Abdullah Yeğin Ağabey
1 sayfadaki 1 sayfası
Abdullah Yeğin Ağabey
Abdullah Yeğin Ağabey Hatıralar
Abdullah YEĞİN Ağabey ile Vehbi Vakkasoğlu Röportajı-1
Röportaj Abdullah Yeğin ağabeye iletilen soru ve
cevaplardan oluşuyor.Bazı başlıklar:Diyanet mensuplarına
üstad Said Nursi Hz.lerinin tavrı, Kürtlük ve ırkçılık mevzusu,Üstadın
Mezarının yeri konusu ve diğer bazı konular
Bilgisayarına İndir
İzle
Abdullah YEĞİN Ağabey ile Vehbi Vakkasoğlu Röportajı-2
Risale-i Nurda Tarikat hakkındaki hatıralar, ihlas hakkındaki hatıralar,
Mehdilik, Irçılık, üstadın Teknolojik aletlerle ilgili hatıraları, arabasının
alınması hatırası, Teyp hatırası, Kuranın matbaada basılması, Yeni yazı ile
risalelerin basılmasına üstadın emri ve hayattayken kendinin tashihini yaptırması
gibi birçok konuda sohbeti
Bilgisayarına İndir
İzle
Abdullah YEĞİN Ağabey ile Vehbi Vakkasoğlu Röportajı-3
Abdullah Yeğin - Vehbi Vakkasoğlu Röportajı Sorular: Üstadın Türk Ordusuna karşı düşünceleri nasıldı?
Türk askerinden beklentileri neydi?
Mehmet Feyzi Abi askerliğini nasıl yaptı?
Bediüzzaman Said Nursi Hz.lerinin varisleri kimlerdi?....
Bilgisayarına İndir
İzle
Abdullah YEĞİN Ağabey ile Vehbi Vakkasoğlu Röportajı-4
Abdullah Yeğin Ağabeyi Bediüzzaman'ı anlatıyor.
Abdullah Yeğin Ağabeyi Vehbi Vakkasoğlu ile yapmış olduğu röportajında Bediüzzaman Said Nursi'yi (r.a) anlatıyor.
Bilgisayarına İndir
İzle
Üstad Said Nursi ve Evi Hakkında
Abdullah Yeğin Ağabey Üstad'ın tarz-ı hayatını, evini ve maddi varlığını anlatıyor.
Üstadımız kimseye yük olmazdı, kimseden bir şey istemezdi, gayet fakirane bir hayat geçirmiştir.
Mesela evi bomboştu.İki seccade ve ağaçtan yapılmış bir sandalyesi vardı...
Bilgisayarına İndir
İzle
Üstad Kabir ve Hatıralar
Üstad'ın Kabrinin gizli olmasının hikmetlerini, Üstadın tarzı hayatını, Risaleleri ve Üstadı nasıl tanıdığını ve Risalelerden azami istifade için neler yapılması gerektiği gibi konularla alakalı bir sohbeti.
Bilgisayarına İndir
İzle
Abdullah YEĞİN Ağabey ile Vehbi Vakkasoğlu Röportajı-1
Röportaj Abdullah Yeğin ağabeye iletilen soru ve
cevaplardan oluşuyor.Bazı başlıklar:Diyanet mensuplarına
üstad Said Nursi Hz.lerinin tavrı, Kürtlük ve ırkçılık mevzusu,Üstadın
Mezarının yeri konusu ve diğer bazı konular
Bilgisayarına İndir
İzle
Abdullah YEĞİN Ağabey ile Vehbi Vakkasoğlu Röportajı-2
Risale-i Nurda Tarikat hakkındaki hatıralar, ihlas hakkındaki hatıralar,
Mehdilik, Irçılık, üstadın Teknolojik aletlerle ilgili hatıraları, arabasının
alınması hatırası, Teyp hatırası, Kuranın matbaada basılması, Yeni yazı ile
risalelerin basılmasına üstadın emri ve hayattayken kendinin tashihini yaptırması
gibi birçok konuda sohbeti
Bilgisayarına İndir
İzle
Abdullah YEĞİN Ağabey ile Vehbi Vakkasoğlu Röportajı-3
Abdullah Yeğin - Vehbi Vakkasoğlu Röportajı Sorular: Üstadın Türk Ordusuna karşı düşünceleri nasıldı?
Türk askerinden beklentileri neydi?
Mehmet Feyzi Abi askerliğini nasıl yaptı?
Bediüzzaman Said Nursi Hz.lerinin varisleri kimlerdi?....
Bilgisayarına İndir
İzle
Abdullah YEĞİN Ağabey ile Vehbi Vakkasoğlu Röportajı-4
Abdullah Yeğin Ağabeyi Bediüzzaman'ı anlatıyor.
Abdullah Yeğin Ağabeyi Vehbi Vakkasoğlu ile yapmış olduğu röportajında Bediüzzaman Said Nursi'yi (r.a) anlatıyor.
Bilgisayarına İndir
İzle
Üstad Said Nursi ve Evi Hakkında
Abdullah Yeğin Ağabey Üstad'ın tarz-ı hayatını, evini ve maddi varlığını anlatıyor.
Üstadımız kimseye yük olmazdı, kimseden bir şey istemezdi, gayet fakirane bir hayat geçirmiştir.
Mesela evi bomboştu.İki seccade ve ağaçtan yapılmış bir sandalyesi vardı...
Bilgisayarına İndir
İzle
Üstad Kabir ve Hatıralar
Üstad'ın Kabrinin gizli olmasının hikmetlerini, Üstadın tarzı hayatını, Risaleleri ve Üstadı nasıl tanıdığını ve Risalelerden azami istifade için neler yapılması gerektiği gibi konularla alakalı bir sohbeti.
Bilgisayarına İndir
İzle
En son YesilSancak! tarafından C.tesi Eyl. 13 2008, 02:54 tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
YesilSancak!- Mesaj Sayısı : 278
Rep :
Points : -4
Kayıt tarihi : 05/09/08
Geri: Abdullah Yeğin Ağabey
Abdullah Yeğin ile Yapılan Röportajlar
** Peygamber Efendimizin, Danimarka’da bir gazetede karikatürünün çizilerek yayınlanmasını ve bu sebeple meydana gelen krizi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Malûm en büyük düşmanımız cehalet. Onun için Üstadımız, “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilâftır” buyuruyor.
Danimarka’da, Yahudi asıllı kimseler çok. Hem de Peygamberimizi (a.s.m.) çok iyi bilmiyorlar. Bir de bizim milletimiz, maalesef İslâmiyeti tam mânâsıyla yaşamadıklarından, güzel ahlâkı tam elde edemediklerinden ve oradaki bazı yanlış hareketleri yüzünden, kendi üzerlerine dikkat çekiyorlar. Halbuki medenî milletler hiçbir zaman insanın kusurunu araştırmaz, umumî bir görüş sahibidir. Maalesef bizim buradaki Müslümanların yaşantısı, İslâmî sahada herkesi tatmin edecek şekilde olmadığından, bu iş kaynaklanıyor. Bir de bazı siyasî gayeler var. Orada, çok aşırı derecede anarşistleri bile serbest bırakan bir görüş varmış. Artık oranın muhitini, şartlarını bilemiyorum ben.
Nasıl Cenâb-ı Hak şeytanı yaratmış; mü’minlerin derecesinin arttırılmasına vesile oluyor; araştırmaya vesile oluyor ve nasıl Amerika’da, şurada, burada Müslümanların aleyhinde yazılan yazılar, yapılan gösteriler, edilen iftiralar v.s. İslâmiyetin daha çok tanınmasına vesile olduysa, aynen burada, çokları, meselâ kitap yazmaya başladılar, araştırmaya başladılar. İslâmiyet hakkında, Peygamberimiz (a.s.m.) hakkında bilmediklerini öğrenmeye, merak etmeye başladılar.
Yani bu hizmet-i imaniye başı boş değildir. Mutlaka Cenâb-ı Hak, hakkın yardımcısıdır. Böyle olduktan sonra, ileride galebe hakkındır, hakikatindir, İslâmiyetindir.
Üstadımız, malûm diyor ki: “İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez, gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz, gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar.” Bakınız, işiteceksiniz, göreceksiniz ki bu hadiseden sonra Müslümanların sayısı Danimarka’da çoğalmıştır, çoğalıyor, her tarafta çoğalıyor. Bu bizim için hayırdır. Yalnız bizim yapacağımız şey müsbet hareketle, iknayla, sevgiyle, onlara kızmadan, hakaret etmeden hakikati söylemek, onlara duyurmaktır. İnşallah bizim Peygamberimiz (a.s.m.) hakkında kitaplar hazırlanıyor, hazırlanmıştır ve orada onların diliyle neşrolacak, böylece Peygamberimizin (a.s.m.) hakikaten ne kadar büyük bir hizmette bulunduğunu bilmeyenler de öğrenmeye çalışacak inşallah.
Bir ekip meydana gelmiş. Başta Vehbi Vakkasoğlu v.s... Peygamberimizin (a.s.m.) hayatını hülâsa eden bir kitap hazırlayıp, onu Danimarka diliyle neşretmeyi kararlaştırmışlar. İnşallah bu Peygamberimizin (a.s.m.) tanınmasına daha çok hizmet edecek, vesile olacak. Malûm, İslâmiyet üfledikçe parlayan bir nurdur, onun önüne geçilmez.
Üstadımız, 19. Söz’de, 19. Mektub’da ve İşârâtü’l-İcâz’da nübüvvet bahsinde Peygamberimiz (a.s.m.) hakkında geniş geniş izahat vermiştir. Ben şimdiye kadar bu yaşa geldim, çok kitap okumuşumdur. Fakat Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri kadar Peygamberimizi kısaca, belâgatli bir şekilde tarif eden görmedim.
19. Mektub’da Peygamberimizin (a.s.m.) mucizelerinden bahsediyor. 19. Söz’ü yazıyor. 19. Söz’den bir kısmını tekrar etsek herhalde iyi olur. Şimdi Üstadımızın sözünü tekrarlayalım:
“On dört reşahatı tazammun eden...” (İlk beş reşhayı okuyor. Devamı için bakınız: Sözler, s. 214)
Risâle-i Nur’daki Peygamberimizle ilgili görüşler, bütün şüpheleri vesveseleri giderecek kuvvettedir. Meselâ 19. Mektub’da, delilleri ve ispatıyla, ravîleriyle beraber 300’den fazla Peygamberimizin (a.s.m.) mucizesi anlatılıyor. Yani, aklı başında olan sadece 19. Mektub’u okusa, bütün şüphelerini giderebilir kuvvettedir.
** Yeni Asya Neşriyat tarafından, “Risâle-i Nur’da Hz. Muhammed (a.s.m.)” isimli, Risâle-i Nur’daki Peygamber Efendimizle ilgili bölümlerin toplandığı bir tanzim çalışması hazırlandı. Bunu nasıl değerlendirirsiniz?
Güzel, iyi bir şey olur. Bir de Danimarka diline veya İngilizce’ye çevrilip Danimarka’ya gönderilirse, daha iyi bir hizmet olur. Çünkü orada, o karikatürü çizen v.s. kimse, onlar okusunlar, bilmiyorlar.
** Bediüzzaman Hazretleri bir çok yerde Peygamberimiz için “Muhammed-i Arabî” tabirini kullanıyor. “Arabî” ifadesini vurgulamasının hikmeti ne olabilir?
Bazı milliyetçi cereyanlar var. İcabında Peygamber Efendimizi (a.s.m.) kendi milletinden saymaya, inandırmaya çalışanlar var. O tabirin kullanılması milliyetçilik değil; Arabistan’da geldiği için... Yani Peygamberimiz (a.s.m.), getirdiği hakikatler ile ahlâkça, medeniyetçe en geri kalmış Arabistan gibi bir yarımadayı, kısa bir zamanda medenî bir hale ve bütün medenî milletlere ders verecek hale getirmiş.
O bakımdan tabiî, esas aslını zikretmesi daha doğrudur. Yani hiç kimse onu kendi kabilesine, milletine alamaz. Doğrudan doğruya hakikaten Cenâb-ı Hakkın emriyle en muhtaç bir yerde gönderilmiş.
** Urfa’da bulunuyordunuz. Üstad vefat etmeden önce, onunla en son ne zaman görüştünüz?
Üstadımızın vefatından tahminen bir ay kadar önce, bir vesileyle Isparta’ya ziyaretine gitmiştim. O zaman kendisine sormuştum: “Siz Ankara, Konya, İstanbul ve daha bazı yerleri seyahat edip geziyorsunuz, ziyaret ediyorsunuz. Peki siz 10 sene evvel bizi Urfa’ya gönderirken demiştiniz ki ‘Ben de Urfa’ya geleceğim’. Şimdi Urfa’ya gelmeyecek misiniz?”
Üstadımız dedi ki:
“Urfa’da Risâle-i Nur yok mu?”
“Var” dedim.
“Risâle-i Nur varken, bana ihtiyaç kalmamıştır. Risâle-i Nur benim vazifemi yapar” dedi.
“Peki gelmeyecek misiniz?” dedim.
Hiçbir şey demedi, sükût etti...
Sonra ben tabiî, kat’î kanaat getirdim ki, Üstad yalan söylemez, Urfa’ya gelecektir. Hakikaten bir ay sonra, bir gün, ben Kadıoğlu Camii’nin hücresinde iken, baktım ki Zübeyir Ağabey koşarak geldi. Öğle vaktiydi. “Üstad geldi, nereye gideceğiz?” diye sordu. Gittik, Üstadın arabasına bindik. Üstad zaten çok rahatsızdı, hasta bir vaziyette idi. Bir Urfalı giderken dedi ki: “İpek Palas Oteli en iyidir”, onun yerini bize tarif etti. Hüsnü Bayram şofördü, Zübeyir Ağabey yanındaydı. Bir de rahmetli Bayram kardeş vardı. Pazartesi günüydü geldikleri gün. Ramazan’ın 21’i idi zannediyorum. Bir süre sonra hükümet, “Said Nursî Urfa’da durmasın” demeye başladı. Ankara’dan haberler geliyordu. Emniyete emirler veriliyordu. Biz de sağa sola telgraflar çekiyorduk, telefon ediyorduk. “Niye Üstadımızı burada bırakmıyorlar, v.s..” diye.
Yalnız Salı sabahı beni çağırdı Üstad. O zaman dedi ki: “Urfa mübarek bir yerdir. Urfa hizmet-i imaniyesi olmasaydı Arap-Türk birleşmezdi” dedi. O zaman Bağdat Paktı vardı. Bu meseleye ehemmiyet veriyordu. Şimdi anlıyoruz ki, o zaman Urfa’dan ve sâir yerlerden giden kitaplar v.s.’ler Irak’ta anlaşılmaya başlamış. Meselâ o dönem, Iraklı Kasım Efendi Risâle-i Nurları okumuş, fakat o zaman ehemmiyetinin farkına iyice varamamış. Sonradan onlar tercüme ettiler. Risâle-i Nur Arapça’ya çevrildi. Bütün Araplar şimdi Elhamdülillah Risâle-i Nur’u yavaş yavaş anlamaya başladı. Üstadın dediği aynen zuhur etti yani.
Üstadımız, Urfa’yı İslâm âleminin merkezi gibi görüyordu. Oradaki hizmete çok ehemmiyet veriyordu. Biz oradan postane vasıtasıyla sansür edilmeden mektuplar, kitaplar v.s. dâhile veya hârice, istediğimiz yere gönderebiliyorduk. Oranın müdürü, Zübeyir Ağabey vasıtasıyla Risâle-i Nur’u tanımıştı. O bakımdan çok kolaylık gördük biz Urfa postanesinde.
Netice olarak, Çarşamba’yı Perşembe’ye bağlayan gece saat 04.00 sularında, ben ‘Üstadımızı niye rahat bırakmıyorlar’ diye merhum Adnan Menderes’e telgraf çekmek için gitmiştim. Geldiğimde, Bayram kardeş “Üstadımız bayıldı” dedi. Ben koluna, göğsüne baktım, hiç baygınlığa benzemiyor, hiçbir hareket yok. Sıcaklığıyla beraber duruyor. Vefat etmiş olduğuna ben kanaat getirdim.
O zaman emniyet müdürü ve askeriyeden de gelmişlerdi. Üstadı ne yapıp edip Isparta’ya göndermeyi tasarlamışlar. “Üstad vefat etti” deyince, onlar da duydular. Ondan sonra, işte artık her tarafa Üstadın vefat ettiğini telefonlarla bildirdik. Adnan Menderes emir vermiş: “İstedikleri gibi merasim yapsınlar, serbesttirler, istedikleri gibi hareket edebilirler.”
Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan akşam Üstad, dergâhtaki şimdiki makamına defnedilmişti. Tabiî o zaman kalabalıktı, her taraftan gelmişlerdi, ziyaret ediyorlardı. Maalesef milletin cehaleti işte, Üstad’ın kabri başında, onun sevmediği şeyleri yapıyorlardı. Yani Üstadımızın kabrinin oradan kaldırılmasına, sanki zemin hazırlandı. Üstadımızın 4 sene evvel bize yazdığı bir vasiyetnâmesi vardı: “Benim mezarım gizli olacak, birkaç talebemden başka kimse bilmeyecek.” Ben Urfa’da 10 sene kaldım. Üstadın vefatından sonra bir miktar kaldık. 27 Mayıs ihtilâlinden sonra bizi orada da bırakmadılar, mecburen Urfa’yı terkettik. Bize “Buradan gideceksiniz” dediler, askeriye mecbur etti, “Hepinizi hapsederiz” dediler.
** Son bir mesajınız var mı?
Cenâb-ı Hak tesirini halk etsin. Üstadımızın vasiyetiymiş gibi, ben bütün kardeşlerime şöyle diyebilirim. 16. mektubun 5. meselesinde Üstadımız diyor ki:
“Dünya madem fânîdir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır. Hem madem “La yükellifullâhü nefsen illâ vüs’ahâ” sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır. Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane Sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.”
İsmail Tezer - Yeni Asya - 2006 Bediüzzaman Haftası
** Peygamber Efendimizin, Danimarka’da bir gazetede karikatürünün çizilerek yayınlanmasını ve bu sebeple meydana gelen krizi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Malûm en büyük düşmanımız cehalet. Onun için Üstadımız, “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilâftır” buyuruyor.
Danimarka’da, Yahudi asıllı kimseler çok. Hem de Peygamberimizi (a.s.m.) çok iyi bilmiyorlar. Bir de bizim milletimiz, maalesef İslâmiyeti tam mânâsıyla yaşamadıklarından, güzel ahlâkı tam elde edemediklerinden ve oradaki bazı yanlış hareketleri yüzünden, kendi üzerlerine dikkat çekiyorlar. Halbuki medenî milletler hiçbir zaman insanın kusurunu araştırmaz, umumî bir görüş sahibidir. Maalesef bizim buradaki Müslümanların yaşantısı, İslâmî sahada herkesi tatmin edecek şekilde olmadığından, bu iş kaynaklanıyor. Bir de bazı siyasî gayeler var. Orada, çok aşırı derecede anarşistleri bile serbest bırakan bir görüş varmış. Artık oranın muhitini, şartlarını bilemiyorum ben.
Nasıl Cenâb-ı Hak şeytanı yaratmış; mü’minlerin derecesinin arttırılmasına vesile oluyor; araştırmaya vesile oluyor ve nasıl Amerika’da, şurada, burada Müslümanların aleyhinde yazılan yazılar, yapılan gösteriler, edilen iftiralar v.s. İslâmiyetin daha çok tanınmasına vesile olduysa, aynen burada, çokları, meselâ kitap yazmaya başladılar, araştırmaya başladılar. İslâmiyet hakkında, Peygamberimiz (a.s.m.) hakkında bilmediklerini öğrenmeye, merak etmeye başladılar.
Yani bu hizmet-i imaniye başı boş değildir. Mutlaka Cenâb-ı Hak, hakkın yardımcısıdır. Böyle olduktan sonra, ileride galebe hakkındır, hakikatindir, İslâmiyetindir.
Üstadımız, malûm diyor ki: “İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez, gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz, gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar.” Bakınız, işiteceksiniz, göreceksiniz ki bu hadiseden sonra Müslümanların sayısı Danimarka’da çoğalmıştır, çoğalıyor, her tarafta çoğalıyor. Bu bizim için hayırdır. Yalnız bizim yapacağımız şey müsbet hareketle, iknayla, sevgiyle, onlara kızmadan, hakaret etmeden hakikati söylemek, onlara duyurmaktır. İnşallah bizim Peygamberimiz (a.s.m.) hakkında kitaplar hazırlanıyor, hazırlanmıştır ve orada onların diliyle neşrolacak, böylece Peygamberimizin (a.s.m.) hakikaten ne kadar büyük bir hizmette bulunduğunu bilmeyenler de öğrenmeye çalışacak inşallah.
Bir ekip meydana gelmiş. Başta Vehbi Vakkasoğlu v.s... Peygamberimizin (a.s.m.) hayatını hülâsa eden bir kitap hazırlayıp, onu Danimarka diliyle neşretmeyi kararlaştırmışlar. İnşallah bu Peygamberimizin (a.s.m.) tanınmasına daha çok hizmet edecek, vesile olacak. Malûm, İslâmiyet üfledikçe parlayan bir nurdur, onun önüne geçilmez.
Üstadımız, 19. Söz’de, 19. Mektub’da ve İşârâtü’l-İcâz’da nübüvvet bahsinde Peygamberimiz (a.s.m.) hakkında geniş geniş izahat vermiştir. Ben şimdiye kadar bu yaşa geldim, çok kitap okumuşumdur. Fakat Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri kadar Peygamberimizi kısaca, belâgatli bir şekilde tarif eden görmedim.
19. Mektub’da Peygamberimizin (a.s.m.) mucizelerinden bahsediyor. 19. Söz’ü yazıyor. 19. Söz’den bir kısmını tekrar etsek herhalde iyi olur. Şimdi Üstadımızın sözünü tekrarlayalım:
“On dört reşahatı tazammun eden...” (İlk beş reşhayı okuyor. Devamı için bakınız: Sözler, s. 214)
Risâle-i Nur’daki Peygamberimizle ilgili görüşler, bütün şüpheleri vesveseleri giderecek kuvvettedir. Meselâ 19. Mektub’da, delilleri ve ispatıyla, ravîleriyle beraber 300’den fazla Peygamberimizin (a.s.m.) mucizesi anlatılıyor. Yani, aklı başında olan sadece 19. Mektub’u okusa, bütün şüphelerini giderebilir kuvvettedir.
** Yeni Asya Neşriyat tarafından, “Risâle-i Nur’da Hz. Muhammed (a.s.m.)” isimli, Risâle-i Nur’daki Peygamber Efendimizle ilgili bölümlerin toplandığı bir tanzim çalışması hazırlandı. Bunu nasıl değerlendirirsiniz?
Güzel, iyi bir şey olur. Bir de Danimarka diline veya İngilizce’ye çevrilip Danimarka’ya gönderilirse, daha iyi bir hizmet olur. Çünkü orada, o karikatürü çizen v.s. kimse, onlar okusunlar, bilmiyorlar.
** Bediüzzaman Hazretleri bir çok yerde Peygamberimiz için “Muhammed-i Arabî” tabirini kullanıyor. “Arabî” ifadesini vurgulamasının hikmeti ne olabilir?
Bazı milliyetçi cereyanlar var. İcabında Peygamber Efendimizi (a.s.m.) kendi milletinden saymaya, inandırmaya çalışanlar var. O tabirin kullanılması milliyetçilik değil; Arabistan’da geldiği için... Yani Peygamberimiz (a.s.m.), getirdiği hakikatler ile ahlâkça, medeniyetçe en geri kalmış Arabistan gibi bir yarımadayı, kısa bir zamanda medenî bir hale ve bütün medenî milletlere ders verecek hale getirmiş.
O bakımdan tabiî, esas aslını zikretmesi daha doğrudur. Yani hiç kimse onu kendi kabilesine, milletine alamaz. Doğrudan doğruya hakikaten Cenâb-ı Hakkın emriyle en muhtaç bir yerde gönderilmiş.
** Urfa’da bulunuyordunuz. Üstad vefat etmeden önce, onunla en son ne zaman görüştünüz?
Üstadımızın vefatından tahminen bir ay kadar önce, bir vesileyle Isparta’ya ziyaretine gitmiştim. O zaman kendisine sormuştum: “Siz Ankara, Konya, İstanbul ve daha bazı yerleri seyahat edip geziyorsunuz, ziyaret ediyorsunuz. Peki siz 10 sene evvel bizi Urfa’ya gönderirken demiştiniz ki ‘Ben de Urfa’ya geleceğim’. Şimdi Urfa’ya gelmeyecek misiniz?”
Üstadımız dedi ki:
“Urfa’da Risâle-i Nur yok mu?”
“Var” dedim.
“Risâle-i Nur varken, bana ihtiyaç kalmamıştır. Risâle-i Nur benim vazifemi yapar” dedi.
“Peki gelmeyecek misiniz?” dedim.
Hiçbir şey demedi, sükût etti...
Sonra ben tabiî, kat’î kanaat getirdim ki, Üstad yalan söylemez, Urfa’ya gelecektir. Hakikaten bir ay sonra, bir gün, ben Kadıoğlu Camii’nin hücresinde iken, baktım ki Zübeyir Ağabey koşarak geldi. Öğle vaktiydi. “Üstad geldi, nereye gideceğiz?” diye sordu. Gittik, Üstadın arabasına bindik. Üstad zaten çok rahatsızdı, hasta bir vaziyette idi. Bir Urfalı giderken dedi ki: “İpek Palas Oteli en iyidir”, onun yerini bize tarif etti. Hüsnü Bayram şofördü, Zübeyir Ağabey yanındaydı. Bir de rahmetli Bayram kardeş vardı. Pazartesi günüydü geldikleri gün. Ramazan’ın 21’i idi zannediyorum. Bir süre sonra hükümet, “Said Nursî Urfa’da durmasın” demeye başladı. Ankara’dan haberler geliyordu. Emniyete emirler veriliyordu. Biz de sağa sola telgraflar çekiyorduk, telefon ediyorduk. “Niye Üstadımızı burada bırakmıyorlar, v.s..” diye.
Yalnız Salı sabahı beni çağırdı Üstad. O zaman dedi ki: “Urfa mübarek bir yerdir. Urfa hizmet-i imaniyesi olmasaydı Arap-Türk birleşmezdi” dedi. O zaman Bağdat Paktı vardı. Bu meseleye ehemmiyet veriyordu. Şimdi anlıyoruz ki, o zaman Urfa’dan ve sâir yerlerden giden kitaplar v.s.’ler Irak’ta anlaşılmaya başlamış. Meselâ o dönem, Iraklı Kasım Efendi Risâle-i Nurları okumuş, fakat o zaman ehemmiyetinin farkına iyice varamamış. Sonradan onlar tercüme ettiler. Risâle-i Nur Arapça’ya çevrildi. Bütün Araplar şimdi Elhamdülillah Risâle-i Nur’u yavaş yavaş anlamaya başladı. Üstadın dediği aynen zuhur etti yani.
Üstadımız, Urfa’yı İslâm âleminin merkezi gibi görüyordu. Oradaki hizmete çok ehemmiyet veriyordu. Biz oradan postane vasıtasıyla sansür edilmeden mektuplar, kitaplar v.s. dâhile veya hârice, istediğimiz yere gönderebiliyorduk. Oranın müdürü, Zübeyir Ağabey vasıtasıyla Risâle-i Nur’u tanımıştı. O bakımdan çok kolaylık gördük biz Urfa postanesinde.
Netice olarak, Çarşamba’yı Perşembe’ye bağlayan gece saat 04.00 sularında, ben ‘Üstadımızı niye rahat bırakmıyorlar’ diye merhum Adnan Menderes’e telgraf çekmek için gitmiştim. Geldiğimde, Bayram kardeş “Üstadımız bayıldı” dedi. Ben koluna, göğsüne baktım, hiç baygınlığa benzemiyor, hiçbir hareket yok. Sıcaklığıyla beraber duruyor. Vefat etmiş olduğuna ben kanaat getirdim.
O zaman emniyet müdürü ve askeriyeden de gelmişlerdi. Üstadı ne yapıp edip Isparta’ya göndermeyi tasarlamışlar. “Üstad vefat etti” deyince, onlar da duydular. Ondan sonra, işte artık her tarafa Üstadın vefat ettiğini telefonlarla bildirdik. Adnan Menderes emir vermiş: “İstedikleri gibi merasim yapsınlar, serbesttirler, istedikleri gibi hareket edebilirler.”
Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan akşam Üstad, dergâhtaki şimdiki makamına defnedilmişti. Tabiî o zaman kalabalıktı, her taraftan gelmişlerdi, ziyaret ediyorlardı. Maalesef milletin cehaleti işte, Üstad’ın kabri başında, onun sevmediği şeyleri yapıyorlardı. Yani Üstadımızın kabrinin oradan kaldırılmasına, sanki zemin hazırlandı. Üstadımızın 4 sene evvel bize yazdığı bir vasiyetnâmesi vardı: “Benim mezarım gizli olacak, birkaç talebemden başka kimse bilmeyecek.” Ben Urfa’da 10 sene kaldım. Üstadın vefatından sonra bir miktar kaldık. 27 Mayıs ihtilâlinden sonra bizi orada da bırakmadılar, mecburen Urfa’yı terkettik. Bize “Buradan gideceksiniz” dediler, askeriye mecbur etti, “Hepinizi hapsederiz” dediler.
** Son bir mesajınız var mı?
Cenâb-ı Hak tesirini halk etsin. Üstadımızın vasiyetiymiş gibi, ben bütün kardeşlerime şöyle diyebilirim. 16. mektubun 5. meselesinde Üstadımız diyor ki:
“Dünya madem fânîdir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır. Hem madem “La yükellifullâhü nefsen illâ vüs’ahâ” sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır. Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane Sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.”
İsmail Tezer - Yeni Asya - 2006 Bediüzzaman Haftası
YesilSancak!- Mesaj Sayısı : 278
Rep :
Points : -4
Kayıt tarihi : 05/09/08
Geri: Abdullah Yeğin Ağabey
(Başka Bir Röportaj)
***Bediüzzaman Hazretlerinin vefat ettiği 23 Mart 1960 tarihinden bugüne baktığımızda, Türkiye’de ve dünyada hizmetlerimiz nereye gelmiştir. Kısaca değerlendirir misiniz?
Ben 1951’de Emirdağ’da Üstadın yanında ve hizmetindeydim. 1940 senesinde de Üstadı Kastamonu’da ziyaret ettim. O zaman ortaokulda talebeydim. O zamandan beri bu işin içindeyim. Elbette ki hizmet çok ilerledi. O zamanla bu zamanı mukayese edecek olursak, o dönem bir vilayette bir-iki Nur Talebesi ya var, ya yoktu. Fakat şimdi elhamdülillah nereye gidersek gidelim—başta Türkiye’nin her yerinde—Risale-i Nur dersaneleri açıldı, Risale-i Nurlar okunmaya başlandı. Siyasîler de bu işi ele almak istediler. Fakat neticede Risale-i Nur’daki delilli-bürhanlı hakikatler, hiç siyasete ihtiyaç kalmadan kendi kendine intişar ediyor ve etti elhamdülillah.
Şimdi o zamanı düşünecek olursak çok ilerleme var. Dünyanın her tarafında—ben Amerika’ya da gittim, Almanya’ya da gidiyorum, Kazakistan vs. Rusya’ya da gittim—elhamdülillah Risale-i Nur’un dersaneleri faaliyette ve bir ilerleme mevcut. Şimdi bu işe kendini tamamen veren bir çok talebe, Risâle-i Nur’a kendini adamış yüzlerce vakıf talebe var. Öğretmen gibi dersanede çalışanlar da var. Her bakımdan Risale-i Nur—hatta biliyorsunuz o sempozyumdan sonra gazetelerin neşriyatı, vs. gösteriyor ki—bu millete en büyük hizmeti yapıyor; komünizmden, anarşiden, imansızlıktan, dinsizlikten memleketin halâsını, kurtuluşunu temine vesile olmuştur ve oluyor elhamdüllilah.
Şimdi aleyhimize çalışanlar yok gibi görünüyor. Tabiî gizli din düşmanları durmazlar, çalışırlar, onlar başka... Fakat şimdi açıkça görülmüyor, çünkü Risale-i Nur’un hakkaniyeti sayesinde onlar susturuluyor. Her tarafta Risale-i Nur galip geliyor.
Almanya’da bile ben kaç kişiye Risâle-i Nur verdim; papazına, profesörüne, öğretmenine, çeşitli münevver kısımlarına verdik. Hiçbirinin itirazını görmedim. “Biz buna karşı bir şey diyemeyiz” diyorlar. Çünkü aklî, mantıkî, ilmî... Sonra Risâle-i Nur “Dünyada şu gayemiz var” diye bir hedef göstermiyor. Diyor ki: “Bizim esas vazifemiz imana hizmettir.” “Allah’ın işine karışmayacak şekilde, Cenab-ı Hakkın emirlerine teslim olarak bizim vazifemiz imana hizmet etmek” diyor. Ve her tarafta elhamdüllah asayişe hizmet eder tarzda müsbet hareketi Nur Talebeleri esas yapmışlar. Kimseye bir zarar vermemeyi, kimseden birşey istemeden sırf lillah için Risale-i Nur’a hizmet etmeyi gaye edinmişler. Çünkü bir insan dinî bir hizmeti Allah rızası için yaparsa o hakikî halis ibadettir. Eğer dünyevî bir maksat, herhangi bir makam, menfaat ve şan-şöhret için yaparsa o dünyevîdir. O adamın ihlâsı bozuktur ve zaten o tesir etmez de. Vesveseden hâlî değildir. Risale-i Nur bize daima hiçbir karşılık beklemeden ihlâsla Risale-i Nur’u tanıtmayı, Risale-i Nur’a hizmet etmeyi öğretiyor.
O zamandan bu zamana çok ilerleme var elhamdülillah. Şimdi dünyada dine karşı bir hareket yoksa ben bunu başta Risale-i Nur’a veriyorum. Evet her cemaat çalışıyor; Risale-i Nur’u program yapan da var, kendilerine göre başka yol tutanlar da var. Fakat hepsinin hizmeti nihayet aynı gayeye götürüyor. Milleti yavaş yavaş imana, Kur’ân’a, hakikatlere doğru götürüyor elhamdülillah.
***Nur Talebeleri arasındaki gruplaşmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Birleşme olmayacak mı?
Üstadımız derdi ki mesleklerde ve meşreplerde ittihad mümkün olmadığı gibi caiz de değildir. Gaye bir ise hepsi bir demektir. Meselâ siz ne yapıyorsunuz: Risale-i Nur’dan anladığınızı tatbike çalışıyorsunuz. Risale-i Nur’u program yapmışsınız. Hocaefendi mektep açmış, dersane açmış, kolej açmış. Orada da mümkün mertebe kendi anlayışları, kabiliyetleri ve güçlerinin yettiği kadar Risale-i Nur’u, birşeyleri öğretmeye çalışıyorlar. Herkesin gayesi neticede imana hizmet olduğu için hepsinin gayesi birdir. Ben hepsi dinsizliğin karşısında bir yumruktur diyorum. Bunlar ayrı ayrı gibi görünüyorlar, ama işbölümü yapmış durumdalar. Meselâ ben Urfa’ya gidiyorum. Gittiğim zaman 1951’di, Urfa’da ancak iki yerde (yazın başka, kışın başka yerde oturuyorduk) ders okunuyordu. Şimdi ise sayısı belli değil. İstanbul, İzmir, Adana, Erzurum da öyle. Her tarafta böyle. Demek ki bu umumî bir ihtiyacın neticesi, gelişmesi oluyor elhamdülillah.
Risale-i Nur bütün aklımıza gelenleri cevaplandırıyor. Bu hizmette olanlar Risale-i Nur’u iyi okumalı. İhlas, Uhuvvet Risalelerini okumalı ve mü’minler arasında birliği beraberliği temine çalışmalı. Arayı açmaya değil, yaklaştırmaya çalışmalı. Mü’mine, Müslümana düşen en büyük vazife ehl-i imanın ittihadı, birliği, beraberliğidir. Bugün bir milyardan fazla Müslüman var. Ecnebîler aramıza girmişler, bizi birbirimizle uğraştırıyorlar, İslâmiyete zarar verecek faaliyetler ortaya koyuyorlar. Bunlara karşı ancak yekvücut, bir vücudun azası gibi olmakla galip gelinebilir. İmansız Cennete giden yok, imansız dünya saadeti de yoktur. Onun için en büyük ve esas mesele imanı kurtarmaktır.
Elhamdülillah Nur Talebeleri arasında şimdi eskiden daha ziyade birlik, beraberlik, yaklaşmak, samimiyet, birbirlerine gelmek-gitmek devam ediyor, daha da sıklaşacak. Nereye gidersek gidelim, hep birbirimize kardeş nazarıyla bakıyoruz. Sempozyumda da söyledim, 1940-41 senesinde Denizli hadisesinden dört-beş ay evvel Üstad şöyle demişti: “Ben gittiğim yerlerde sekiz sene kadar kalıyorum. Şimdi sekiz sene yaklaştı. Ben ya öleceğim, ya buradan gideceğim. Siz hakikî kardeşsiniz. Siz Risale-i Nur’u devamlı okuduğunuz ve yazdığınız için sizi kardeş kabul ediyorum. Birbirinizden ayrılmayacaksınız. Risale-i Nur’dan da ayrılmayacaksınız. Bir zaman gelecek, her tarafta Risale-i Nur’un talebeleri olacak. Belki bir daha görüşürüz, belki görüşemeyiz.” Böyle bir ihtimal de söyleyince çok müteessir olduk. O zaman “Merak etmeyin, tekrar görüşeceğiz” dedi. Üstad senelerce evvel “Siz kardeşsiniz, birbirinizden ayrılmayın, Risale-i Nur’dan ayrılmayın” diyor. Şimdi elhamdülillah görüyoruz ki birbirini tanımak, birbirine yaklaşmak ve müsbet hareket etmek artıyor.
Yaratılış itibariyle kimsenin kimseye benzemediğini görüyoruz. Düşüncelerde de farklılıklar var, hizmetlerde de var. Görüşler, anlayışlar birbirinden ayrı oluyor. Onun için benden darılan, mecbur ötekine gidiyor, ötekinden darılan ötekine gidiyor, böylece milletin arasına Risale-i Nur daha çok giriyor elhamdülillah. Yani bunlar hep hikmetli hadiseler.
ALTINCI MESELE’DEKİ CEVAP ÇOK MÜHİM
***Meyve Risalesi’nin 6. Meselesinde bahsedilen “Kastamonu’daki lise talebelerinden” birinin de siz olduğunu biliyoruz. “Muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar…” sualinize karşılık Üstadın verdiği cevap, geçenlerde Sabah Gazetesinden Emre Aköz’ün de çok dikkatini çekmişti. Din eğitimi meselesinin de gündemde olduğu bir vasatta Üstadın size verdiği cevap açısından değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?
Evet, ben sordum o suali. Daha evvel Üstadımızın bize verdiği ilk ders On Üçüncü Sözün İkinci Makamı. “Cazibedar bir fitne içerisinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhaveredir” tarzında bir ders var ya. “Kabir var, kimse inkâr edemez. Herkes ister istemez oraya girecek. Oraya girmek için de üç tarzda üç yoldan başka yol yok...” Bu birinci dersimizdir. Altıncı Meseledeki dersi de bundan bir-iki sene sonra verdi. O dönem Hasan Ali Yücel Maarif Vekili idi. Her tarafta Köy Enstitüleri açarak köy öğretmenleri yetiştirme ve bunları tamamen inkılâpçı yetiştirip, milleti dinden arındırma teşebbüsüne geçtiler. Demokrat Parti geldi, elhamdülillah, onların hepsini kaldırdı. Altıncı Mesele’deki cevap çok makul ve mühim bir cevap. Hatta Üstad derdi ki; “Fizik, kimya, tarih, coğrafya vesâire dersleri eğer siz Allah’a inanarak okursanız, aynı Risale-i Nur gibi onlardan istifade edersiniz.” Çünkü hepsi aklımızı çalıştırıyor, tefekküre sevk ediyor. Kâinattaki nizamı-intizamı öğretiyor. Cenâb-ı Hakkın isimlerinin tecellilerini gösteriyor. Hepsi faydalı. Üstad en büyük düşmanımız cehalet demiyor mu zaten. Allah cümlemizi ehl-i iman dairesi içerisinde muhafaza buyursun.
***Üstadla ilgili, hatırladığınızda sizi en çok etkileyen, hiç unutamadığınız bir hatıranızı bizimle paylaşır mısınız?
Herşeyi bırakıp, okulu vesâiresini hiçbir şeyi düşünmeden—Dil Tarih son sınıfa gelmiştim o zaman—Üstadımızın yanına gittiğimde, yanında kalmak istedik. Bize şöyle bir şey söyledi: “Benim yanımda herkes kalamaz. Şartlarım var. Benden duâ dahi istemeyeceksiniz, hiçbir karşılık istemeyeceksiniz. ‘Biz bu zata hizmet ediyoruz, duâsını alırız, ilminden istifade ederiz’ gibi bir niyetle duramazsınız. Ancak ‘Bu adam ihtiyardır, hastadır, gariptir, kimsesizdir, bakıma muhtaçtır’ diye Allah rızası için hizmet ederseniz kalabilirsiniz” demişti. Bunu unutamam hiç.
Yine bir ara ziyaretine gitmiştim. “Üstadım, Ankara’ya, Konya’ya, İstanbul’a, çok yerlere gidiyorsunuz. Urfa’ya da geleceğinizi vaad ettiniz. Urfalılar şimdi sizi bekliyorlar. Ne zaman geleceksiniz?” diye sordum. Dedi ki: “Risale-i Nur orada yok mu?” “Var” dedim. “Orada Risale-i Nur varsa benim gelmeme lüzum yok” dedi. Ama “Gelmeyeceğim” de demedi. Ben aklımdan diyordum ki, Üstad gelecek, ama söylemiyor. Çünkü on sene evvel bizi gönderirken “Ben de Urfa’ya geleceğim” dedi. Hatta “Sana başın sağolsun diyecekler” dedi. Hep böyle işaret etti o. Fakat bizde kafa yok, düşünemedik. Düşünsek bile ehemmiyet vermedik. Orada vefat edeceğine bile işaret etmişti. Cenab-ı Hak kusurumuzu affetsin.
***Gazetemiz aracılığıyla okuyuculara vermek istediğiniz son bir mesaj var mı?
Ben diyorum ki, Risale-i Nur okuyanlara konuşmaya fazla lüzum yok. Risale-i Nur’da her istediklerini bulabilirler. Risale-i Nur’u iyi okunsunlar. Üstadımız “Ben derse muhtacım. Risale-i Nur’u kendim için yazdım, kendim için okuyorum” diyordu. Her nefis derse muhtaçtır. Başta nefsimizi ıslâh ile mükellefiz. Allah bizi kendine güvenenlerden etmesin. Allah’tan başka hiç kimseye güven yok. Üstadımız onun için bizi hakikatlere bağlamış, delillere bağlamış. Kendine bağlamamış, “İnsanların peşinde gidin” demiyor, “Benim peşimde gelin” demiyor. Son zamanında demişti: “Bana bağlanma, Risale-i Nur’a bağlan. Risale-i Nur yeter.”
***Bediüzzaman Hazretlerinin vefat ettiği 23 Mart 1960 tarihinden bugüne baktığımızda, Türkiye’de ve dünyada hizmetlerimiz nereye gelmiştir. Kısaca değerlendirir misiniz?
Ben 1951’de Emirdağ’da Üstadın yanında ve hizmetindeydim. 1940 senesinde de Üstadı Kastamonu’da ziyaret ettim. O zaman ortaokulda talebeydim. O zamandan beri bu işin içindeyim. Elbette ki hizmet çok ilerledi. O zamanla bu zamanı mukayese edecek olursak, o dönem bir vilayette bir-iki Nur Talebesi ya var, ya yoktu. Fakat şimdi elhamdülillah nereye gidersek gidelim—başta Türkiye’nin her yerinde—Risale-i Nur dersaneleri açıldı, Risale-i Nurlar okunmaya başlandı. Siyasîler de bu işi ele almak istediler. Fakat neticede Risale-i Nur’daki delilli-bürhanlı hakikatler, hiç siyasete ihtiyaç kalmadan kendi kendine intişar ediyor ve etti elhamdülillah.
Şimdi o zamanı düşünecek olursak çok ilerleme var. Dünyanın her tarafında—ben Amerika’ya da gittim, Almanya’ya da gidiyorum, Kazakistan vs. Rusya’ya da gittim—elhamdülillah Risale-i Nur’un dersaneleri faaliyette ve bir ilerleme mevcut. Şimdi bu işe kendini tamamen veren bir çok talebe, Risâle-i Nur’a kendini adamış yüzlerce vakıf talebe var. Öğretmen gibi dersanede çalışanlar da var. Her bakımdan Risale-i Nur—hatta biliyorsunuz o sempozyumdan sonra gazetelerin neşriyatı, vs. gösteriyor ki—bu millete en büyük hizmeti yapıyor; komünizmden, anarşiden, imansızlıktan, dinsizlikten memleketin halâsını, kurtuluşunu temine vesile olmuştur ve oluyor elhamdüllilah.
Şimdi aleyhimize çalışanlar yok gibi görünüyor. Tabiî gizli din düşmanları durmazlar, çalışırlar, onlar başka... Fakat şimdi açıkça görülmüyor, çünkü Risale-i Nur’un hakkaniyeti sayesinde onlar susturuluyor. Her tarafta Risale-i Nur galip geliyor.
Almanya’da bile ben kaç kişiye Risâle-i Nur verdim; papazına, profesörüne, öğretmenine, çeşitli münevver kısımlarına verdik. Hiçbirinin itirazını görmedim. “Biz buna karşı bir şey diyemeyiz” diyorlar. Çünkü aklî, mantıkî, ilmî... Sonra Risâle-i Nur “Dünyada şu gayemiz var” diye bir hedef göstermiyor. Diyor ki: “Bizim esas vazifemiz imana hizmettir.” “Allah’ın işine karışmayacak şekilde, Cenab-ı Hakkın emirlerine teslim olarak bizim vazifemiz imana hizmet etmek” diyor. Ve her tarafta elhamdüllah asayişe hizmet eder tarzda müsbet hareketi Nur Talebeleri esas yapmışlar. Kimseye bir zarar vermemeyi, kimseden birşey istemeden sırf lillah için Risale-i Nur’a hizmet etmeyi gaye edinmişler. Çünkü bir insan dinî bir hizmeti Allah rızası için yaparsa o hakikî halis ibadettir. Eğer dünyevî bir maksat, herhangi bir makam, menfaat ve şan-şöhret için yaparsa o dünyevîdir. O adamın ihlâsı bozuktur ve zaten o tesir etmez de. Vesveseden hâlî değildir. Risale-i Nur bize daima hiçbir karşılık beklemeden ihlâsla Risale-i Nur’u tanıtmayı, Risale-i Nur’a hizmet etmeyi öğretiyor.
O zamandan bu zamana çok ilerleme var elhamdülillah. Şimdi dünyada dine karşı bir hareket yoksa ben bunu başta Risale-i Nur’a veriyorum. Evet her cemaat çalışıyor; Risale-i Nur’u program yapan da var, kendilerine göre başka yol tutanlar da var. Fakat hepsinin hizmeti nihayet aynı gayeye götürüyor. Milleti yavaş yavaş imana, Kur’ân’a, hakikatlere doğru götürüyor elhamdülillah.
***Nur Talebeleri arasındaki gruplaşmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Birleşme olmayacak mı?
Üstadımız derdi ki mesleklerde ve meşreplerde ittihad mümkün olmadığı gibi caiz de değildir. Gaye bir ise hepsi bir demektir. Meselâ siz ne yapıyorsunuz: Risale-i Nur’dan anladığınızı tatbike çalışıyorsunuz. Risale-i Nur’u program yapmışsınız. Hocaefendi mektep açmış, dersane açmış, kolej açmış. Orada da mümkün mertebe kendi anlayışları, kabiliyetleri ve güçlerinin yettiği kadar Risale-i Nur’u, birşeyleri öğretmeye çalışıyorlar. Herkesin gayesi neticede imana hizmet olduğu için hepsinin gayesi birdir. Ben hepsi dinsizliğin karşısında bir yumruktur diyorum. Bunlar ayrı ayrı gibi görünüyorlar, ama işbölümü yapmış durumdalar. Meselâ ben Urfa’ya gidiyorum. Gittiğim zaman 1951’di, Urfa’da ancak iki yerde (yazın başka, kışın başka yerde oturuyorduk) ders okunuyordu. Şimdi ise sayısı belli değil. İstanbul, İzmir, Adana, Erzurum da öyle. Her tarafta böyle. Demek ki bu umumî bir ihtiyacın neticesi, gelişmesi oluyor elhamdülillah.
Risale-i Nur bütün aklımıza gelenleri cevaplandırıyor. Bu hizmette olanlar Risale-i Nur’u iyi okumalı. İhlas, Uhuvvet Risalelerini okumalı ve mü’minler arasında birliği beraberliği temine çalışmalı. Arayı açmaya değil, yaklaştırmaya çalışmalı. Mü’mine, Müslümana düşen en büyük vazife ehl-i imanın ittihadı, birliği, beraberliğidir. Bugün bir milyardan fazla Müslüman var. Ecnebîler aramıza girmişler, bizi birbirimizle uğraştırıyorlar, İslâmiyete zarar verecek faaliyetler ortaya koyuyorlar. Bunlara karşı ancak yekvücut, bir vücudun azası gibi olmakla galip gelinebilir. İmansız Cennete giden yok, imansız dünya saadeti de yoktur. Onun için en büyük ve esas mesele imanı kurtarmaktır.
Elhamdülillah Nur Talebeleri arasında şimdi eskiden daha ziyade birlik, beraberlik, yaklaşmak, samimiyet, birbirlerine gelmek-gitmek devam ediyor, daha da sıklaşacak. Nereye gidersek gidelim, hep birbirimize kardeş nazarıyla bakıyoruz. Sempozyumda da söyledim, 1940-41 senesinde Denizli hadisesinden dört-beş ay evvel Üstad şöyle demişti: “Ben gittiğim yerlerde sekiz sene kadar kalıyorum. Şimdi sekiz sene yaklaştı. Ben ya öleceğim, ya buradan gideceğim. Siz hakikî kardeşsiniz. Siz Risale-i Nur’u devamlı okuduğunuz ve yazdığınız için sizi kardeş kabul ediyorum. Birbirinizden ayrılmayacaksınız. Risale-i Nur’dan da ayrılmayacaksınız. Bir zaman gelecek, her tarafta Risale-i Nur’un talebeleri olacak. Belki bir daha görüşürüz, belki görüşemeyiz.” Böyle bir ihtimal de söyleyince çok müteessir olduk. O zaman “Merak etmeyin, tekrar görüşeceğiz” dedi. Üstad senelerce evvel “Siz kardeşsiniz, birbirinizden ayrılmayın, Risale-i Nur’dan ayrılmayın” diyor. Şimdi elhamdülillah görüyoruz ki birbirini tanımak, birbirine yaklaşmak ve müsbet hareket etmek artıyor.
Yaratılış itibariyle kimsenin kimseye benzemediğini görüyoruz. Düşüncelerde de farklılıklar var, hizmetlerde de var. Görüşler, anlayışlar birbirinden ayrı oluyor. Onun için benden darılan, mecbur ötekine gidiyor, ötekinden darılan ötekine gidiyor, böylece milletin arasına Risale-i Nur daha çok giriyor elhamdülillah. Yani bunlar hep hikmetli hadiseler.
ALTINCI MESELE’DEKİ CEVAP ÇOK MÜHİM
***Meyve Risalesi’nin 6. Meselesinde bahsedilen “Kastamonu’daki lise talebelerinden” birinin de siz olduğunu biliyoruz. “Muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar…” sualinize karşılık Üstadın verdiği cevap, geçenlerde Sabah Gazetesinden Emre Aköz’ün de çok dikkatini çekmişti. Din eğitimi meselesinin de gündemde olduğu bir vasatta Üstadın size verdiği cevap açısından değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?
Evet, ben sordum o suali. Daha evvel Üstadımızın bize verdiği ilk ders On Üçüncü Sözün İkinci Makamı. “Cazibedar bir fitne içerisinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhaveredir” tarzında bir ders var ya. “Kabir var, kimse inkâr edemez. Herkes ister istemez oraya girecek. Oraya girmek için de üç tarzda üç yoldan başka yol yok...” Bu birinci dersimizdir. Altıncı Meseledeki dersi de bundan bir-iki sene sonra verdi. O dönem Hasan Ali Yücel Maarif Vekili idi. Her tarafta Köy Enstitüleri açarak köy öğretmenleri yetiştirme ve bunları tamamen inkılâpçı yetiştirip, milleti dinden arındırma teşebbüsüne geçtiler. Demokrat Parti geldi, elhamdülillah, onların hepsini kaldırdı. Altıncı Mesele’deki cevap çok makul ve mühim bir cevap. Hatta Üstad derdi ki; “Fizik, kimya, tarih, coğrafya vesâire dersleri eğer siz Allah’a inanarak okursanız, aynı Risale-i Nur gibi onlardan istifade edersiniz.” Çünkü hepsi aklımızı çalıştırıyor, tefekküre sevk ediyor. Kâinattaki nizamı-intizamı öğretiyor. Cenâb-ı Hakkın isimlerinin tecellilerini gösteriyor. Hepsi faydalı. Üstad en büyük düşmanımız cehalet demiyor mu zaten. Allah cümlemizi ehl-i iman dairesi içerisinde muhafaza buyursun.
***Üstadla ilgili, hatırladığınızda sizi en çok etkileyen, hiç unutamadığınız bir hatıranızı bizimle paylaşır mısınız?
Herşeyi bırakıp, okulu vesâiresini hiçbir şeyi düşünmeden—Dil Tarih son sınıfa gelmiştim o zaman—Üstadımızın yanına gittiğimde, yanında kalmak istedik. Bize şöyle bir şey söyledi: “Benim yanımda herkes kalamaz. Şartlarım var. Benden duâ dahi istemeyeceksiniz, hiçbir karşılık istemeyeceksiniz. ‘Biz bu zata hizmet ediyoruz, duâsını alırız, ilminden istifade ederiz’ gibi bir niyetle duramazsınız. Ancak ‘Bu adam ihtiyardır, hastadır, gariptir, kimsesizdir, bakıma muhtaçtır’ diye Allah rızası için hizmet ederseniz kalabilirsiniz” demişti. Bunu unutamam hiç.
Yine bir ara ziyaretine gitmiştim. “Üstadım, Ankara’ya, Konya’ya, İstanbul’a, çok yerlere gidiyorsunuz. Urfa’ya da geleceğinizi vaad ettiniz. Urfalılar şimdi sizi bekliyorlar. Ne zaman geleceksiniz?” diye sordum. Dedi ki: “Risale-i Nur orada yok mu?” “Var” dedim. “Orada Risale-i Nur varsa benim gelmeme lüzum yok” dedi. Ama “Gelmeyeceğim” de demedi. Ben aklımdan diyordum ki, Üstad gelecek, ama söylemiyor. Çünkü on sene evvel bizi gönderirken “Ben de Urfa’ya geleceğim” dedi. Hatta “Sana başın sağolsun diyecekler” dedi. Hep böyle işaret etti o. Fakat bizde kafa yok, düşünemedik. Düşünsek bile ehemmiyet vermedik. Orada vefat edeceğine bile işaret etmişti. Cenab-ı Hak kusurumuzu affetsin.
***Gazetemiz aracılığıyla okuyuculara vermek istediğiniz son bir mesaj var mı?
Ben diyorum ki, Risale-i Nur okuyanlara konuşmaya fazla lüzum yok. Risale-i Nur’da her istediklerini bulabilirler. Risale-i Nur’u iyi okunsunlar. Üstadımız “Ben derse muhtacım. Risale-i Nur’u kendim için yazdım, kendim için okuyorum” diyordu. Her nefis derse muhtaçtır. Başta nefsimizi ıslâh ile mükellefiz. Allah bizi kendine güvenenlerden etmesin. Allah’tan başka hiç kimseye güven yok. Üstadımız onun için bizi hakikatlere bağlamış, delillere bağlamış. Kendine bağlamamış, “İnsanların peşinde gidin” demiyor, “Benim peşimde gelin” demiyor. Son zamanında demişti: “Bana bağlanma, Risale-i Nur’a bağlan. Risale-i Nur yeter.”
YesilSancak!- Mesaj Sayısı : 278
Rep :
Points : -4
Kayıt tarihi : 05/09/08
Geri: Abdullah Yeğin Ağabey
(Abdullah Yeğin'in Vakit Gazetesinde Çıkan Röportajı)
***Bediüzzaman ile nasıl tanıştınız?
- Bediüzzaman ile 1940 senesinde ortaokul talebesi iken Kastamonu’da görüştüm. Bir arkadaş ile ziyaret ettik. Bize o zaman, “Cazibedar bir fitne içinde bulunan, fakat daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhveredir” diye bir ders yaptı. İlk dersi o zaman aldım. Hutbe-i Şamiye’nin tercümesinde Emirdağ’da bulundum. Üstad’ın söylediklerini dört kişi yazdık. Üstad, bu eserinde İslâm âlemindeki sorunlardan bahsediyor. Müslümanlarda bir ümitsizlik hastalığının olduğunu belirterek, bunun aşılması gerektiğini vurguluyor. Bu eserdeki mesaj ve tesbitler şimdi yaşanan kargaşayı ortadan kaldıracaktır. Çünkü Üstad, herkesi tek olan Allah’ın etrafında toplanmaya çağıran bir âlim.
***Risale-i Nur’un dili çok ağır, sadeleştirilse daha iyi olmaz mı?
- Risale-i Nur’a kalem karıştırmak ve sadeleştirmeye kesinlikle Üstadımız taraftar değil. Kendisi sağ iken bile bu teklifle karşılaşmış, ancak ‘Ben Risale-i Nur’a kalem karıştıramam’ diye cevap vermiştir. Risale-i Nurlar’ın ilhamla geldiği için kalem karıştırıldığı zaman, aslı ve esası bozulur. Risale-i Nurlar’ın esasını korumakla görevliyiz.
“DİNSİZLERE KARIŞMAYAN DEVLET, DİNDARLARA DA KARIŞMAMALI...”
***Bediüzzaman, ilmen küfrün belini kırdığını söylüyor. Burada Müslümanlar küfre karşı somut olarak ne elde etti? Risale-i Nur, İslâm âlemine ne getirdi?
- İslâm âlemi Risale-i Nur’dan şunu öğrendi. “ Türkiye laik bir devlettir. Ama halkı dindardır. Halkı dine kıymet veriyor. Her tarafta Risale-i Nur medreseleri, İmam Hatip liseleri, İlahiyat fakülteleri açıldı. Diyanet İşleri Başkanlığı her tarafta Kur’an kursları açtı. Türkiye gittikçe İslâmî bakımdan uyanıyor. Laikliği din düşmanı olarak algılayanlar değişmeli. Eskiden laikliği din düşmanlığı şeklinde anlatıyorlardı. Bazı devlet adamları İslâmiyete zarar vermek için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Fakat şimdi anlaşıldı ki; laiklik başkadır, din düşmanlığı başkadır. Laiklik devlet işlerine dinin karışmaması manasında anlaşılması gerek. Devlet nasıl ki dinsizlere karışmıyorsa, dindarların faaliyetine de karışmaması gerek.
***Risale-i Nur hizmeti hedefine ulaştı mı?
- Bediüzzaman, davasında mavaffak olmuştur. Risale-i Nur bütün dünyada tanınmış, bütün ilim adamları Risale-i Nur’u kabul etmiş, bu eserlerin faydalı olduğunu beyan etmişlerdir. Bu sempozyumlarda konuşuluyor. Üstadımızın Hutbe-i Şamiye’de istediği İslâm âleminin birlik ve beraberlik içinde olmasıdır. Bu da zamanla olacak. İnşallah bu ileride tahakkuk edecektir. İslâm ve Hıristiyan âlemi Tevhid anlayışı etrafında birleşecek. Üstadımız hiçbir zaman aklın kabul etmeyeceği bir şey söylememiştir.
***Nur cemaatleri çok parçalı görünüyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?
- Zahirde parçalanmak gibi görünüyor. Ancak bu ayrılıklar adeta iş bölümüne döndü. Herkes kendi grubuyla risale okudu. Bu parçalanmalar bize zarar vermedi. Bizi siyasiler ve MİT böldüyse de, bizim programımız değişmedi. Her yerde söylüyorum. Beş parmağın hepsi bir değil. Bunlar dinsizliğin karşısında birleşir. Teferruatta bazı ayrılıklar varsa da, hepimizin hedefi aynıdır. Üstad, meslek ve meşreplerde birliğin olmayacağını ve bunun caiz olmadığını söylüyor. Gaye bir ise, hepsi birdir. Gayemiz İslâm’ın tanınması değil mi? İslâm’ın hak olduğunu söylemek değil mi? Mehmet Kutlular da, Mehmet Fırıncı da, hiç siyasete karışmayan kardeşlerimiz de aynı şeyleri söylüyor. Üstad bana siyasete karışmamamı söyledi. Ben karışmıyorum. Bu ayrılıkların bir önemi yok. Ayrılıklar Nurların halk arasında yayılmasını sağladı.
***Eski Said dönemi de Nurculuk içinde ele alınmalı mı?
- Eski Said, siyasete çok karışıyor. Bütün cemiyetlere ve partilere gidip orda İslâmiyeti anlatıyordu. Üstad, Yeni Said dönemide ise siyaset ile dine hizmet edilemeyeceğini ve siyasetin tarafgirlik fikrini doğurduğunu gördüğü için, manevi alanda hizmet etmeye başladı. Kendisi ‘Biz ehli dünyanın dünyalarına karışmıyoruz. Karışsak bile onlara yardımcı olmak için karışıyoruz’ diyor. Yeni Said döneminde kendini tamamen manevi sahaya verdi. Bazı dönemler siyate karıştığı olduysa da komünizme âlet olmasın diye hükümeti uyarmak amacıyla bunu yaptı. Bunun için Adnan Menderes’i destekledi. Menderes’e oy verin dedi. Menderes çok büyük hizmetler yapmışsa da, tam anlamıyla Üstad’ın dediği gibi hareket etmedi. Müslümanların en büyük gayesi olan şehadet mertebesi, Menderes’e nasip oldu. Menderes şehit oldu.
***Bediüzzaman’ın mezar yeri bilinmiyor? Bu konuyla ilgili neler söyleyeceksiniz?
- Bu önemli değil. Üstad’ımız kendine ve mezarına kıymet vermiyor. Üstad’ımız fikirlere ve Kur’an’dan aldığı hakikatlere değer veriyor. Binaenaleyh kendisi vefafından 4 sene evvel vasiyetinde mezarının gizli olacağını yazdı. Üstad’ın mezarı yıkıldığı zaman üzülmedik. Üstad’ımızın bir kerameti daha çıktı diye sevindik. Üstad’ın şahsına değil; fikirlerine, yazdığı eserlere ve ilkelerine bağlıyız. Birçok insan mezar ziyaretini bilmiyor. Urfa’da Üstad’ımızın mezarı başında nöbet beklerken, köylülerin mezarının toprağını cebine koyup götürdüğünü gördük. Üstad bundan hoşlanmaz. O kendisine hürmet edilmesini istemezdi. İnsanların Allah ve Resulü’ne hürmet etmesini istiyordu. Üstad’ın yanında hürmetkâr bir vaziyette durduğumuz zaman bize öfkeleniyordu. ‘Ben hürmet istemiyorum’ diyordu.
***Dinlerarası diyalog, misyonerlere hizmet mi ediyor?
- İnsanlar konuşa konuşa anlaşır. Biz Hıristiyanlığın hak din olduğunu biliyoruz. Hz. Musa ve İsa’nın peygamber olduğuna bütün Müslümanlar inanır. Bizim temelimiz, İbrahim’in yoludur. Bir tek Allah’ın yolundayız. Şimdi Avrupa’da birçok akademisyen ve papazlar tevhide inanmaya başladı. Bir nevi İslâm olmuşlardır. Papa’nın en yakınındakiler bile İslâmîyet’in hak din olduğunu ilan ediyor. Risale-i Nur’da geçen birlik ve beraberliği teşvik eden konuları siyasetçilerin okuması gerek. ‘Nurcular misyonerlere hizmet ediyor’ iddiası kesinlikle doğru değil. Maalesef dini açıdan Hıristiyan âlemi bilgi sahibi değil. Çok noksanları var. İslâmiyeti hiç bilmiyorlar. İslâmiyet’in onlara anlatmak gerek. Eskiden İslâmiyeti çok kötü biliyorlardı. Şimdi bu değişti. Avrupa’da binlerce camii yapıldı. Hollanda’da İslâm üniversitesi açıldı. Müslümanlara hürmet ediyorlar. Eskisi gibi Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında düşmanlık kalmadı. Bu düşmanlığı, siyasiler ve tarafgirlik yapanlar yapıyor. Hıristiyanların bütün istedikleri Kur’an da mevcuttur. Bizim Kur’an’ı okumamız ve anlamamız gerek. İsa peygamber de bir Müslümandı’
***Türkiye’nin AB’ye girmesi Müslümanların lehine olur mu?
- Eğer biz kuvvetli ve imanlı bir Müslüman olursak, AB’ye girmemizde bir zarar yok. Ancak dinimize sahip çıkmazsak Avrupa’ya İslâm ve Risale-i Nur’u tanıtmazsak, zararlı olabilir. Risale-i Nur bütün meseleleri çözecek.
Adem Balta - 05.04.2005
***Bediüzzaman ile nasıl tanıştınız?
- Bediüzzaman ile 1940 senesinde ortaokul talebesi iken Kastamonu’da görüştüm. Bir arkadaş ile ziyaret ettik. Bize o zaman, “Cazibedar bir fitne içinde bulunan, fakat daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhveredir” diye bir ders yaptı. İlk dersi o zaman aldım. Hutbe-i Şamiye’nin tercümesinde Emirdağ’da bulundum. Üstad’ın söylediklerini dört kişi yazdık. Üstad, bu eserinde İslâm âlemindeki sorunlardan bahsediyor. Müslümanlarda bir ümitsizlik hastalığının olduğunu belirterek, bunun aşılması gerektiğini vurguluyor. Bu eserdeki mesaj ve tesbitler şimdi yaşanan kargaşayı ortadan kaldıracaktır. Çünkü Üstad, herkesi tek olan Allah’ın etrafında toplanmaya çağıran bir âlim.
***Risale-i Nur’un dili çok ağır, sadeleştirilse daha iyi olmaz mı?
- Risale-i Nur’a kalem karıştırmak ve sadeleştirmeye kesinlikle Üstadımız taraftar değil. Kendisi sağ iken bile bu teklifle karşılaşmış, ancak ‘Ben Risale-i Nur’a kalem karıştıramam’ diye cevap vermiştir. Risale-i Nurlar’ın ilhamla geldiği için kalem karıştırıldığı zaman, aslı ve esası bozulur. Risale-i Nurlar’ın esasını korumakla görevliyiz.
“DİNSİZLERE KARIŞMAYAN DEVLET, DİNDARLARA DA KARIŞMAMALI...”
***Bediüzzaman, ilmen küfrün belini kırdığını söylüyor. Burada Müslümanlar küfre karşı somut olarak ne elde etti? Risale-i Nur, İslâm âlemine ne getirdi?
- İslâm âlemi Risale-i Nur’dan şunu öğrendi. “ Türkiye laik bir devlettir. Ama halkı dindardır. Halkı dine kıymet veriyor. Her tarafta Risale-i Nur medreseleri, İmam Hatip liseleri, İlahiyat fakülteleri açıldı. Diyanet İşleri Başkanlığı her tarafta Kur’an kursları açtı. Türkiye gittikçe İslâmî bakımdan uyanıyor. Laikliği din düşmanı olarak algılayanlar değişmeli. Eskiden laikliği din düşmanlığı şeklinde anlatıyorlardı. Bazı devlet adamları İslâmiyete zarar vermek için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Fakat şimdi anlaşıldı ki; laiklik başkadır, din düşmanlığı başkadır. Laiklik devlet işlerine dinin karışmaması manasında anlaşılması gerek. Devlet nasıl ki dinsizlere karışmıyorsa, dindarların faaliyetine de karışmaması gerek.
***Risale-i Nur hizmeti hedefine ulaştı mı?
- Bediüzzaman, davasında mavaffak olmuştur. Risale-i Nur bütün dünyada tanınmış, bütün ilim adamları Risale-i Nur’u kabul etmiş, bu eserlerin faydalı olduğunu beyan etmişlerdir. Bu sempozyumlarda konuşuluyor. Üstadımızın Hutbe-i Şamiye’de istediği İslâm âleminin birlik ve beraberlik içinde olmasıdır. Bu da zamanla olacak. İnşallah bu ileride tahakkuk edecektir. İslâm ve Hıristiyan âlemi Tevhid anlayışı etrafında birleşecek. Üstadımız hiçbir zaman aklın kabul etmeyeceği bir şey söylememiştir.
***Nur cemaatleri çok parçalı görünüyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?
- Zahirde parçalanmak gibi görünüyor. Ancak bu ayrılıklar adeta iş bölümüne döndü. Herkes kendi grubuyla risale okudu. Bu parçalanmalar bize zarar vermedi. Bizi siyasiler ve MİT böldüyse de, bizim programımız değişmedi. Her yerde söylüyorum. Beş parmağın hepsi bir değil. Bunlar dinsizliğin karşısında birleşir. Teferruatta bazı ayrılıklar varsa da, hepimizin hedefi aynıdır. Üstad, meslek ve meşreplerde birliğin olmayacağını ve bunun caiz olmadığını söylüyor. Gaye bir ise, hepsi birdir. Gayemiz İslâm’ın tanınması değil mi? İslâm’ın hak olduğunu söylemek değil mi? Mehmet Kutlular da, Mehmet Fırıncı da, hiç siyasete karışmayan kardeşlerimiz de aynı şeyleri söylüyor. Üstad bana siyasete karışmamamı söyledi. Ben karışmıyorum. Bu ayrılıkların bir önemi yok. Ayrılıklar Nurların halk arasında yayılmasını sağladı.
***Eski Said dönemi de Nurculuk içinde ele alınmalı mı?
- Eski Said, siyasete çok karışıyor. Bütün cemiyetlere ve partilere gidip orda İslâmiyeti anlatıyordu. Üstad, Yeni Said dönemide ise siyaset ile dine hizmet edilemeyeceğini ve siyasetin tarafgirlik fikrini doğurduğunu gördüğü için, manevi alanda hizmet etmeye başladı. Kendisi ‘Biz ehli dünyanın dünyalarına karışmıyoruz. Karışsak bile onlara yardımcı olmak için karışıyoruz’ diyor. Yeni Said döneminde kendini tamamen manevi sahaya verdi. Bazı dönemler siyate karıştığı olduysa da komünizme âlet olmasın diye hükümeti uyarmak amacıyla bunu yaptı. Bunun için Adnan Menderes’i destekledi. Menderes’e oy verin dedi. Menderes çok büyük hizmetler yapmışsa da, tam anlamıyla Üstad’ın dediği gibi hareket etmedi. Müslümanların en büyük gayesi olan şehadet mertebesi, Menderes’e nasip oldu. Menderes şehit oldu.
***Bediüzzaman’ın mezar yeri bilinmiyor? Bu konuyla ilgili neler söyleyeceksiniz?
- Bu önemli değil. Üstad’ımız kendine ve mezarına kıymet vermiyor. Üstad’ımız fikirlere ve Kur’an’dan aldığı hakikatlere değer veriyor. Binaenaleyh kendisi vefafından 4 sene evvel vasiyetinde mezarının gizli olacağını yazdı. Üstad’ın mezarı yıkıldığı zaman üzülmedik. Üstad’ımızın bir kerameti daha çıktı diye sevindik. Üstad’ın şahsına değil; fikirlerine, yazdığı eserlere ve ilkelerine bağlıyız. Birçok insan mezar ziyaretini bilmiyor. Urfa’da Üstad’ımızın mezarı başında nöbet beklerken, köylülerin mezarının toprağını cebine koyup götürdüğünü gördük. Üstad bundan hoşlanmaz. O kendisine hürmet edilmesini istemezdi. İnsanların Allah ve Resulü’ne hürmet etmesini istiyordu. Üstad’ın yanında hürmetkâr bir vaziyette durduğumuz zaman bize öfkeleniyordu. ‘Ben hürmet istemiyorum’ diyordu.
***Dinlerarası diyalog, misyonerlere hizmet mi ediyor?
- İnsanlar konuşa konuşa anlaşır. Biz Hıristiyanlığın hak din olduğunu biliyoruz. Hz. Musa ve İsa’nın peygamber olduğuna bütün Müslümanlar inanır. Bizim temelimiz, İbrahim’in yoludur. Bir tek Allah’ın yolundayız. Şimdi Avrupa’da birçok akademisyen ve papazlar tevhide inanmaya başladı. Bir nevi İslâm olmuşlardır. Papa’nın en yakınındakiler bile İslâmîyet’in hak din olduğunu ilan ediyor. Risale-i Nur’da geçen birlik ve beraberliği teşvik eden konuları siyasetçilerin okuması gerek. ‘Nurcular misyonerlere hizmet ediyor’ iddiası kesinlikle doğru değil. Maalesef dini açıdan Hıristiyan âlemi bilgi sahibi değil. Çok noksanları var. İslâmiyeti hiç bilmiyorlar. İslâmiyet’in onlara anlatmak gerek. Eskiden İslâmiyeti çok kötü biliyorlardı. Şimdi bu değişti. Avrupa’da binlerce camii yapıldı. Hollanda’da İslâm üniversitesi açıldı. Müslümanlara hürmet ediyorlar. Eskisi gibi Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında düşmanlık kalmadı. Bu düşmanlığı, siyasiler ve tarafgirlik yapanlar yapıyor. Hıristiyanların bütün istedikleri Kur’an da mevcuttur. Bizim Kur’an’ı okumamız ve anlamamız gerek. İsa peygamber de bir Müslümandı’
***Türkiye’nin AB’ye girmesi Müslümanların lehine olur mu?
- Eğer biz kuvvetli ve imanlı bir Müslüman olursak, AB’ye girmemizde bir zarar yok. Ancak dinimize sahip çıkmazsak Avrupa’ya İslâm ve Risale-i Nur’u tanıtmazsak, zararlı olabilir. Risale-i Nur bütün meseleleri çözecek.
Adem Balta - 05.04.2005
YesilSancak!- Mesaj Sayısı : 278
Rep :
Points : -4
Kayıt tarihi : 05/09/08
Geri: Abdullah Yeğin Ağabey
Abdullah Yeğin: İttihad-ı İslâm için, önce kalplerimiz ittihad etmeli
*Yakın zamanda, Suriye ve Fas’ta Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’la ilgili olarak gerçekleşen sempozyumlarda bulundunuz. İzlenimleriniz neler?
Suriye’deki sempozyumda, ileri gelen âlimler, Suriye umumi müftüsü, Şam müftüsü, Halep müftüsü, Diyanet Bakanı ve yine bakanlardan, mebuslardan bazı zâtlar vardı. Hepsi de, Risâle-i Nur ve hususan Hutbe-i Şamiye hakkında konuştular. Üstadımıza hayranlıklarını ifade ettiler. Onun ihlâsından, fedakârlığından, cesaretinden ve Risâle-i Nur’un harikalığından söz ettiler. “Bu zamanda dinsizlerle nasıl mücadele edilir, nasıl sabredilir, nasıl takva gösterilir?” gibi muhtelif konulara değindiler. Ve bu konuşmaları, televizyonda da verdiler.
Fas’ın güneyindeki Agadir şehrinde ise, İlahiyat fakültesi profesörleri, Üstad ve Risâle-i Nurlar hakkında konuştu. Üstadımızın ibret-i âlem yazılarından bahsettiler. Herkes bir mevzuu ele almış. Çok heyecanlı, Risâle-i Nurlara bağlı ve hepsi de takvalı profesörler... Elhamdülillah, Risâle-i Nur’u çok güzel anlattılar. Başkalarına sorduğumda da, aldığım cevap bu.
Sempozyumun asıl başlığı “Maksatlar ve hikmetleri anlamada Bediüzzaman’ın metodu” idi. Agadir’de bir üniversitenin Şeriat Fakültesi ve İstanbul İlim ve Kültür Vakfı’nca organize edilmiş. Binden fazla cemaat ve hususan üniversite öğrencileri vardı. Talebelerin hepsi de hayranlıklarını ifade ettiler. En son, talebeler de konuşmak istediler ve şiirlerini okudular. Üstad hakkında Arapça şiirler yazmışlar.
*Siz de konuşma yaptınız mı?
Ben Şam’daki “Hutbe-i Şamiye” sempozyumunda konuşmuştum. Onlara bir teşekkür bâbında, selâmdan sonra Üstadımızdan bir hatıra anlattım. Hatıram şuydu:
1951’de Emirdağ’da Üstadımızın yanında olduğum sıralardı. Üstadımız hastaydı, yatıyordu. Elinde de küçük bir kitap vardı. Bu kitap, İstanbul’dan gelmiş kendisine. Yattığı yerden bu kitabı okuyor, bakıyor, karıştırıyordu. Sonra, birdenbire doğruldu ve dedi ki: “Bu kitap, benim hastalığımın devâsıdır.” Zaten Üstad, her ne zaman bir kitap veya mühim bir mevzu hakkında makale yazmışsa, bir hastalıktan sonradır veya hastalık esnâsındadır. Bir sıkıntıdan sonra bir ferahlık gelir o şekilde. Kitabı göstererek, “Bunu da tercüme edeceğiz” dedi. “Bu Hutbe-i Şâmiyeyi tercüme edeceğiz. Eli kalem tutanlar gelsinler” dedi. Çağırdık, dört kişi olduk. Üstadımız tercüme etti, biz de yazdık. Kaç saat sürdüğü hatırımda kalmadı. İşte, Hutbe-i Şamiye’nin ilk defa Türkçe’ye çevrilmesi bu senedir.
Sonra Hutbe-i Şamiye, kitap halinde çıktıktan sonra İstanbul’da çıkan bazı gazetelerin makalelerinden ilâveler, zeyller yapıldı. Kitap halinde teksir edildi. O zamanki Demokrat Parti’nin dindar mebuslarına gönderildi. Üstadımız diyordu ki: “Benden siyaset istiyorlar. Bu kitap, benim siyasetimdir.” Çünkü o, ittihad-ı İslâmdan bahsediyor. İslâm birliğinden, kalplerin birliğinden ve İslâm âlemindeki hastalıklardan bahsediyor. Bu esere çok ehemmiyet veriyordu Üstadımız.
Yani bu ittihad-ı İslâm için de, evvelâ ittihad-ı kulûb lâzım. İç işlerimizde serbest olsak da, hiç olmazsa dış işlerimizde, umumi meselelerde ittihad edebiliriz. Bakınız İslâm âlemi ne kadar geniş, ne kadar çok. Fakat tam bir ittihad olmadığı için, düşmanlar içimize giriyor. İslâm düşmanları kısımlara ayırıyor bizleri. Kimisi ırkçılığı vesile yapıyor, kimisi başka menfaatleri... Bu şekilde İslâm âlemi tam bir ittihad içinde olamıyor. Bunun tek çaresi, Müslümanların Risâle-i Nur’u veya Hutbe-i Şamiye’yi program yaparak çalışmasıdır. Cenâb-ı Hak cümlemizi ihlâsla bu hizmette istihdam eylesin inşaallah. İşte buna benzer meseleler anlattım orada.
*Üstad, ittihad-ı İslâma hakikaten çok ehemmiyet vermiş. Bugünlerde de çok ihtiyaç var bu mânâya...
Malûmunuz, Üstadımız, Hutbe-i Şamiye’de “İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkişafına ve beşeri tenvir etmesine mümânâat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümânâat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel o fecrin emâreleri göründü. Yetmiş birde fecr-i sâdıkı başladı veya başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzip de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sâdık çıkacak” diyor.
Şimdi ben öyle zannediyorum ki, İslâm âlemindeki bu hareketler inşaallah ittihad-ı İslâma bir vesile olur. Çünkü her tarafa bakıyoruz, Amerika’da olsun, Rusya’da olsun, bütün İslâm âleminde birbirine yaklaşmak ve İslâmiyete geçmek var. İslâmiyete giren pek çok papaz var. Meselâ bize bir papazdan mektup geldi. Nasıl Hıristiyan olmuş, nasıl papaz olmuş ve İslâmiyeti nasıl Risâle-i Nur vasıtasıyla anlamış, Müslüman olmuş anlatıyor. Şimdi bütün kuvvetiyle Risâle-i Nur’dan istifade etmeye çalışıyor. Her yerde buna benzer havâdis işitiyoruz Elhamdülillah. Bunlar, İslâm âleminin tekrar kuvvetleneceğine ve hak dinin gâlip geleceğine işarettir. Bu, Kur’ân’ın “Bütün dinlere üstün kılmak üzere Resûlünü hidayet ve hak din ile gönderen Odur” (Fetih Suresi: 28) âyetinden de anlaşılabiliyor.
Elhamdülillah, dünyanın her tarafında İslâmiyete bir dönüş var. İnşaallah biz cehaleti, Avrupa’yı körü körüne taklidi bırakır ve dinimize sımsıkı sarılırsak mesele hallolur. Çünkü dinimizin esası, kardeşlik ve birlik-beraberliktir. Sonra iman üzerine müesses olduğu için, hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir bir kuvvet kazanıyor. Ecdadımızın bütün dünyaya hâkim oluşu, dinimiz ve imanımız sayesindedir.
Şimdi esas mesele, Üstadımızın gösterdiği program nedir? Biz esas olarak, sevgi, ikna, ilim, güzel sözler, ahlâkımız ve takvamızla hareket edersek, o zaman elbetteki Hıristiyanlar da İslâmiyete girecekler. Ne diyor Üstadımız bir makalesinde: “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler.” Hutbe-i Şamiye’de bunu söylüyor. Bugün merak edilenler, Hutbe-i Şamiye’de birer birer izah edilmiştir. Meselâ bizim en büyük düşmanımız ümitsizlik, cehalet. Bu sebeple, hak yolunda birleşmek, birbirini sevmek yerine; tarafgirlik ederek, birbirine menfaat için düşmanlık yapılıyor. Bunun tek çaresi, bu dünyanın fânî olduğunu anlamamız, iman esaslarına sım sıkı sarılmamız ve esas hayatın ahiret hayatı olduğunun şuurunda olmamız. Üstadımızın çoğu zaman söylediği şuydu: “Bu zaman, imanı kurtarmak zamanıdır.”
*İttihad-ı İslâm, terörün de çaresi aslında, değil mi?
Tabiî ki. Bizim programımız, Kur’ân-ı Kerim’dir. Kur’ân-ı Kerim’de ne diyor? “Mü’minler ancak kardeştirler” (Hucurat Sûresi). 22. Mektub, bunu çok güzel izah etmiş. 22. Mektub’u program yapar okursak ve onu yaşarsak, İslâm kardeşliğini daha iyi idrak ederiz.
İslâm düşmanları ırkçılığı içimize atıyor ve insanları birbirine düşman gibi yapıyor. Bunun tek çaresi, bir Allah’ın kulu olduğumuzun, bir Allah’a ibadet ettiğimizin şuurunda olmak. Dinimiz bir, kıblemiz bir, Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, memleketimiz bir olduğu halde, birbirimize düşmanlık etmek, cehaletten ve İslâmiyet’i bilmemekten ileri geliyor. İşte Mektubat’ta, bilhassa bu hususta bir mevzu var. 26. Mektub’un Üçüncü Mebhas’ı. Burada da diyor ki: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.” (Hucurat Sûresi, 49:13.) Yani, ‘Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir.’”
Velhâsıl, bu, yedi mesele halinde izah ediliyor. Meselâ, “İslâmiyet, cahiliyet asabiyetini kökünden kesmiş” deniyor. Maalesef işte, cehaletimizden, İslâmiyet’i iyi bilmediğimizden cahil gençleri kandırıyorlar ve bu şekilde birbirine düşman gösteriyorlar. Allah, cümlemizi muhafaza eylesin.
*Bu arada, Üstadın Medresetü’z Zehra projesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Terör ve ırkçılık gibi sosyal yaralara merhem olabilir mi? Ayrıca bu projenin, bir şekilde tahakkuk ettiğini söyleyebilir miyiz?
Elbette, içtimâi marazlara merhemdir bu proje. Ama maddeten tahakkuk etmemiştir. Biliyorsunuz, isimle, resimle bu olmaz. Fakat, Risâle-i Nur’u Anadolu ve dünya çapında neşretmek sûretiyle, Medresetü’z Zehra’nın esas gayesi olan İslâm kardeşliğine, Müslümanların birlik ve beraberliğine bir derece hizmet edilmiş. Üstadımızın da müjdelediği gibi ileride maddeten de tahakkuk edecek inşallah. Fakat o şart ile ki, Müslümanlar bütün kuvvetleriyle İslâm’ı esas yapmalılar.
*Münâzarât’ta, meşrutiyetle ilgili olarak geçen “Eğer siz tembel kalıp da onun yolunu yapmazsanız, tembellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz” cümlesi hakkında ne düşünüyorsunuz? O yıllara geldik mi?
Rahmetli Menderes’in dediği “inkılap softaları” gibi bazı maniler var. Her şeye burunlarını sokuyor, ondan sonra milleti birbirine düşman ediyorlar. Halbuki inkılâp nedir? İnkılap, şimdiye kadar bizi dünyaya tanıtan, birlik ve beraberlik içerisinde bütün dünyaya meydan okuyacak hâle getiren dinimizdir, imanımızdır, İslâmî ahlâkımızdır. Biz İslâmî ahlâkı sevdirmeye çalışacağımız yerde, bir kimse İslâmiyet’ten bahsetse, İslâmiyet’i müdafaa etse, gerici diye aleyhinde bulunuyoruz. Cehaletimizin bir numunesidir bu. İnşaallah meşrutiyetin cemâlini tamamen görürüz. Tabiî, çalışmamız lâzım.
*Rusya’da, Rusça olan bazı Risâle-i Nur eserlerinin yasaklanmasına nasıl bakıyorsunuz?
Onun hakkında Rusya’da müsbet bir makale çıkmış. İşittiğime göre bunu yazan gazeteyi de toplatmışlar.
Bu hâdise, Rus Emniyetinin işi duyduğuma göre.
Şimdi millet, daha ziyade internete giriyor, Risâle-i Nur’u internetten okuyor diyorlar... Dershaneler yine açılıyor, Risâle-i Nurlar yine yayılıyor. Risâle-i Nur, Rusya’da, Moskova’da, yanılmıyorsam iki defa beraat etti.
Tataristan’daki bir Yahudi savcı bu yasağa sebep olmuş. Demiş ki: “Nurcuların her tarafta şubesi var. Bu, ileride, Rusya’nın başına büyük bir gaile açabilir. Onun için Risale-i Nur’u yasaklamamız lâzım.” Rus emniyetçileri de, onun sözüne aldanmışlar. Hatta, gelen haberlerden duyduğuma göre, karar veren hâkim “Biz mecburuz böyle karar vermeye, yukarıdan öyle emrediliyor” demiş. Baskı altındalar yani. İfsat komitesi var... Sonra orada çok duran bir profesör de dedi ki: “Rusya’da her şey rüşvetledir, parayladır, menfaatledir. Biz hakimlere eğer rüşvet, para versek kararı değiştirirler.” Adalet yok yani. Fakat bu adaletsizlik içerisinde Risâle-i Nur parlayacak inşallah, gelen haberler öyle.
Türkiye’de cesaret etmek istediler, edemediler, orada da edemeyecekler.
*Hizmet maksatlı seyahat ettiğiniz başka ülkeler de var mı?
Avustralya’ya, Filipinlere de gittik. Elhamdülillah, nereye gittiysek Nurcular faaliyette. Risâle-i Nur faaliyette. Her tarafta dershaneler çoğalıyor gittikçe.
Filipinler’deyken bir yolda gördüm. Bir tarafta cami sembolü, diğer tarafta kilise... İkisinden birer el çıkıyor, musafaha ediyor. İslâm-Hıristiyan kardeşliği kurmuşlar.
Altmış kadar üniversitede Risâle-i Nur’un ders kitabı olmasına çalışıyorlar şimdi. Oranın YÖK başkanı Prof. Dr. Nora Şerif, Asa-yı Musa’yı okuyunca, gelmiş iki yüz adet daha Asa-yı Musa almış. “Ne yapacaksın?” demişler. “Talebelerime okutacağım” demiş.
Filipinlerde 10 milyona yakın Müslüman var. 70 milyon kadar da Hıristiyan... Hep beraber çalışıyorlar. Hatta bir Papazın konuşmasını dinledik orada. Sordum “Ne diyor?”. Demiş ki Papaz: “İsa (as) ‘Benden sonra peygamber gelmeyecek’ dememiş. Peygamber gelebilir, Hz. Muhammed peygamber olabilir.” Bu mânâda bir konferans verdi orada.
Filipinlerde birkaç sempozyum oldu biz gittiğimizde. Hepsi, Hıristiyan Müslüman karışık okuyorlar. Hep böyle Risâle-i Nur üzerinde dersler yapılıyor.
Prof. Nora Şerif, Türkiye’deki sempozyumda da konuşma yapmıştı. “En güzel o konuştu” diyorlar. “Bizim duâmızı Allah kabul etti. Biz ağladık. Öyle bir eser bekledik. Allah ihtiyacımıza göre bize ihsan etti” diyor.
*Bundan sonra Nur hizmetinin seyrini nasıl görüyorsunuz?
Malûm, “La ya’lemul gaybe illallah” umumi bir düsturdur. Eğer biz iyi çalışırsak, Risâle-i Nur’u hazmedersek, nefsimizin tesiri altında kalmazsak, aklımız, kalbimiz tam meşbû olarak Risâle-i Nur’u program yapıp, birlik ve beraberlik içerisinde bir vücudun azaları gibi İhlâs ve Uhuvvet risalelerini esas yaparak, teferruâta bakmayarak, kimsenin kusuru üzerinde durmayarak hizmeti esas gaye yaparsak, inşaallah kısa bir zamanda dünyanın rengi değişecektir. Nasıl Türkiye’nin rengi değişmiştir, dünya da inşallah değişecek.
*23 Mart vesilesiyle gazetemiz aracılığıyla okuyuculara vermek istediğiniz bir mesaj var mı?
Bütün Müslüman kardeşlerimizden Hutbe-i Şamiye’yi tekrar okumalarını, Üstadımızın şahıslara değil, delile, bürhana tabi olduğunu bilerek, Risâle-i Nur’u program yaparak çalışmalarını istiyoruz. Cehalet bizim en büyük düşmanımız. Tarafgirlik, particilik de bize zarar veriyor. Bir hakikati beraberce okuyup anladıktan ve ona karar verdikten sonra, elbette ki, münakaşayla teferruat üzerinde durup birbirimize soğuk bakmak, akıl kârı değildir. İnşallah İhlâs düsturlarını esas gaye yaparız. Rahmetiyle, keremiyle Cenâb-ı Hak bizi istihdam eder. Hizmet-i imaniye yine inşallah büyük fütuhata vesile olur. Üstadımızın istihdamı, yani tasarrufu vefat ettiği halde devam ediyor. Cenâb-ı Hak cümlemizi nefsimizin şerrinden kurtarsın.
Yeni Asya - İsmail Tezer - 23.03.2008
*Yakın zamanda, Suriye ve Fas’ta Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’la ilgili olarak gerçekleşen sempozyumlarda bulundunuz. İzlenimleriniz neler?
Suriye’deki sempozyumda, ileri gelen âlimler, Suriye umumi müftüsü, Şam müftüsü, Halep müftüsü, Diyanet Bakanı ve yine bakanlardan, mebuslardan bazı zâtlar vardı. Hepsi de, Risâle-i Nur ve hususan Hutbe-i Şamiye hakkında konuştular. Üstadımıza hayranlıklarını ifade ettiler. Onun ihlâsından, fedakârlığından, cesaretinden ve Risâle-i Nur’un harikalığından söz ettiler. “Bu zamanda dinsizlerle nasıl mücadele edilir, nasıl sabredilir, nasıl takva gösterilir?” gibi muhtelif konulara değindiler. Ve bu konuşmaları, televizyonda da verdiler.
Fas’ın güneyindeki Agadir şehrinde ise, İlahiyat fakültesi profesörleri, Üstad ve Risâle-i Nurlar hakkında konuştu. Üstadımızın ibret-i âlem yazılarından bahsettiler. Herkes bir mevzuu ele almış. Çok heyecanlı, Risâle-i Nurlara bağlı ve hepsi de takvalı profesörler... Elhamdülillah, Risâle-i Nur’u çok güzel anlattılar. Başkalarına sorduğumda da, aldığım cevap bu.
Sempozyumun asıl başlığı “Maksatlar ve hikmetleri anlamada Bediüzzaman’ın metodu” idi. Agadir’de bir üniversitenin Şeriat Fakültesi ve İstanbul İlim ve Kültür Vakfı’nca organize edilmiş. Binden fazla cemaat ve hususan üniversite öğrencileri vardı. Talebelerin hepsi de hayranlıklarını ifade ettiler. En son, talebeler de konuşmak istediler ve şiirlerini okudular. Üstad hakkında Arapça şiirler yazmışlar.
*Siz de konuşma yaptınız mı?
Ben Şam’daki “Hutbe-i Şamiye” sempozyumunda konuşmuştum. Onlara bir teşekkür bâbında, selâmdan sonra Üstadımızdan bir hatıra anlattım. Hatıram şuydu:
1951’de Emirdağ’da Üstadımızın yanında olduğum sıralardı. Üstadımız hastaydı, yatıyordu. Elinde de küçük bir kitap vardı. Bu kitap, İstanbul’dan gelmiş kendisine. Yattığı yerden bu kitabı okuyor, bakıyor, karıştırıyordu. Sonra, birdenbire doğruldu ve dedi ki: “Bu kitap, benim hastalığımın devâsıdır.” Zaten Üstad, her ne zaman bir kitap veya mühim bir mevzu hakkında makale yazmışsa, bir hastalıktan sonradır veya hastalık esnâsındadır. Bir sıkıntıdan sonra bir ferahlık gelir o şekilde. Kitabı göstererek, “Bunu da tercüme edeceğiz” dedi. “Bu Hutbe-i Şâmiyeyi tercüme edeceğiz. Eli kalem tutanlar gelsinler” dedi. Çağırdık, dört kişi olduk. Üstadımız tercüme etti, biz de yazdık. Kaç saat sürdüğü hatırımda kalmadı. İşte, Hutbe-i Şamiye’nin ilk defa Türkçe’ye çevrilmesi bu senedir.
Sonra Hutbe-i Şamiye, kitap halinde çıktıktan sonra İstanbul’da çıkan bazı gazetelerin makalelerinden ilâveler, zeyller yapıldı. Kitap halinde teksir edildi. O zamanki Demokrat Parti’nin dindar mebuslarına gönderildi. Üstadımız diyordu ki: “Benden siyaset istiyorlar. Bu kitap, benim siyasetimdir.” Çünkü o, ittihad-ı İslâmdan bahsediyor. İslâm birliğinden, kalplerin birliğinden ve İslâm âlemindeki hastalıklardan bahsediyor. Bu esere çok ehemmiyet veriyordu Üstadımız.
Yani bu ittihad-ı İslâm için de, evvelâ ittihad-ı kulûb lâzım. İç işlerimizde serbest olsak da, hiç olmazsa dış işlerimizde, umumi meselelerde ittihad edebiliriz. Bakınız İslâm âlemi ne kadar geniş, ne kadar çok. Fakat tam bir ittihad olmadığı için, düşmanlar içimize giriyor. İslâm düşmanları kısımlara ayırıyor bizleri. Kimisi ırkçılığı vesile yapıyor, kimisi başka menfaatleri... Bu şekilde İslâm âlemi tam bir ittihad içinde olamıyor. Bunun tek çaresi, Müslümanların Risâle-i Nur’u veya Hutbe-i Şamiye’yi program yaparak çalışmasıdır. Cenâb-ı Hak cümlemizi ihlâsla bu hizmette istihdam eylesin inşaallah. İşte buna benzer meseleler anlattım orada.
*Üstad, ittihad-ı İslâma hakikaten çok ehemmiyet vermiş. Bugünlerde de çok ihtiyaç var bu mânâya...
Malûmunuz, Üstadımız, Hutbe-i Şamiye’de “İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkişafına ve beşeri tenvir etmesine mümânâat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümânâat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel o fecrin emâreleri göründü. Yetmiş birde fecr-i sâdıkı başladı veya başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzip de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sâdık çıkacak” diyor.
Şimdi ben öyle zannediyorum ki, İslâm âlemindeki bu hareketler inşaallah ittihad-ı İslâma bir vesile olur. Çünkü her tarafa bakıyoruz, Amerika’da olsun, Rusya’da olsun, bütün İslâm âleminde birbirine yaklaşmak ve İslâmiyete geçmek var. İslâmiyete giren pek çok papaz var. Meselâ bize bir papazdan mektup geldi. Nasıl Hıristiyan olmuş, nasıl papaz olmuş ve İslâmiyeti nasıl Risâle-i Nur vasıtasıyla anlamış, Müslüman olmuş anlatıyor. Şimdi bütün kuvvetiyle Risâle-i Nur’dan istifade etmeye çalışıyor. Her yerde buna benzer havâdis işitiyoruz Elhamdülillah. Bunlar, İslâm âleminin tekrar kuvvetleneceğine ve hak dinin gâlip geleceğine işarettir. Bu, Kur’ân’ın “Bütün dinlere üstün kılmak üzere Resûlünü hidayet ve hak din ile gönderen Odur” (Fetih Suresi: 28) âyetinden de anlaşılabiliyor.
Elhamdülillah, dünyanın her tarafında İslâmiyete bir dönüş var. İnşaallah biz cehaleti, Avrupa’yı körü körüne taklidi bırakır ve dinimize sımsıkı sarılırsak mesele hallolur. Çünkü dinimizin esası, kardeşlik ve birlik-beraberliktir. Sonra iman üzerine müesses olduğu için, hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir bir kuvvet kazanıyor. Ecdadımızın bütün dünyaya hâkim oluşu, dinimiz ve imanımız sayesindedir.
Şimdi esas mesele, Üstadımızın gösterdiği program nedir? Biz esas olarak, sevgi, ikna, ilim, güzel sözler, ahlâkımız ve takvamızla hareket edersek, o zaman elbetteki Hıristiyanlar da İslâmiyete girecekler. Ne diyor Üstadımız bir makalesinde: “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler.” Hutbe-i Şamiye’de bunu söylüyor. Bugün merak edilenler, Hutbe-i Şamiye’de birer birer izah edilmiştir. Meselâ bizim en büyük düşmanımız ümitsizlik, cehalet. Bu sebeple, hak yolunda birleşmek, birbirini sevmek yerine; tarafgirlik ederek, birbirine menfaat için düşmanlık yapılıyor. Bunun tek çaresi, bu dünyanın fânî olduğunu anlamamız, iman esaslarına sım sıkı sarılmamız ve esas hayatın ahiret hayatı olduğunun şuurunda olmamız. Üstadımızın çoğu zaman söylediği şuydu: “Bu zaman, imanı kurtarmak zamanıdır.”
*İttihad-ı İslâm, terörün de çaresi aslında, değil mi?
Tabiî ki. Bizim programımız, Kur’ân-ı Kerim’dir. Kur’ân-ı Kerim’de ne diyor? “Mü’minler ancak kardeştirler” (Hucurat Sûresi). 22. Mektub, bunu çok güzel izah etmiş. 22. Mektub’u program yapar okursak ve onu yaşarsak, İslâm kardeşliğini daha iyi idrak ederiz.
İslâm düşmanları ırkçılığı içimize atıyor ve insanları birbirine düşman gibi yapıyor. Bunun tek çaresi, bir Allah’ın kulu olduğumuzun, bir Allah’a ibadet ettiğimizin şuurunda olmak. Dinimiz bir, kıblemiz bir, Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, memleketimiz bir olduğu halde, birbirimize düşmanlık etmek, cehaletten ve İslâmiyet’i bilmemekten ileri geliyor. İşte Mektubat’ta, bilhassa bu hususta bir mevzu var. 26. Mektub’un Üçüncü Mebhas’ı. Burada da diyor ki: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.” (Hucurat Sûresi, 49:13.) Yani, ‘Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir.’”
Velhâsıl, bu, yedi mesele halinde izah ediliyor. Meselâ, “İslâmiyet, cahiliyet asabiyetini kökünden kesmiş” deniyor. Maalesef işte, cehaletimizden, İslâmiyet’i iyi bilmediğimizden cahil gençleri kandırıyorlar ve bu şekilde birbirine düşman gösteriyorlar. Allah, cümlemizi muhafaza eylesin.
*Bu arada, Üstadın Medresetü’z Zehra projesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Terör ve ırkçılık gibi sosyal yaralara merhem olabilir mi? Ayrıca bu projenin, bir şekilde tahakkuk ettiğini söyleyebilir miyiz?
Elbette, içtimâi marazlara merhemdir bu proje. Ama maddeten tahakkuk etmemiştir. Biliyorsunuz, isimle, resimle bu olmaz. Fakat, Risâle-i Nur’u Anadolu ve dünya çapında neşretmek sûretiyle, Medresetü’z Zehra’nın esas gayesi olan İslâm kardeşliğine, Müslümanların birlik ve beraberliğine bir derece hizmet edilmiş. Üstadımızın da müjdelediği gibi ileride maddeten de tahakkuk edecek inşallah. Fakat o şart ile ki, Müslümanlar bütün kuvvetleriyle İslâm’ı esas yapmalılar.
*Münâzarât’ta, meşrutiyetle ilgili olarak geçen “Eğer siz tembel kalıp da onun yolunu yapmazsanız, tembellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz” cümlesi hakkında ne düşünüyorsunuz? O yıllara geldik mi?
Rahmetli Menderes’in dediği “inkılap softaları” gibi bazı maniler var. Her şeye burunlarını sokuyor, ondan sonra milleti birbirine düşman ediyorlar. Halbuki inkılâp nedir? İnkılap, şimdiye kadar bizi dünyaya tanıtan, birlik ve beraberlik içerisinde bütün dünyaya meydan okuyacak hâle getiren dinimizdir, imanımızdır, İslâmî ahlâkımızdır. Biz İslâmî ahlâkı sevdirmeye çalışacağımız yerde, bir kimse İslâmiyet’ten bahsetse, İslâmiyet’i müdafaa etse, gerici diye aleyhinde bulunuyoruz. Cehaletimizin bir numunesidir bu. İnşaallah meşrutiyetin cemâlini tamamen görürüz. Tabiî, çalışmamız lâzım.
*Rusya’da, Rusça olan bazı Risâle-i Nur eserlerinin yasaklanmasına nasıl bakıyorsunuz?
Onun hakkında Rusya’da müsbet bir makale çıkmış. İşittiğime göre bunu yazan gazeteyi de toplatmışlar.
Bu hâdise, Rus Emniyetinin işi duyduğuma göre.
Şimdi millet, daha ziyade internete giriyor, Risâle-i Nur’u internetten okuyor diyorlar... Dershaneler yine açılıyor, Risâle-i Nurlar yine yayılıyor. Risâle-i Nur, Rusya’da, Moskova’da, yanılmıyorsam iki defa beraat etti.
Tataristan’daki bir Yahudi savcı bu yasağa sebep olmuş. Demiş ki: “Nurcuların her tarafta şubesi var. Bu, ileride, Rusya’nın başına büyük bir gaile açabilir. Onun için Risale-i Nur’u yasaklamamız lâzım.” Rus emniyetçileri de, onun sözüne aldanmışlar. Hatta, gelen haberlerden duyduğuma göre, karar veren hâkim “Biz mecburuz böyle karar vermeye, yukarıdan öyle emrediliyor” demiş. Baskı altındalar yani. İfsat komitesi var... Sonra orada çok duran bir profesör de dedi ki: “Rusya’da her şey rüşvetledir, parayladır, menfaatledir. Biz hakimlere eğer rüşvet, para versek kararı değiştirirler.” Adalet yok yani. Fakat bu adaletsizlik içerisinde Risâle-i Nur parlayacak inşallah, gelen haberler öyle.
Türkiye’de cesaret etmek istediler, edemediler, orada da edemeyecekler.
*Hizmet maksatlı seyahat ettiğiniz başka ülkeler de var mı?
Avustralya’ya, Filipinlere de gittik. Elhamdülillah, nereye gittiysek Nurcular faaliyette. Risâle-i Nur faaliyette. Her tarafta dershaneler çoğalıyor gittikçe.
Filipinler’deyken bir yolda gördüm. Bir tarafta cami sembolü, diğer tarafta kilise... İkisinden birer el çıkıyor, musafaha ediyor. İslâm-Hıristiyan kardeşliği kurmuşlar.
Altmış kadar üniversitede Risâle-i Nur’un ders kitabı olmasına çalışıyorlar şimdi. Oranın YÖK başkanı Prof. Dr. Nora Şerif, Asa-yı Musa’yı okuyunca, gelmiş iki yüz adet daha Asa-yı Musa almış. “Ne yapacaksın?” demişler. “Talebelerime okutacağım” demiş.
Filipinlerde 10 milyona yakın Müslüman var. 70 milyon kadar da Hıristiyan... Hep beraber çalışıyorlar. Hatta bir Papazın konuşmasını dinledik orada. Sordum “Ne diyor?”. Demiş ki Papaz: “İsa (as) ‘Benden sonra peygamber gelmeyecek’ dememiş. Peygamber gelebilir, Hz. Muhammed peygamber olabilir.” Bu mânâda bir konferans verdi orada.
Filipinlerde birkaç sempozyum oldu biz gittiğimizde. Hepsi, Hıristiyan Müslüman karışık okuyorlar. Hep böyle Risâle-i Nur üzerinde dersler yapılıyor.
Prof. Nora Şerif, Türkiye’deki sempozyumda da konuşma yapmıştı. “En güzel o konuştu” diyorlar. “Bizim duâmızı Allah kabul etti. Biz ağladık. Öyle bir eser bekledik. Allah ihtiyacımıza göre bize ihsan etti” diyor.
*Bundan sonra Nur hizmetinin seyrini nasıl görüyorsunuz?
Malûm, “La ya’lemul gaybe illallah” umumi bir düsturdur. Eğer biz iyi çalışırsak, Risâle-i Nur’u hazmedersek, nefsimizin tesiri altında kalmazsak, aklımız, kalbimiz tam meşbû olarak Risâle-i Nur’u program yapıp, birlik ve beraberlik içerisinde bir vücudun azaları gibi İhlâs ve Uhuvvet risalelerini esas yaparak, teferruâta bakmayarak, kimsenin kusuru üzerinde durmayarak hizmeti esas gaye yaparsak, inşaallah kısa bir zamanda dünyanın rengi değişecektir. Nasıl Türkiye’nin rengi değişmiştir, dünya da inşallah değişecek.
*23 Mart vesilesiyle gazetemiz aracılığıyla okuyuculara vermek istediğiniz bir mesaj var mı?
Bütün Müslüman kardeşlerimizden Hutbe-i Şamiye’yi tekrar okumalarını, Üstadımızın şahıslara değil, delile, bürhana tabi olduğunu bilerek, Risâle-i Nur’u program yaparak çalışmalarını istiyoruz. Cehalet bizim en büyük düşmanımız. Tarafgirlik, particilik de bize zarar veriyor. Bir hakikati beraberce okuyup anladıktan ve ona karar verdikten sonra, elbette ki, münakaşayla teferruat üzerinde durup birbirimize soğuk bakmak, akıl kârı değildir. İnşallah İhlâs düsturlarını esas gaye yaparız. Rahmetiyle, keremiyle Cenâb-ı Hak bizi istihdam eder. Hizmet-i imaniye yine inşallah büyük fütuhata vesile olur. Üstadımızın istihdamı, yani tasarrufu vefat ettiği halde devam ediyor. Cenâb-ı Hak cümlemizi nefsimizin şerrinden kurtarsın.
Yeni Asya - İsmail Tezer - 23.03.2008
YesilSancak!- Mesaj Sayısı : 278
Rep :
Points : -4
Kayıt tarihi : 05/09/08
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz