Hafız Ömer kim yâ Rasûlallah?.."
"--Bu zât!" diyor. "Şu hafız Ömer'i himayene al." diyor.
Uyanıyor sevincinden, Peygamber Efendimiz'i gördüm diye seviniyor, "Allah Allah, hayırdır inşallah, çok güzel..." diyor, mutlu oluyor. Etrafındakilere anlatıyor, "Bu ne demek yâ?" diyor; anlayamıyorlar.
Bir daha görünüyor Peygamber Efendimiz, biraz da azarlıyor:
"--Hafız Ömer'i himayene al!" diyor.
İkinci defa rüyada görünce, bu sefer korkuyor. Hafız Ömer'i mescidinde gösteriyor Peygamber Efendimiz, "Şu Hafız Ömer'i himayene al!" diyor.
Arkadaşlarına diyor ki:
"--Hazret-i Peygamber beni azarlamaya başladı. Hafız Ömer işi önemli. Ne yapalım?.."
"--Efendim, bir Medine'ye gidelim bakalım!" diyorlar.
Kahire'den, İskenderiye'den atlıyorlar Medine-i Münevvere'ye adamlarıyla beraber geliyor. Rüyada gösterilen şahıs için geliyor. Medine-i Münevvere'ye geliyor, Bâbus-Selâm'a yaklaştıkları sırada önde askerler, arkada askerler; böyle bir ihtişamla, saltanatla, tantanayla geliyor Türbe-i Saadet'e doğru.
Ak sakallı, sarıklı, bastonlu bir kimse:
"--Hey, ne oluyorsunuz, durun! Nereye geliyorsunuz siz? Böyle saltanatla tangur tungur, paldır küldür Rasûlullâh'ın huzuruna ziyarete gelinir mi? Edebinizi takınsanıza!.." diyor.
Gelen askerlerle, maiyetiyle Mısır hâkimi... Bunların karşısına çıkıyor, bastonuyla, "Böyle gelinmez, edebinizi takının!" diye bağrıyor. Tabii herkes de şaşırıyor. Neyin nesi filan diye. Ne düşündüler kim bilir. Ama Mısır'ın hakimi olan olan paşa bir bakıyor ki bağıran şahsa, rüyada gördüğü şahıs:
"--Aa... Hafız Ömer." diyor.
Daha önce hiç görmüş değil. Hafız Ömer, paşayı görmüş değil, paşa Hafız Ömer'i görmüş değil. "Hafız Ömerciğim..." diyor, sarılıyor. Sonra alıyor, Mısır'a götürüyor, konak tahsis ediyor.
İsterse tahsis etmesin... Erkekse tahsis etmesin de göreyim!.. Rasûlullah'ın tavsiye ettiği insana, kendi sokakta yatar, konağını verir. Konak tahsis ediyor Ömer Ziyâüddin Efendi Hazretleri'ne...
* * *
Sonra o yine Mısır'da, "Devletimizi yıkmak istiyorlar. Dış oyunlara gelmeyin, İngiliz oyunlarına gelmeyin!" diye nasihat ettikçe, bu sefer orda da şikâyet oluyor. İngilizler bunu yakalıyorlar, muhakeme ediyorlar; herhalde sakınmadı, dobra dobra sakınmadan konuştu, idama mahkûm ediyorlar.
O sıralarda İngilizler Mısır'a el koymuşlar. Eski valiyi de İsviçre'ye sürgüne göndermişler. İsviçre'de valinin kulağına gidiyor bu olay... İngiltere kraliçesine mektup yazıyor, diyor ki:
"--Bu zatı asamazsınız! Bu mübarek bir zâttır, Rasûlüllah bunu bana havale etti rüyamda... Hakkında böyle idam fermanı filân olmuş; onu asmayın!" diyor.
Kraliçenin emriyle asamıyorlar.
Demek ki, Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh... Misâl tamam mı?.. Bak bütün mantığımızla, kendi düşüncemize göre kurtuluş olmayan hallerde, hep Cenâb-ı Hakk'ın istediği nasıl oluyor!..
Adamlar öldürmeğe karar veriyorlar, öldüremiyorlar. Hükümet sürgüne gönderiyor, Allah konağa getirtiyor, izzet itibar yaptırtıyor. Yâni, Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh... Anladınız mı?..
* * *
Bir yola girmişiz, tarîkat demişiz. Birbirimizle dost olmuşuz, ihvân demişiz. Bunu samîmî yapmak lâzım!.. Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin zikrini vazife olarak üstümüze almışız. Aldığımız hazinenin kıymetini bilelim!.. Bir kalbden Allah demek dört milyon dokuzyüzbin derece sevap kazandırırsa insana, kalbi zikrullahla zikr-i müdâm halindeki meşgùliyete erişmiş bir insanın derecesini nasıl ölçececeğiz?.. Onlar dünyanın direkleridir. Dünya onların yüzü suyu hürmetine ayakta durur.
Onun için, büyüklerle inatlaşmayı, söz dinlememeyi bir tarafa bırakmak lâzım! Alimlere teslim olmak lâzım!.. Büyük evliyâullaha, büyük mürşidlere, büyük müctehidlere, fâzıllara, kâmillere teslim olmak lâzım!.. Eğer sen Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin sevgili kulu olamazsan, işaretlerinden bu belli değilse, gayri şeylerin hepsi boştur. Hepsi mâsivâdır, gayrullahtır, kıymeti yoktur.
Dün akşam videodan gördük ki, oğlu anlatıyor; "Mısır'daydık, İskenderiye'deydik..." diyor. Ömer Ziyâüddin Efendi Hocamız'ın oğlu Yusuf Ziya Binatlı... Profesör, hafız, derviş... "Babamla İskenderiye'de bulunuyorduk. Biz ayrı odada yatıyorduk, babamlar yandaki odada yatıyorlardı. Bir hıçkırık, bir ağlama, bsir ağlama... Babamların odasından... 'İçeride herhalde validemiz vefat etti de, babam onun için ağlıyor.' dedik. Odamızdan dışarıya çıktık. Öbür tarafa kapıyı vurduk, girdik. Baktık ki babam ağlıyor, annem de onu teselli etmeye çalışıyor. Nedir filân diye, biz de sorduk." diyor.
Ömer Ziyâüddin Efendi rüya görmüş. Rüyasında İsmâil Necâti Safranbolî Hazretleri kendisine demiş ki:
"--Ömer Ziyâüddin, kalk, gel!.. Posta otur, makama geç!"
Diyor ki:
"--Bu şeyhimin vefat etmek üzere olduğuna işarettir, ona ağlıyorum."
Hanımı da teselli etmeye çalışıyormuş, diyormuş ki:
"--Rüyadır, neye yorulacağı bilinmez."
"--Bu rüya başka rüya, toplayın evi!.." demiş.
Akşama kadar evi derlemişler, toplamışlar. Akşam hareket eden vapura İskenderiye'den binmişler. İzmir üzerinden İstanbul'a gelirken İzmir'den telgraf çekmişler. "Çanakkale'de bizi vapurda karşıladılar ve şeyhimizin vefatını haber verdiler." diyor.
Rüyası böyle olmayan, haberleşmesi böyle olmayan, hali böyle olmayan bir insan olduktan sonra ne kıymeti var?.. İstediğin kadar mevki sahibi ol, makam sahibi ol, para sahibi ol... Allah'ın böyle lütfuna ermedikten sonra ne kıymeti var?..
Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi sâlihînden eylesin... Zümre-i sâlihîn ile haşreylesin... Evliyâullah'ın yolundan ayırmasın... Onların zümresiyle beraber haşreylesin... Cennetiyle, cemâliyle cümlemizi müşerref eylesin... (
Bizim Şeyhimizin daha önceki hocası Ömer Ziyâüddin Efendimiz, hafız. Altıbuçuk saatte Kur'an-ı Kerim'i okurmuş, hatmedermiş. O kadar hızlı okuyor. Altıbuçuk saatte, (Elhamdü lillâhi rabbil-âlemin)'den, (Kul eùzü birabbin-nâs)'e kadar okuyor. Hem de Buhârî-yi Şerif'i, yâni Sahîh-i Buhârî'yi ezbere biliyor. Hem de ihlâslı, takvâ ehli bir insan...
Bu zât, Osmanlı zamanında Türkiye'de hakkı söylediği için; "Yapmayın, etmeyin, bunlar yanlış! Bu tefrika doğru değil, itaat edin, aykırılık çıkartmayın, saltanat aleyhine çalışmayın; yabancıların oyununa geliyorsunuz!" filân deyince, ondan sonra da iktidarı İttihad ve Terakkî alınca; yâni padişahı devirdiler, masonlar idareyi ele aldılar. Sultan II. Abdülhamid'i devirdiler, İttihad ve Terakki başa geçti. Bu da sağlam bir hocaefendi, dindar adam. Bunu da sürmüşler. Nereye?.. Yallah, Medine-i Münevvere'ye... Yâni uzaklaştırıyorlar merkezden...
O zaman, Medine-i Münevvere de Osmanlı'ya bağlı ya. Oraya sürmüşler ama, parası yok, pulu yok, hiç bir şeyi yok... Ama adam ricâlullah, Allah'ın sevgili kulu.
(Minel-mü'minîne ricâlün sadakù mâ àhedullàhe aleyh) [Mü'minlerden Allah'a verdiği ahdi yerine getiren adamlar vardır.] (Ahzab: 23) Sıdk u sadakat sahibi insan. Hafız ama, ha'sı gitmiş, vız'ı kalmış değil. Hafız, sağlam insan...
Sıkıntı çekmiş Medine-i Münevvere'de. Dilenmek yok, istemek yok. Çünkü Allah var, Allah görüyor. İbrahim AS nasıl tevekkül etmiş Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne... Mübarek insanlar nasıl tevekkül etmişler, (Hasbunallàh) "Allah bize yeter." demişler, (Hasbunallàhu ve ni'mel-vekîl) "O ne iyi vekildir." demişler.
Medine-i Münevvere'de aç kalmış, parası yok... Şimdi bu adamın hali ne olur? Bu Hafız Ömer'in hali ne olacak? Sürüldü; İstanbul'dan, evinden, barkından sürgün edildi, Medine-i Münevvere'ye gitti. Medine-i Münevvere o zaman küçük, şimdiki gibi değil. Para pul yok. Yoksul bir yer, mahrumiyet yeri yâni. Oraya gitmiş.
Orada yalnız Peygamber Efendimiz SAS'in mübarek mescidi var, Türbe-i Saadeti var. Medinetür-Rasûl SAS...
Ne olmuş biliyor musunuz?.. Oğlu anlatıyor. Oğlu da profesör oldu, kuvvetli hâfız. O kadar kuvvetli hafız ki, "Gözümü kapattım mı, sayfa gözümün önüne geliyor." diyor. O kadar kuvvetli hafız. Allah mekânlarını cennet eylesin, makamlarını yüksek eylesin, derecelerini arttırsın... İkisi de tabii vefat etti. Oğlu da vefat etti. Ben oğluyla tanıştım.
Şimdi Mısır Hakimî [Hidiv Abbas Hilmi Paşa]'nın rüyasına Peygamber SAS Efendimiz giriyor. Rüyada Peygamber Efendimiz'i görüyor. Peygamber Efendimiz Mısır'ın hakimi olan bu paşaya diyor ki:
"--Hafız Ömer'i himayene al!" diyor.
"--Hafız Ömer kim yâ Rasûlallah?.."
"--Bu zât!" diyor. "Şu hafız Ömer'i himayene al." diyor.
Uyanıyor sevincinden, Peygamber Efendimiz'i gördüm diye seviniyor, "Allah Allah, hayırdır inşallah, çok güzel..." diyor, mutlu oluyor. Etrafındakilere anlatıyor, "Bu ne demek yâ?" diyor; anlayamıyorlar.
Bir daha görünüyor Peygamber Efendimiz, biraz da azarlıyor:
"--Hafız Ömer'i himayene al!" diyor.
İkinci defa rüyada görünce, bu sefer korkuyor. Hafız Ömer'i mescidinde gösteriyor Peygamber Efendimiz, "Şu Hafız Ömer'i himayene al!" diyor.
Arkadaşlarına diyor ki:
"--Hazret-i Peygamber beni azarlamaya başladı. Hafız Ömer işi önemli. Ne yapalım?.."
"--Efendim, bir Medine'ye gidelim bakalım!" diyorlar.
Kahire'den, İskenderiye'den atlıyorlar Medine-i Münevvere'ye adamlarıyla beraber geliyor. Rüyada gösterilen şahıs için geliyor. Medine-i Münevvere'ye geliyor, Bâbus-Selâm'a yaklaştıkları sırada önde askerler, arkada askerler; böyle bir ihtişamla, saltanatla, tantanayla geliyor Türbe-i Saadet'e doğru.
Ak sakallı, sarıklı, bastonlu bir kimse:
"--Hey, ne oluyorsunuz, durun! Nereye geliyorsunuz siz? Böyle saltanatla tangur tungur, paldır küldür Rasûlullâh'ın huzuruna ziyarete gelinir mi? Edebinizi takınsanıza!.." diyor.
Gelen askerlerle, maiyetiyle Mısır hâkimi... Bunların karşısına çıkıyor, bastonuyla, "Böyle gelinmez, edebinizi takının!" diye bağrıyor. Tabii herkes de şaşırıyor. Neyin nesi filan diye. Ne düşündüler kim bilir. Ama Mısır'ın hakimi olan olan paşa bir bakıyor ki bağıran şahsa, rüyada gördüğü şahıs:
"--Aa... Hafız Ömer." diyor.
Daha önce hiç görmüş değil. Hafız Ömer, paşayı görmüş değil, paşa Hafız Ömer'i görmüş değil. "Hafız Ömerciğim..." diyor, sarılıyor. Sonra alıyor, Mısır'a götürüyor, konak tahsis ediyor.
İsterse tahsis etmesin... Erkekse tahsis etmesin de göreyim!.. Rasûlullah'ın tavsiye ettiği insana, kendi sokakta yatar, konağını verir. Konak tahsis ediyor Ömer Ziyâüddin Efendi Hazretleri'ne...
* * *
Sonra o yine Mısır'da, "Devletimizi yıkmak istiyorlar. Dış oyunlara gelmeyin, İngiliz oyunlarına gelmeyin!" diye nasihat ettikçe, bu sefer orda da şikâyet oluyor. İngilizler bunu yakalıyorlar, muhakeme ediyorlar; herhalde sakınmadı, dobra dobra sakınmadan konuştu, idama mahkûm ediyorlar.
O sıralarda İngilizler Mısır'a el koymuşlar. Eski valiyi de İsviçre'ye sürgüne göndermişler. İsviçre'de valinin kulağına gidiyor bu olay... İngiltere kraliçesine mektup yazıyor, diyor ki:
"--Bu zatı asamazsınız! Bu mübarek bir zâttır, Rasûlüllah bunu bana havale etti rüyamda... Hakkında böyle idam fermanı filân olmuş; onu asmayın!" diyor.
Kraliçenin emriyle asamıyorlar.
Demek ki, Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh... Misâl tamam mı?.. Bak bütün mantığımızla, kendi düşüncemize göre kurtuluş olmayan hallerde, hep Cenâb-ı Hakk'ın istediği nasıl oluyor!..
Adamlar öldürmeğe karar veriyorlar, öldüremiyorlar. Hükümet sürgüne gönderiyor, Allah konağa getirtiyor, izzet itibar yaptırtıyor. Yâni, Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh... Anladınız mı?..
* * *
Bir yola girmişiz, tarîkat demişiz. Birbirimizle dost olmuşuz, ihvân demişiz. Bunu samîmî yapmak lâzım!.. Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin zikrini vazife olarak üstümüze almışız. Aldığımız hazinenin kıymetini bilelim!.. Bir kalbden Allah demek dört milyon dokuzyüzbin derece sevap kazandırırsa insana, kalbi zikrullahla zikr-i müdâm halindeki meşgùliyete erişmiş bir insanın derecesini nasıl ölçececeğiz?.. Onlar dünyanın direkleridir. Dünya onların yüzü suyu hürmetine ayakta durur.
Onun için, büyüklerle inatlaşmayı, söz dinlememeyi bir tarafa bırakmak lâzım! Alimlere teslim olmak lâzım!.. Büyük evliyâullaha, büyük mürşidlere, büyük müctehidlere, fâzıllara, kâmillere teslim olmak lâzım!.. Eğer sen Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin sevgili kulu olamazsan, işaretlerinden bu belli değilse, gayri şeylerin hepsi boştur. Hepsi mâsivâdır, gayrullahtır, kıymeti yoktur.
Dün akşam videodan gördük ki, oğlu anlatıyor; "Mısır'daydık, İskenderiye'deydik..." diyor. Ömer Ziyâüddin Efendi Hocamız'ın oğlu Yusuf Ziya Binatlı... Profesör, hafız, derviş... "Babamla İskenderiye'de bulunuyorduk. Biz ayrı odada yatıyorduk, babamlar yandaki odada yatıyorlardı. Bir hıçkırık, bir ağlama, bsir ağlama... Babamların odasından... 'İçeride herhalde validemiz vefat etti de, babam onun için ağlıyor.' dedik. Odamızdan dışarıya çıktık. Öbür tarafa kapıyı vurduk, girdik. Baktık ki babam ağlıyor, annem de onu teselli etmeye çalışıyor. Nedir filân diye, biz de sorduk." diyor.
Ömer Ziyâüddin Efendi rüya görmüş. Rüyasında İsmâil Necâti Safranbolî Hazretleri kendisine demiş ki:
"--Ömer Ziyâüddin, kalk, gel!.. Posta otur, makama geç!"
Diyor ki:
"--Bu şeyhimin vefat etmek üzere olduğuna işarettir, ona ağlıyorum."
Hanımı da teselli etmeye çalışıyormuş, diyormuş ki:
"--Rüyadır, neye yorulacağı bilinmez."
"--Bu rüya başka rüya, toplayın evi!.." demiş.
Akşama kadar evi derlemişler, toplamışlar. Akşam hareket eden vapura İskenderiye'den binmişler. İzmir üzerinden İstanbul'a gelirken İzmir'den telgraf çekmişler. "Çanakkale'de bizi vapurda karşıladılar ve şeyhimizin vefatını haber verdiler." diyor.
Rüyası böyle olmayan, haberleşmesi böyle olmayan, hali böyle olmayan bir insan olduktan sonra ne kıymeti var?.. İstediğin kadar mevki sahibi ol, makam sahibi ol, para sahibi ol... Allah'ın böyle lütfuna ermedikten sonra ne kıymeti var?..
Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi sâlihînden eylesin... Zümre-i sâlihîn ile haşreylesin... Evliyâullah'ın yolundan ayırmasın... Onların zümresiyle beraber haşreylesin... Cennetiyle, cemâliyle cümlemizi müşerref eylesin... (
YesilSancak!- Mesaj Sayısı : 278
Rep :
Points : -4
Kayıt tarihi : 05/09/08
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz