Mustafa Sungur Ağabey
1 sayfadaki 1 sayfası
Mustafa Sungur Ağabey
Mustafa Sungur Ağabey Hatıralar
Suffa Hatırası
Mustafa Sungur Ağabey, Üstad ve Risalelerle alakalı hatıraları naklediyor "1947'de Üstad Bediüzzaman Said Nursiyi ziyaretini, 1946'da Risale-i Nur'u ve Nur Talebelerini nasıl tanıdığını anlatıyor.
Bilgisayarına İndir
İzlemek için Tıklayın
Suffa Hatırası
Mustafa Sungur Ağabey, Üstad ve Risalelerle alakalı hatıraları naklediyor "1947'de Üstad Bediüzzaman Said Nursiyi ziyaretini, 1946'da Risale-i Nur'u ve Nur Talebelerini nasıl tanıdığını anlatıyor.
Bilgisayarına İndir
İzlemek için Tıklayın
En son YesilSancak! tarafından C.tesi Eyl. 13 2008, 02:55 tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
YesilSancak!- Mesaj Sayısı : 278
Rep :
Points : -4
Kayıt tarihi : 05/09/08
Geri: Mustafa Sungur Ağabey
Mustafa Sungur Ağabey ile Yapılan Röportajlar
** Üstad Peygamber Efendimizi nasıl tarif ediyor?
Ben ne diyebilirim ki? Üstad en güzel şekilde tarif etmiş. 19. Mektub ve 19. Söz en güzel tarif edici. Ayrıca tüm risâlelerde var hemen hemen. Ne desem sönük kalır.
Marifetü’n-Nebî çok güzel bir tarif edicidir. Oradan okumak istiyorum:
“Mucize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammed’dir (a.s.m.).
“Zat-ı Zülcelâl ona demiş: ‘Ve inneke le alâ hulikin azîm / Ve hiç şüphesiz ki sen pek büyük bir ahlâk üzerindesin.’ (Kalem Sûresi: 4)
“Bütün ümmet, hatta düşmanları da dahil olduğu halde, icma etmişler ki; bütün ahlâk-ı haseneye câmidir.
“Nübüvvetten evvel, ondaki ahlâk-ı hamîdenin kemâline tercüman olan ‘Muhammedü’l-Emîn’ ünvanıyla iştihar etmiştir.
“Hazret-i Âişe (r.a.) her vakit derdi: ‘Hulukuhü’l-Kur’ân / Onun ahlâkı Kur’ândı’. Demek Kur’ân’ın tazammun ettiği bütün ahlâk-ı haseneye câmi idi.
“İşte o zât-ı kerimde icmâ-i ümmetle, tevatür-ü manevî-i kat’î ile sabittir ki:
“İnsanların sîreten ve sûreten en cemîli ve en halîmi ve en sâbiri ve en şâkiri ve en zâhidi ve en mütevâzıı ve en afîfi ve en cevâdı ve kerîmi ve en rahîmi ve en âdili; herkesten ziyade mürüvvet, vakar, afüvv, sıhhat-i fehm, şefkat gibi ne kadar secâyâ-yı âliye varsa, en mükemmel bir fihriste-i nurânîsidir.
“Bunların içindeki nokta-i icaz şudur ki:
“Ahlâk-ı hasene çendan birbirine mübayin değil; fakat derece-i kemâlde birbirine müzahemet eder. Biri galebe çalsa, öteki zaifleşir. Meselâ:
“Kemâl-i hilm ile kemâl-i şecaat; hem kemâl-i tevazu ile kemâl-i şehamet; hem kemâl-i adalet ile kemâl-i merhamet ve mürüvvet; hem tam iktisad ve itidal ile tamam-ı kerem ve sehavet; hem gayet vakar ile nihayet haya; hem gayet şefkat ile nihayet el-buğz-u fillah; hem gayet afüvv ile nihayet izzet-i nefs; hem gayet tevekkül ile nihayet içtihad gibi mecâmi-i ahlâk-ı mütezahime, birden derece-i âliyede, bir zatta içtimaı, müzayakasız inkişafları mucizelerin mucizesidir.” (Şuaât, Marifetü’n-Nebî)
** Bu güzel tarif ve hakikatlerden insanlık haberdar edilmeli, değil mi?
Peygamber Efendimizi, Üstad’ın en mükemmel mânâda tarif ettiği, her geçen gün dünyanın değişik yerlerinden tasdik ediliyor Elhamdülillah. Geçenlerde Mısır’a yaptığımız seyahatte, Ezher Üniversitesi Usûlüddin Fakültesi Dekan Vekili Mustafa İbrahim Lidumeyr de “Peygamberimizi (a.s.m.) müdafaa edecek kimsenin olmadığı bir zamanda Bediüzzaman çıkmış; Peygamberimizi (a.s.m.) bütün dünyaya karşı tek başına müdafaa etmiş” diyordu. Böyle deyince, orada bulunan bir şeyh şöyle diyor: “Madem kimsenin olmadığı bir dönemde Bediüzzaman çıkıyor, Peygamberimizi müdafaa ediyor. Öyleyse niye onun yoluna gitmiyoruz? Haydi hep beraber onun yoluna gidelim.”
Yine Hatice Nebravi isminde bir hanım, Üstadın, Hz. Peygamberin (a.s.m.) metodunu takip ettiğini söyleyerek, “Peygamber (a.s.m.), aslından uzaklaşmış bir toplumu tekrar aslına rücû ettirdi. Onun varisi olan Bediüzzaman da, bu asırda aslından uzaklaşmış bir toplumu, yavaş yavaş aslına rücû ettiriyor” diyordu.
** Neşriyatımız tarafından, “Risâle-i Nur’da Hz. Muhammed (a.s.m.)” isimli, Risâle-i Nur’daki Peygamber Efendimizle ilgili bölümlerin toplandığı bir tanzim çalışması hazırlandı. Bunu nasıl değerlendirirsiniz?
Çok güzel buluyorum, tebrik ediyorum.
** Son olarak söylemek istediğiniz birşey var mı?
Ahmed Feyzi Ağabeyin müdafaasından bir bölüm okumak istiyorum:
“Tahsil hayatı, üç aydan başka mevcut olmadığı halde, bu kadar feyz-i ilim neşreden ve ilmin harikalarıyla en müntehâ mesâil-i ilmiye ve âliyede en yüksek mütefekkirleri dahi hayrette bırakacak bir mantık ulviyeti ibraz eden ve hayatının yarısından sonra öğrendiği bir lisanla bu kadar cazibedar bir tarz-ı beyan ve sürükleyici bir hareket izhar eden ve gayet feyyâz bir aşk ve heyecan terennüm eden bir derya-yı iman ve bir hazine-i tevhid ve bir umman-ı hikmet halinde coşan bir ikinci Bediüzzaman gösterebilir misiniz?”
** Üstad Peygamber Efendimizi nasıl tarif ediyor?
Ben ne diyebilirim ki? Üstad en güzel şekilde tarif etmiş. 19. Mektub ve 19. Söz en güzel tarif edici. Ayrıca tüm risâlelerde var hemen hemen. Ne desem sönük kalır.
Marifetü’n-Nebî çok güzel bir tarif edicidir. Oradan okumak istiyorum:
“Mucize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammed’dir (a.s.m.).
“Zat-ı Zülcelâl ona demiş: ‘Ve inneke le alâ hulikin azîm / Ve hiç şüphesiz ki sen pek büyük bir ahlâk üzerindesin.’ (Kalem Sûresi: 4)
“Bütün ümmet, hatta düşmanları da dahil olduğu halde, icma etmişler ki; bütün ahlâk-ı haseneye câmidir.
“Nübüvvetten evvel, ondaki ahlâk-ı hamîdenin kemâline tercüman olan ‘Muhammedü’l-Emîn’ ünvanıyla iştihar etmiştir.
“Hazret-i Âişe (r.a.) her vakit derdi: ‘Hulukuhü’l-Kur’ân / Onun ahlâkı Kur’ândı’. Demek Kur’ân’ın tazammun ettiği bütün ahlâk-ı haseneye câmi idi.
“İşte o zât-ı kerimde icmâ-i ümmetle, tevatür-ü manevî-i kat’î ile sabittir ki:
“İnsanların sîreten ve sûreten en cemîli ve en halîmi ve en sâbiri ve en şâkiri ve en zâhidi ve en mütevâzıı ve en afîfi ve en cevâdı ve kerîmi ve en rahîmi ve en âdili; herkesten ziyade mürüvvet, vakar, afüvv, sıhhat-i fehm, şefkat gibi ne kadar secâyâ-yı âliye varsa, en mükemmel bir fihriste-i nurânîsidir.
“Bunların içindeki nokta-i icaz şudur ki:
“Ahlâk-ı hasene çendan birbirine mübayin değil; fakat derece-i kemâlde birbirine müzahemet eder. Biri galebe çalsa, öteki zaifleşir. Meselâ:
“Kemâl-i hilm ile kemâl-i şecaat; hem kemâl-i tevazu ile kemâl-i şehamet; hem kemâl-i adalet ile kemâl-i merhamet ve mürüvvet; hem tam iktisad ve itidal ile tamam-ı kerem ve sehavet; hem gayet vakar ile nihayet haya; hem gayet şefkat ile nihayet el-buğz-u fillah; hem gayet afüvv ile nihayet izzet-i nefs; hem gayet tevekkül ile nihayet içtihad gibi mecâmi-i ahlâk-ı mütezahime, birden derece-i âliyede, bir zatta içtimaı, müzayakasız inkişafları mucizelerin mucizesidir.” (Şuaât, Marifetü’n-Nebî)
** Bu güzel tarif ve hakikatlerden insanlık haberdar edilmeli, değil mi?
Peygamber Efendimizi, Üstad’ın en mükemmel mânâda tarif ettiği, her geçen gün dünyanın değişik yerlerinden tasdik ediliyor Elhamdülillah. Geçenlerde Mısır’a yaptığımız seyahatte, Ezher Üniversitesi Usûlüddin Fakültesi Dekan Vekili Mustafa İbrahim Lidumeyr de “Peygamberimizi (a.s.m.) müdafaa edecek kimsenin olmadığı bir zamanda Bediüzzaman çıkmış; Peygamberimizi (a.s.m.) bütün dünyaya karşı tek başına müdafaa etmiş” diyordu. Böyle deyince, orada bulunan bir şeyh şöyle diyor: “Madem kimsenin olmadığı bir dönemde Bediüzzaman çıkıyor, Peygamberimizi müdafaa ediyor. Öyleyse niye onun yoluna gitmiyoruz? Haydi hep beraber onun yoluna gidelim.”
Yine Hatice Nebravi isminde bir hanım, Üstadın, Hz. Peygamberin (a.s.m.) metodunu takip ettiğini söyleyerek, “Peygamber (a.s.m.), aslından uzaklaşmış bir toplumu tekrar aslına rücû ettirdi. Onun varisi olan Bediüzzaman da, bu asırda aslından uzaklaşmış bir toplumu, yavaş yavaş aslına rücû ettiriyor” diyordu.
** Neşriyatımız tarafından, “Risâle-i Nur’da Hz. Muhammed (a.s.m.)” isimli, Risâle-i Nur’daki Peygamber Efendimizle ilgili bölümlerin toplandığı bir tanzim çalışması hazırlandı. Bunu nasıl değerlendirirsiniz?
Çok güzel buluyorum, tebrik ediyorum.
** Son olarak söylemek istediğiniz birşey var mı?
Ahmed Feyzi Ağabeyin müdafaasından bir bölüm okumak istiyorum:
“Tahsil hayatı, üç aydan başka mevcut olmadığı halde, bu kadar feyz-i ilim neşreden ve ilmin harikalarıyla en müntehâ mesâil-i ilmiye ve âliyede en yüksek mütefekkirleri dahi hayrette bırakacak bir mantık ulviyeti ibraz eden ve hayatının yarısından sonra öğrendiği bir lisanla bu kadar cazibedar bir tarz-ı beyan ve sürükleyici bir hareket izhar eden ve gayet feyyâz bir aşk ve heyecan terennüm eden bir derya-yı iman ve bir hazine-i tevhid ve bir umman-ı hikmet halinde coşan bir ikinci Bediüzzaman gösterebilir misiniz?”
YesilSancak!- Mesaj Sayısı : 278
Rep :
Points : -4
Kayıt tarihi : 05/09/08
Geri: Mustafa Sungur Ağabey
(Başka Bir Röportaj)
***Bediüzzaman Hazretlerinin vefat ettiği 23 Mart 1960 tarihinden bugüne baktığımızda, Türkiye’de ve dünyada hizmetlerimiz nereye gelmiştir. Kısaca değerlendirir misiniz?
Üstad mânen yaşıyor. Her tarafta, dahilde ve hariçte eserleri okunuyor. Gittikçe genişliyor. Talebeleri her tarafta, her yerde git gide çoğalıyor. Şimdi göz kamaştırıcı hizmetler var. Müsbet bir hizmet. İman hizmeti yani. Çokluk, kalabalık için demiyorum bunları. Öyle gençler var ki takva sahibi, marifetullahta ilerlemiş gençler. İmanlı, istikametli, vatana ve millete faydalı gençler... Bu vatanın mânevî halaskârı olan Risâle-i Nur şimalden gelen dehşetli cereyana mukabele etmiş. Bunun gibi bir çok beyanlar var Risâle-i Nur’da. Şimdi bunlar kendini göstermeye başlıyor. Zaten talebeler itibariyle bunlar tahakkuk etmiş, bir de küllî olarak, bir cereyan halinde, insanlık ve İslâm âleminde elhamdülillah çok hayırlı neticeler vermiştir. Türkiye’nin her vilayet, kaza ve köylerinde can-ı gönülden Risâle-i Nur okunuyor elhamdülillah. Risâle-i Nur’un bu milletin manevî halaskârı olduğu mânâsı meydana çıkıyor. Hem de ilim ve fenlerle beraber... İlim ve fenlerle beraber derken de muradım şudur: Biliyorsunuz bu kâinat Esmâ-i İlâhiyenin aynasıdır. İnsanlar ve her şey Cenâb-ı Hakkın isimlerinin aynalarıdır. İlimler de öyledir. Meselâ Tıp ilmi Şafî isminin tecellîsi ve mazharıdır. Üstad kâinatı öyle okuyarak ve okutarak dile getirmiş ki, Risâle-i Nur eserlerinde mevcudatı konuşturmuş sanki. Buradan ben milletimize demek isterim ki, Risâle-i Nur’a sahip olsunlar, bilhassa gençler Risâle-i Nur’a sarılsınlar. Üstad bunu çok söylüyor. Risâle-i Nur felsefeden, tabiattan, ilim ve fenden gelen dalâleti izale ediyor. Yani ne diyor? Cenâb-ı Hak Alîm’dir, Hakîm’dir, yoktan yaratıcıdır. Materyalist felsefe ‘sebeplerin biraraya gelmesinden terkip sûretiyle madde vücuda gelmiştir’ diyorlar, icadı inkâr ediyorlar. Allah’ın yaratmasını akıllarına sığdıramadıklarından inkâr ediyorlar. Şimdi şu cümleye bakın: “Eşyanın icadı ya âdemden olur, ya terkip suretinde sair anâsırdan ve mevcudattan toplanır. Eğer birtek zâta verilse, o vakit herhalde o zâtın her şeye muhit bir ilmi ve her şeye müstevli bir kudreti bulunacak. Ve bu surette, onun ilminde suretleri ve vücud-u ilmîleri bulunan eşyaya vücud-u haricî vermek ve zahir bir âdemden çıkarmak ise, bir kibrit çakar gibi veya göze görünmeyen bir yazıyla yazılan bir hattı göze göstermek için gösterici bir maddeyi üstüne geçirmek ve sürmek gibi veya fotoğrafın aynasındaki sureti kâğıt üstüne nakleden kolay ameliyat gibi gayet kolay bir sûrette, Sâniin ilminde planları ve programları ve mânevî miktarları bulunan eşyayı, emr-i Künfeyekûn ile âdem-i zahirîden vücud-u haricîye çıkarır...” (Şuâlar, s. 27) Risâle-i Nur bu gibi izahlarla felsefeden gelen şüpheleri izale ediyor. Risâle-i Nur’un küfrün, inkârın karşısında manevî atom bombası gibi bir tesir taşımasının en birinci sebebi bu ilmî izahlarıdır. Üstad Cenâb-ı Hakkın isimlerinin nurlarını kâinat aynasında aynen müşahede etmiş. Cenâb-ı Hak hâzır ve nâzır. Biri “Nasıl?” diyor. Üstad diyor ki: “Cenâb-ı Hakkın bir ismi de Nur. Cenâb-ı Hakkın Nur isminin yanında Güneş toprak gibi kesif kalıyor...”Böyle vermiş misalleri. Sonra sıfatları ve isimleri de var. Kudret ve İlim nuru her tarafı kaplamış. Güzel isimlerinin ve sıfatların nurları... Eşya sanatlı. Herbir ağacın yaprağı sanatlı. Meyveler sanatlı. Çiçekler sanatlı. Şimdi bunun tesadüfe havalesi mümkün değil. Bu gibi Risâle-i Nur’da her hususta izahlar, ispatlar ve beyanlar var. İşte mekteplilerin çoklukla Risâle-i Nur’u okuması ve onların dertlerine deva olması, Risâle-i Nur’un şüpheleri izale etmesi, güneş gibi iman hakikatlerini ruhlara şırınga etmesi bu dâvâya büyük bir kuvvet oluşturuyor.
***Yurtdışındaki Risâle-i Nur hizmetlerinden biraz bahseder misiniz?
Risâle-i Nur şimdi her dile tercüme ediliyor. Şu ana kadar 35 dile çevrilmiştir. Rusça’ya 15 kitap tercüme edildi. Endonezya’daki 230 milyon Müslüman’a Mektubat, Lem’alar, Mesnevî-i Nuriye ve Tarihçe-i Hayat binlerce basılmış. İşte orada herbirinde Üstad var. Şimdi Çince’ye de tercüme ediliyor. Talebeler hep gayret gösteriyorlar. Yurtdışında hizmetin en yaygın olduğu ülkeler hangisi? Bir defa Almanya. Eskiden beri orada devam ediyor. Ondan sonra Mısır ve Kahire’de Arapça külliyat yayılıyor. Uzakdoğuda ise Malezya’da, Endonezya’da, Filipinler’de, Japonya’da, Güney Kore’de, Kuzey Kore’de. Güney Afrika’da, bilhassa Fas ve Cezayir’de elhamdülillah. Amerika’da, hemen hemen her tarafta var elhamdüllilah. Gayretler oluyor.
***Nur Talebeleri arasındaki gruplaşmalara nasıl bakıyorsunuz?
Risâle-i Nur câmîdir. Yani bütün tasarrufat-ı İlâhiyeye ve Esma-i İlâhiyeye aynadır. Bir başka tabirle külliyete mazhardır. İşte herkes, her bir tarzda külliyete mazhar olamadığından, ayrı ayrı mazharlar, ayineler ve tarzlar var. En mühimmi, tesellî bahşeden ve insanı sürura sevk eden şu ki; herkes Risâle-i Nur’u basıyor. Yani Risâle-i Nur okuyor. Risâle-i Nur’u mercî yapmış. Herbir Nur Talebesi birer Said gibi kemal-i ferah ve neşe ile Risâle-i Nur’u neşrediyor. Arada bir sızlanma oluyor tabi. Bu arı oğul vermek gibidir. Öyle telâkki ediyoruz. Sonra muvaffakiyet oluyor herbirisinde. Muhataplar çoğalıyor. Dersaneler doluyor. İhlâs ve Uhuvvet Risâleleri herbirinde mevcut. Neşrediyorlar ve okuyorlar da. Bunun için birbirlerine karşı kalben ayrılık kalkıyor, uhuvvet ve sohbet başlıyor. Ayrılık bir nevî birliğe, dirliğe dönüşüyor. Risâle-i Nur’da tarikat tarzı olmadığı için herbirisi bir genç Said. Risâle-i Nur neşriyatı mühimdir. Dersler var, Risâle-i Nurlar okunuyor. Keşke daha yakın olunsa da birbirini ziyaret ve görüşmek olsa. İnsan daha çok beslenir. Çünkü bizim dairemizde muhabbet esastır. İttihad ve ittifak esastır. O hisle birbirinden istifade ederler. Birbirinde fani olmak yani. İhlâs Lem’asında bunun esasları var. Hepsinden hisse alır, hepsini kendine de mal eder, bütün o hizmet kendininmiş gibi ruhu ve kalbi huzur bulur. Hakikaten de dâr-ı ahirette ondan fayda görür.
***23 Mart vesilesiyle Nur Talebelerine vermek istediğiniz bir mesaj var mı?
Estağfirullah, ben ne vereyim? Nur talebeleri kendileri Risâle-i Nur’dan mesaj alıyorlar. Risâle-i Nur’da iki cihet var. Biri delil ve hüccetle dolu. Her şeyi aklen makul bir şekilde izah ve ispat ediyor. Biri de; manevî feyzi var. Yani Üstad “Risâle-i Nur’un okunduğu yerde hazırım” diyor. Ne demek yani? Demek ki Üstad ruhen çok yüksek bir zattır. Bütün hayatı istikamet ve takva ile gitmiş. Hep ilimle meşgul olmuş. Böyle olunca onun ruh, kalp, akıl ve lâtifeleri çok inkişaf etmiş. Âlemi bir saray gibi temaşa etmiş. Onun talebelerinde bile öyle olanlar var elhamdülillah.
M. İsmail TEZER - Yeni Asya - 23.03.2005
***Bediüzzaman Hazretlerinin vefat ettiği 23 Mart 1960 tarihinden bugüne baktığımızda, Türkiye’de ve dünyada hizmetlerimiz nereye gelmiştir. Kısaca değerlendirir misiniz?
Üstad mânen yaşıyor. Her tarafta, dahilde ve hariçte eserleri okunuyor. Gittikçe genişliyor. Talebeleri her tarafta, her yerde git gide çoğalıyor. Şimdi göz kamaştırıcı hizmetler var. Müsbet bir hizmet. İman hizmeti yani. Çokluk, kalabalık için demiyorum bunları. Öyle gençler var ki takva sahibi, marifetullahta ilerlemiş gençler. İmanlı, istikametli, vatana ve millete faydalı gençler... Bu vatanın mânevî halaskârı olan Risâle-i Nur şimalden gelen dehşetli cereyana mukabele etmiş. Bunun gibi bir çok beyanlar var Risâle-i Nur’da. Şimdi bunlar kendini göstermeye başlıyor. Zaten talebeler itibariyle bunlar tahakkuk etmiş, bir de küllî olarak, bir cereyan halinde, insanlık ve İslâm âleminde elhamdülillah çok hayırlı neticeler vermiştir. Türkiye’nin her vilayet, kaza ve köylerinde can-ı gönülden Risâle-i Nur okunuyor elhamdülillah. Risâle-i Nur’un bu milletin manevî halaskârı olduğu mânâsı meydana çıkıyor. Hem de ilim ve fenlerle beraber... İlim ve fenlerle beraber derken de muradım şudur: Biliyorsunuz bu kâinat Esmâ-i İlâhiyenin aynasıdır. İnsanlar ve her şey Cenâb-ı Hakkın isimlerinin aynalarıdır. İlimler de öyledir. Meselâ Tıp ilmi Şafî isminin tecellîsi ve mazharıdır. Üstad kâinatı öyle okuyarak ve okutarak dile getirmiş ki, Risâle-i Nur eserlerinde mevcudatı konuşturmuş sanki. Buradan ben milletimize demek isterim ki, Risâle-i Nur’a sahip olsunlar, bilhassa gençler Risâle-i Nur’a sarılsınlar. Üstad bunu çok söylüyor. Risâle-i Nur felsefeden, tabiattan, ilim ve fenden gelen dalâleti izale ediyor. Yani ne diyor? Cenâb-ı Hak Alîm’dir, Hakîm’dir, yoktan yaratıcıdır. Materyalist felsefe ‘sebeplerin biraraya gelmesinden terkip sûretiyle madde vücuda gelmiştir’ diyorlar, icadı inkâr ediyorlar. Allah’ın yaratmasını akıllarına sığdıramadıklarından inkâr ediyorlar. Şimdi şu cümleye bakın: “Eşyanın icadı ya âdemden olur, ya terkip suretinde sair anâsırdan ve mevcudattan toplanır. Eğer birtek zâta verilse, o vakit herhalde o zâtın her şeye muhit bir ilmi ve her şeye müstevli bir kudreti bulunacak. Ve bu surette, onun ilminde suretleri ve vücud-u ilmîleri bulunan eşyaya vücud-u haricî vermek ve zahir bir âdemden çıkarmak ise, bir kibrit çakar gibi veya göze görünmeyen bir yazıyla yazılan bir hattı göze göstermek için gösterici bir maddeyi üstüne geçirmek ve sürmek gibi veya fotoğrafın aynasındaki sureti kâğıt üstüne nakleden kolay ameliyat gibi gayet kolay bir sûrette, Sâniin ilminde planları ve programları ve mânevî miktarları bulunan eşyayı, emr-i Künfeyekûn ile âdem-i zahirîden vücud-u haricîye çıkarır...” (Şuâlar, s. 27) Risâle-i Nur bu gibi izahlarla felsefeden gelen şüpheleri izale ediyor. Risâle-i Nur’un küfrün, inkârın karşısında manevî atom bombası gibi bir tesir taşımasının en birinci sebebi bu ilmî izahlarıdır. Üstad Cenâb-ı Hakkın isimlerinin nurlarını kâinat aynasında aynen müşahede etmiş. Cenâb-ı Hak hâzır ve nâzır. Biri “Nasıl?” diyor. Üstad diyor ki: “Cenâb-ı Hakkın bir ismi de Nur. Cenâb-ı Hakkın Nur isminin yanında Güneş toprak gibi kesif kalıyor...”Böyle vermiş misalleri. Sonra sıfatları ve isimleri de var. Kudret ve İlim nuru her tarafı kaplamış. Güzel isimlerinin ve sıfatların nurları... Eşya sanatlı. Herbir ağacın yaprağı sanatlı. Meyveler sanatlı. Çiçekler sanatlı. Şimdi bunun tesadüfe havalesi mümkün değil. Bu gibi Risâle-i Nur’da her hususta izahlar, ispatlar ve beyanlar var. İşte mekteplilerin çoklukla Risâle-i Nur’u okuması ve onların dertlerine deva olması, Risâle-i Nur’un şüpheleri izale etmesi, güneş gibi iman hakikatlerini ruhlara şırınga etmesi bu dâvâya büyük bir kuvvet oluşturuyor.
***Yurtdışındaki Risâle-i Nur hizmetlerinden biraz bahseder misiniz?
Risâle-i Nur şimdi her dile tercüme ediliyor. Şu ana kadar 35 dile çevrilmiştir. Rusça’ya 15 kitap tercüme edildi. Endonezya’daki 230 milyon Müslüman’a Mektubat, Lem’alar, Mesnevî-i Nuriye ve Tarihçe-i Hayat binlerce basılmış. İşte orada herbirinde Üstad var. Şimdi Çince’ye de tercüme ediliyor. Talebeler hep gayret gösteriyorlar. Yurtdışında hizmetin en yaygın olduğu ülkeler hangisi? Bir defa Almanya. Eskiden beri orada devam ediyor. Ondan sonra Mısır ve Kahire’de Arapça külliyat yayılıyor. Uzakdoğuda ise Malezya’da, Endonezya’da, Filipinler’de, Japonya’da, Güney Kore’de, Kuzey Kore’de. Güney Afrika’da, bilhassa Fas ve Cezayir’de elhamdülillah. Amerika’da, hemen hemen her tarafta var elhamdüllilah. Gayretler oluyor.
***Nur Talebeleri arasındaki gruplaşmalara nasıl bakıyorsunuz?
Risâle-i Nur câmîdir. Yani bütün tasarrufat-ı İlâhiyeye ve Esma-i İlâhiyeye aynadır. Bir başka tabirle külliyete mazhardır. İşte herkes, her bir tarzda külliyete mazhar olamadığından, ayrı ayrı mazharlar, ayineler ve tarzlar var. En mühimmi, tesellî bahşeden ve insanı sürura sevk eden şu ki; herkes Risâle-i Nur’u basıyor. Yani Risâle-i Nur okuyor. Risâle-i Nur’u mercî yapmış. Herbir Nur Talebesi birer Said gibi kemal-i ferah ve neşe ile Risâle-i Nur’u neşrediyor. Arada bir sızlanma oluyor tabi. Bu arı oğul vermek gibidir. Öyle telâkki ediyoruz. Sonra muvaffakiyet oluyor herbirisinde. Muhataplar çoğalıyor. Dersaneler doluyor. İhlâs ve Uhuvvet Risâleleri herbirinde mevcut. Neşrediyorlar ve okuyorlar da. Bunun için birbirlerine karşı kalben ayrılık kalkıyor, uhuvvet ve sohbet başlıyor. Ayrılık bir nevî birliğe, dirliğe dönüşüyor. Risâle-i Nur’da tarikat tarzı olmadığı için herbirisi bir genç Said. Risâle-i Nur neşriyatı mühimdir. Dersler var, Risâle-i Nurlar okunuyor. Keşke daha yakın olunsa da birbirini ziyaret ve görüşmek olsa. İnsan daha çok beslenir. Çünkü bizim dairemizde muhabbet esastır. İttihad ve ittifak esastır. O hisle birbirinden istifade ederler. Birbirinde fani olmak yani. İhlâs Lem’asında bunun esasları var. Hepsinden hisse alır, hepsini kendine de mal eder, bütün o hizmet kendininmiş gibi ruhu ve kalbi huzur bulur. Hakikaten de dâr-ı ahirette ondan fayda görür.
***23 Mart vesilesiyle Nur Talebelerine vermek istediğiniz bir mesaj var mı?
Estağfirullah, ben ne vereyim? Nur talebeleri kendileri Risâle-i Nur’dan mesaj alıyorlar. Risâle-i Nur’da iki cihet var. Biri delil ve hüccetle dolu. Her şeyi aklen makul bir şekilde izah ve ispat ediyor. Biri de; manevî feyzi var. Yani Üstad “Risâle-i Nur’un okunduğu yerde hazırım” diyor. Ne demek yani? Demek ki Üstad ruhen çok yüksek bir zattır. Bütün hayatı istikamet ve takva ile gitmiş. Hep ilimle meşgul olmuş. Böyle olunca onun ruh, kalp, akıl ve lâtifeleri çok inkişaf etmiş. Âlemi bir saray gibi temaşa etmiş. Onun talebelerinde bile öyle olanlar var elhamdülillah.
M. İsmail TEZER - Yeni Asya - 23.03.2005
YesilSancak!- Mesaj Sayısı : 278
Rep :
Points : -4
Kayıt tarihi : 05/09/08
Geri: Mustafa Sungur Ağabey
Mustafa Sungur'un Sabahtaki Röportajı)
Bugün Nur hareketinin en önemli isimlerinden biri de Mustafa Sungur. Sungur Said Nursi'nin en yakınında bulunması nedeniyle cemaat içinde ayrı bir yere sahip. 1929'da Karabük'e bağlı Eflani'de doğan Mustafa Sungur cemaate 15-16 yaşlarındayken katılmış. Kastamonu Gölköy Enstitüsü mezunu olan Sungur ile Üsküdar'daki "mülk" olarak nitelendirilen ama bir nevi dergâh olarak kullanılan binada konuştuk. 76 yaşındaki Mustafa Sungur ile yaptığımız röportajda birkaç farklılık dikkatimizi çekti. Oldukça "mülayim" görünen diğer Nurcu kanaat önderlerinin tersine Sungur'un tavırları biraz daha sert ve radikal. İşte Bediüzzaman'ın talebesi ve hizmetkârı olan Sungur'un anlattıkları:
KÖY ENSTİTÜSÜ... Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsü'nden 1944 senesinde mezun oldum. Oğulköy'e 1 yıl staja gönderildik. Oraya giderken bizi götüren kişi uzun uzun Said Nursi'den bahsetti. Onun adını ilk böyle duydum. Safranbolu'ya gittiğimde bir tanıdığımızın dükkânında kitaplarını gördüm.
ZİYARET... Kastamonu'dayken uzun uzun anlattılar. Böylece etrafımız genişlemeye başladı. Bundan bir sene sonra 1947 yılında Üstad'ı ziyarete gittik. Emirgân'da.
ASRI KUCAKLADI... Şimdi esas mesele şu. Said Nursi bu asrı baştan başa kucaklamıştır. Onu bir anlamak lazım. Sevgiye yanaşmadıktan sonra anlaşılmaz zaten. Bazen anlamıyorlar 'ne diyor' diye soruyorlar. Halbuki içine girseler sonsuz istifade ederler.
İZAH GEREKSİZ... Eskiden fedakârlar, her şeyi göze alanlar ne bir izaha, ne bir lügata, ne bir sadeleştirmeye meydan kalmadan meselelerde arif oldular. Ama şimdi dilini anlamıyoruz diyorlar, sadeleştirelim diyorlar.
BÖLÜNMELER... Çeşitli gruplara bölünmek doğru değil. Çünkü fikir ayrılıkları doğru değil. Bazı arkadaşlar bu tip ayrılıkları arıların oğul vermesi gibi değerlendiriyor. Hani arı oğul verir bir kovandan iki kovan olur. Ben de bu düşüncedeyim tabi. Esasta bir ayrılık yok. Nur hakikatlerinde umumi esaslarda ayrılık yok.
AKP... AKP gibi adamlar İslam birliğine çalışıyor. Ama içinde ihanetler var. Kendi içinde de muhalifler var. Atatürkçüler var. Bütün bu şeyler ehven yol olarak görünüyor. Öyle yani.
AB... (Sungur AB ile ilgili soruya Risale-i Nur'dan uzunca bir bölüm okuyarak yanıt veriyor. Özetle söylediği, din düşmanlarına karşı Avrupa'nın inanan Hıristiyanları ile birlikte olunabilir.)
TELEVİZYON... Bu gibi televizyonların çoğu kepazelik. Medeni ve manevi bir olduğu gibi bütün ahlaki seviyenin Kuran'ın ilmi ve ameli icadına karşı mağlup oluyor.
DÜNYANIN SONU... Dünyanın sonu gelmiştir. (Mustafa Sungur Said Nursi'nin Kuran'da dünyanın sonunun geldiğine ilişkin bilgiden bahseden Risale-i Nur bölümünü okuyor. Okumanın sonunda bugün itibariyle dünyanın sonuna 80 yıl kaldığını belirtiyor.)
VASİYET... Üstad ölmeden evvel talebelerine bir vasiyet bırakmıştır. O vasiyetinde müspet hareket edin, menfi hareket etmeyin diyor. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müspet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz diyor. En büyük alimlerin reisinin görüşü böyle.
KADIN... Her kadın şey yapıyor ama kadın kadındır. Büyük imamlar ne dediyse doğrudur. Mesela Abdülmecit'in kızı muallim olmuş.
Bugün Nur hareketinin en önemli isimlerinden biri de Mustafa Sungur. Sungur Said Nursi'nin en yakınında bulunması nedeniyle cemaat içinde ayrı bir yere sahip. 1929'da Karabük'e bağlı Eflani'de doğan Mustafa Sungur cemaate 15-16 yaşlarındayken katılmış. Kastamonu Gölköy Enstitüsü mezunu olan Sungur ile Üsküdar'daki "mülk" olarak nitelendirilen ama bir nevi dergâh olarak kullanılan binada konuştuk. 76 yaşındaki Mustafa Sungur ile yaptığımız röportajda birkaç farklılık dikkatimizi çekti. Oldukça "mülayim" görünen diğer Nurcu kanaat önderlerinin tersine Sungur'un tavırları biraz daha sert ve radikal. İşte Bediüzzaman'ın talebesi ve hizmetkârı olan Sungur'un anlattıkları:
KÖY ENSTİTÜSÜ... Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsü'nden 1944 senesinde mezun oldum. Oğulköy'e 1 yıl staja gönderildik. Oraya giderken bizi götüren kişi uzun uzun Said Nursi'den bahsetti. Onun adını ilk böyle duydum. Safranbolu'ya gittiğimde bir tanıdığımızın dükkânında kitaplarını gördüm.
ZİYARET... Kastamonu'dayken uzun uzun anlattılar. Böylece etrafımız genişlemeye başladı. Bundan bir sene sonra 1947 yılında Üstad'ı ziyarete gittik. Emirgân'da.
ASRI KUCAKLADI... Şimdi esas mesele şu. Said Nursi bu asrı baştan başa kucaklamıştır. Onu bir anlamak lazım. Sevgiye yanaşmadıktan sonra anlaşılmaz zaten. Bazen anlamıyorlar 'ne diyor' diye soruyorlar. Halbuki içine girseler sonsuz istifade ederler.
İZAH GEREKSİZ... Eskiden fedakârlar, her şeyi göze alanlar ne bir izaha, ne bir lügata, ne bir sadeleştirmeye meydan kalmadan meselelerde arif oldular. Ama şimdi dilini anlamıyoruz diyorlar, sadeleştirelim diyorlar.
BÖLÜNMELER... Çeşitli gruplara bölünmek doğru değil. Çünkü fikir ayrılıkları doğru değil. Bazı arkadaşlar bu tip ayrılıkları arıların oğul vermesi gibi değerlendiriyor. Hani arı oğul verir bir kovandan iki kovan olur. Ben de bu düşüncedeyim tabi. Esasta bir ayrılık yok. Nur hakikatlerinde umumi esaslarda ayrılık yok.
AKP... AKP gibi adamlar İslam birliğine çalışıyor. Ama içinde ihanetler var. Kendi içinde de muhalifler var. Atatürkçüler var. Bütün bu şeyler ehven yol olarak görünüyor. Öyle yani.
AB... (Sungur AB ile ilgili soruya Risale-i Nur'dan uzunca bir bölüm okuyarak yanıt veriyor. Özetle söylediği, din düşmanlarına karşı Avrupa'nın inanan Hıristiyanları ile birlikte olunabilir.)
TELEVİZYON... Bu gibi televizyonların çoğu kepazelik. Medeni ve manevi bir olduğu gibi bütün ahlaki seviyenin Kuran'ın ilmi ve ameli icadına karşı mağlup oluyor.
DÜNYANIN SONU... Dünyanın sonu gelmiştir. (Mustafa Sungur Said Nursi'nin Kuran'da dünyanın sonunun geldiğine ilişkin bilgiden bahseden Risale-i Nur bölümünü okuyor. Okumanın sonunda bugün itibariyle dünyanın sonuna 80 yıl kaldığını belirtiyor.)
VASİYET... Üstad ölmeden evvel talebelerine bir vasiyet bırakmıştır. O vasiyetinde müspet hareket edin, menfi hareket etmeyin diyor. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müspet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz diyor. En büyük alimlerin reisinin görüşü böyle.
KADIN... Her kadın şey yapıyor ama kadın kadındır. Büyük imamlar ne dediyse doğrudur. Mesela Abdülmecit'in kızı muallim olmuş.
YesilSancak!- Mesaj Sayısı : 278
Rep :
Points : -4
Kayıt tarihi : 05/09/08
Geri: Mustafa Sungur Ağabey
Mustafa Sungur: Allah gayretimizi arttırsın, istikamette muhafaza etsin
*II. Meşrutiyet ilân edildikten sonra Bediüzzaman, Doğudaki aşiretleri gezerek meşrutiyet ve hürriyetin güzelliğini anlatmış, daha sonra bunları Münâzarât isimli eserinde toplayarak neşretmişti. Sözkonusu eserinin bir yerinde “Eğer siz tembel kalıp da onun (meşrutiyetin) yolunu yapmazsanız, tembellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz” demektedir. Bu mânâlar çerçevesinde günümüz Türkiyesi’nin geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve gelecekle ilgili düşünceleriniz nelerdir?
Her mesele tedricî gittiği için, bu da öyle olacak gibi... Bize düşen, Cenâb-ı Hak’tan dilemek...
Tevekkülle, nazar-ı imanla bakıyoruz. Allah hayırlı eylesin.
Biz elimizdekinin kıymetini bilmiyoruz maalesef. Üstad, Menderes zamanında “Şimdi Risâle-i Nur hükmediyor” derdi. Hatta bazı tazyikler, baskılar yine vardı o zaman.
Ama şimdi her tarafa bir bakınız... Okuma programları v.s... Allah’a şükürler olsun. Yani bu, Cenâb-ı Hakk’ın in’amı. Biz öyle bakıyoruz. Ama tabiî kusurlar olacak; eski düzen devam ediyor. Halk Partisi yine var. Kemalizmin istibdadından kurtulmamız gerekiyor.
*Bediüzzaman Hazretlerinin, yüz sene önce Tiflis’te Şeyh San’an Tepesi’nde bir Rus polisi ile aralarında geçen diyalogda söylediği “Ben de gelip burada medresemi yapacağım” mânâsı tahakkuk etmiş midir, ettiyse nasıl gerçekleşmiştir?
Tahakkuk etti tabiî. Şimdi oralarda Risâle-i Nurlar yayılıyor. Azerbaycan’da v.s...
Tiflis’te medrese açtık. Üstad, “Seni Tiflis’e göndereceğim” demişti zamanında. Elhamdülillah tahakkuk etti. Orada da medrese-i Nuriyemiz açıldı.
Şimdi Rusya’daki son sıkıntılar, Risâle-i Nur’un daha çok parlamasına, yayılmasına, okunmasına, neşriyâtına vesile oluyor.
Âdetullah tabiî böyle. Daha ileride ne olur bilmiyoruz, ama zaman kısa yani... “Lâ tezâlü tâifetün min ümmetî...” hadisini biliyorsunuz değil mi?.. Kastamonu Lâhikası’nda “Ahirzamandan haber veren mühim bir hadis” başlıklı mektup... (Orayı okuyoruz birlikte)
Orada “..1506 edip, bu tarihe kadar zahir ve âşikârâne, belki galibane” diyor. Şimdi Hicrî 1429’dayız. Yani 77 sene var.
Siz bugünkü hizmetlere bakmıyorsunuz da, tâ yüz sene öncesini soruyorsunuz. (Gülüşüyoruz). Baksanıza bugüne, Anadolu ne halde, vilayetler ne halde... Elhamdülillah... Risâle-i Nur’un bayramıdır bu. Tam galebedir bu. Üstad, aslında yüz sene önce “Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır” diyerek bugünlere işaret etmiş.
Kimin aklına gelirdi; Üstad Doğudan Barla’ya sürülecek, orada Risâle-i Nur’u telif edecek, ne mahkemeler, ne sıkıntılar yaşayacak da, sonra Risâle-i Nur Anadolu’ya baştan başa yayılacak ve bütün dünya onu okuyacak, onu konuşacak. Elhamdülillah. Bu manzaralar, Nurun bayramıdır bir nev’î.
*Malûmunuz, Rusya’da, Rusça olan bazı Risâle-i Nur eserleri yasaklandı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Oradaki arkadaşlar, Risâle-i Nur’un daha çok yayıldığını ve okunduğunu söylüyor. Zaten, Rusça bazı eserler yasaklanmış. Diğer dillerdeki eserler serbest. Bir dönem dinsizliğin merkezi olan Rusya’da, şimdi Risâle-i Nur serbestçe basılıyor, okunuyor ve hâlâ neşrolunuyor. Bayramdır yani bu. Büyük bir fütuhattır. “Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa, küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’ân ile bir musalâha veya tâbi olabilir” mânâsı tahakkuk ediyor inşallah.
(Bu vesileyle Rusya’dan gelen bir hizmet mektubunu aktarıyor.)
Elhamdülillah, duâlar hürmetine Rusya’da hizmetler devam ediyor. Nurlar her tarafta yayılıyor, neşrediliyor, geniş dairelerde fütuhat yapıyor, dosta düşmana kendini okutturuyor. Lehinde-aleyhinde her tarafta, gazetelerde, en çok okunan dergilerde, Rusya’nın internet sitelerinde makaleler yazılıyor. Rusya’da bir kısım risâlelerin yasaklanması, aksine onların yayılmasına, bilinmesine, ilânâtına vesîle oluyor. Her meslekten Müslüman kardeşler, hatta Hıristiyanlar bile onu müdafaa ediyorlar.
Meselâ Rusya’da, her gün binlerce kişinin girdiği meşhur “Portal Kredo” internet sitesi, senenin en mühim 10 hadisesi içinde Risâle-i Nur’a ait mahkemeyi de kaydetmiş. Sitenin başkanı, “dairevî masa” toplantılarında gazeteci ve muhabirlerle mecliste Risâle-i Nur’dan vecizeler söyleyerek demiş ki: “Devletimiz Rusya’nın, bu kitapları yasaklaması değil; aksine, anarşilikten kurtulmak ve diyalog için bu eserlerden istifade etmesi vaciptir. Hatta insanın bu eserlere ekstremist demeye bile dili varmıyor.” Siteye Üstad’ın resmini, hayatından bazı kısımları ve “müspet hareket”e ait mektupları koymuşlar. Devamlı Nurlara, Üstad’a ait makaleler neşrediyorlar.
İstanbul’daki Bediüzzaman Sempozyumu’na iştirak eden Gazeta redaktörü Kevorkova, sempozyumdan çok etkilenmiş. Gazetesinde tesirli ve güzel bir makale yazmış. Moskova’da Türkiye elçisiyle görüşmüş. Çok müsbet cevap almış ve gazetesinde yazmış. Ve bu hanım, kendisine yapılan çokça tazyike bakmayarak, Üstad ve Nurlar hakkında makaleler yazıyor.
Rusya Müftüsü Ravil Gaynuddin, Rusya İlimler Akademisi’ne, Dil Enstitüsü’ne ve Psikoloji Enstitüsü’ne tafsilatlı büyük bir mektup yazmış ve “Sizin mütehassıslar, İslâm âleminde ve dünya mikyasında tanınmış kitaplar hakkında nasıl yanlış rey veriyorlar?” diye sormuş.
Rusya Müftüsünün muâvini Polosin (Rus), mahkemeye ait meselelerle ilgili “Müslüman mü’minlere ve hatta Hıristiyanlara heyecan veren hâdise” başlıklı bir makale yazmış.
Tataristan Cumhurbaşkanı Müşaviri, mahkemeye, savcılığa yazdığı mektubunda, “Ben bu kitapları okudum ve hiçbir aşırılık konusu görmedim” diye geniş cevap vermiş.
Hizmetler her tarafta şevkle devam ediyor. Kaleningrad şehrinde yeni bir askerî bölgede ders ihdas edilmiş. Orada albay olan kumandan derslerin devamını rica etmiş.
Petersburg’da ve başka şehirlerde de sayısız hizmetler var.
Estonya’da (Baltık ülkesi) bin tane Estonca Kur’ân meâli basılmış. Bir günde hepsi satılmış. Cumhurbaşkanı “Ne kadar ihtiyaç varsa basılsın” demiş.
Cenâb-ı Hak imanımızı, gayretimizi, cesaretimizi arttırsın, istikamet üzere muhafaza etsin!
*Üstadın Medreset’üz Zehrâ projesinden ve günümüz problemlerine nasıl ve ne gibi çareler sunduğundan bahseder misiniz?
Üstad ve Risâle-i Nur dinlenseydi, Üstadın teklifi hayata geçirilebilseydi, bugün Güneydoğu’daki sıkıntılar yaşanmazdı.
Risâle-i Nur ve Medreset’üz Zehrâ, esasında ayrı şeyler değil, ikisi beraber. Üstad “Ezher Üniversitesinin kız kardeşi” diyor onun için. Yani onun bir benzeri Anadolu’da kuruldu şu an. Bir zamanlar Üstad, buna Erzurum Üniversitesi’ni örnek veriyordu. Elhamdülillah ağır ağır gidiyor yani.
*Gazetemiz aracılığıyla Nur Talebelerine vermek istediğiniz bir mesaj var mı?
Estağfirullah. Bizim vereceğimiz mesaj olmaz. Bizim en ziyade üzerinde durduğumuz, Risâle-i Nur’un okunması ve neşridir.
Nur Talebesi kardeşlerimiz bütün Anadolu’da, her vilayet, her kaza ve bazı köylerinde Risâle-i Nur’un neşrini gaye-i hayat biliyorlar.
Üstad, “Risâle-i Nur, Kur’ân-ı Hakîm’in bu asrın fehmine bir dersidir” diyor. Bakınız şimdi her tarafta, her beldede okuyorlar Elhamdülillah. Arapça külliyat neşroldu, şimdi devamlı basılıyor. İngilizce basıldı, her tarafa neşroluyor. Gittikçe çoğalıyor. Bunu tebrik ediyoruz.
Üstad, daha hayatta iken, Risâle-i Nur’un bütün dünyaya, insanlığa yayılacağına işaret etmişti. Bununla ilgili lâhika mektupları var. Meselâ bir mektubunda şöyle diyor: “Bu zamanda, bu dünyada bu mânevî cehennemi insanların kalbinden izale eden tek bir çaresi var. O da Kur’ân-ı Hakîm’dir. Ve bu zamanın fehmine göre onun bir mucize-i mâneviyesi olan Risâle-i Nur eczalarıdır.”
Elhamdülillah, Üstadın dedikleri hep çıktı. Risâle-i Nur’un parlayacağını söylüyor, azami ihlâs dersi veriyordu.
“Cenâb-ı Hakk’a şükür, o âzamî ihlâsı kazananların pek çok efradı meydana çıkmış. Benliğini, şan ve şerefini en küçük bir mesele-i imaniyeye feda eden çoktur. Hattâ Nurun bîçâre bir şakirdinin düşmanları dost olduğu vakit onunla sohbet etmek çoğaldığı için, rahmet-i İlâhiye cihetinde sesi kesilmiş. Hem de ona takdirle bakanlar isabet-i nazar hükmüne geçip onu incitiyor. Hattâ musafaha etmek de tokat vurmak gibi sıkıntı veriyor.
“‘Senin bu vaziyetin nedir?’ diye soruldu. ‘Madem milyonlar kadar arkadaşların var; neden bunların hatırlarını muhafaza etmiyorsun?’
“Cevaben dedi: Madem mesleğimiz âzamî ihlâstır; değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse, bâki bir mesele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek âzamî ihlâsın iktizasıdır. Meselâ, harp içinde, avcı hattında, düşmanın top gülleleri arasında Kur’ân-ı Hakîmin tek bir âyetinin, tek bir harfinin, tek bir nüktesini tercih ederek, o gülleler içinde Habib kâtibine ‘Defteri çıkar’ diyerek at üstünde o nükteyi yazdırmış. Demek Kur’ân’ın bir harfinin, bir nüktesini düşmanın güllelerine karşı terk etmemiş ruhunun kurtulmasına tercih etmiş.”
“O kardeşimize sorduk: “Bu acip ihlâsı nereden ders almışsın?”
“Demiş: İki noktadan...
“Birisi: Âlem-i İslâmiyetin en acip harbi olan Bedir Harbinde, namaz vaktinde cemaatten hissesiz kalmamak için, düşmanın hücumuyla beraber mücahidlerin yarısı silâhını bırakıp cemaat hayrına şerik olmak, iki rekat sonra onlar da hissedar olsun diye Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm bir hadis-i şerifiyle emretmiş olmasıdır. Madem harpte bu ruhsat var. Ve madem cemaat hayrı da sünnet olduğu halde, o sünnete riayet etmek en büyük bir hadise-i dünyeviyeye tercih edilmiş. Üstad-ı mutlakın böyle bir işaretinden bir nüktecik alarak, biz de ruh ve canımızla ittibâ ediyoruz.
“İkincisi: Kahraman-ı İslâm İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, Celcelûtiye’nin çok yerlerinde ve âhirinde bir himayetçi istemiş ki, namaz içinde huzuruna gaflet gelmesin. Düşmanları tarafından ona bir hücum mânâsı hâtırına gelmemek, sırf namazdaki huzuruna pek çok olan düşmanları tarafından bir hücum tasavvuru ile namazdaki huzuruna mâni olunmamak için, bir muhafız ifriti dergâh-ı İlâhîden niyaz etmiş.
“İşte bu biçare, ömrü bu zamanda hodfuruşluk içinde yuvarlanan biçare kardeşiniz de, hem sebeb-i hilkat-ı âlemden, hem kahraman-ı İslâmdan bu iki küçük nükteyi ders aldım. Ve bu zamanda çok lâzım olan Kur’ân’ın esrarına ehemmiyet vermekle, harp içinde ruhunun muhafazasını dinlemeyerek, Kur’ân’ın bir harfinin bir nüktesini beyan etmiş.” İşte azamî ihlâs bu yani. Ben daha ne mesaj vereyim? Risâle-i Nurlardan ayrılmayalım, kâfî...
Yeni Asya - İsmail Tezer - 23.03.2008
*II. Meşrutiyet ilân edildikten sonra Bediüzzaman, Doğudaki aşiretleri gezerek meşrutiyet ve hürriyetin güzelliğini anlatmış, daha sonra bunları Münâzarât isimli eserinde toplayarak neşretmişti. Sözkonusu eserinin bir yerinde “Eğer siz tembel kalıp da onun (meşrutiyetin) yolunu yapmazsanız, tembellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz” demektedir. Bu mânâlar çerçevesinde günümüz Türkiyesi’nin geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve gelecekle ilgili düşünceleriniz nelerdir?
Her mesele tedricî gittiği için, bu da öyle olacak gibi... Bize düşen, Cenâb-ı Hak’tan dilemek...
Tevekkülle, nazar-ı imanla bakıyoruz. Allah hayırlı eylesin.
Biz elimizdekinin kıymetini bilmiyoruz maalesef. Üstad, Menderes zamanında “Şimdi Risâle-i Nur hükmediyor” derdi. Hatta bazı tazyikler, baskılar yine vardı o zaman.
Ama şimdi her tarafa bir bakınız... Okuma programları v.s... Allah’a şükürler olsun. Yani bu, Cenâb-ı Hakk’ın in’amı. Biz öyle bakıyoruz. Ama tabiî kusurlar olacak; eski düzen devam ediyor. Halk Partisi yine var. Kemalizmin istibdadından kurtulmamız gerekiyor.
*Bediüzzaman Hazretlerinin, yüz sene önce Tiflis’te Şeyh San’an Tepesi’nde bir Rus polisi ile aralarında geçen diyalogda söylediği “Ben de gelip burada medresemi yapacağım” mânâsı tahakkuk etmiş midir, ettiyse nasıl gerçekleşmiştir?
Tahakkuk etti tabiî. Şimdi oralarda Risâle-i Nurlar yayılıyor. Azerbaycan’da v.s...
Tiflis’te medrese açtık. Üstad, “Seni Tiflis’e göndereceğim” demişti zamanında. Elhamdülillah tahakkuk etti. Orada da medrese-i Nuriyemiz açıldı.
Şimdi Rusya’daki son sıkıntılar, Risâle-i Nur’un daha çok parlamasına, yayılmasına, okunmasına, neşriyâtına vesile oluyor.
Âdetullah tabiî böyle. Daha ileride ne olur bilmiyoruz, ama zaman kısa yani... “Lâ tezâlü tâifetün min ümmetî...” hadisini biliyorsunuz değil mi?.. Kastamonu Lâhikası’nda “Ahirzamandan haber veren mühim bir hadis” başlıklı mektup... (Orayı okuyoruz birlikte)
Orada “..1506 edip, bu tarihe kadar zahir ve âşikârâne, belki galibane” diyor. Şimdi Hicrî 1429’dayız. Yani 77 sene var.
Siz bugünkü hizmetlere bakmıyorsunuz da, tâ yüz sene öncesini soruyorsunuz. (Gülüşüyoruz). Baksanıza bugüne, Anadolu ne halde, vilayetler ne halde... Elhamdülillah... Risâle-i Nur’un bayramıdır bu. Tam galebedir bu. Üstad, aslında yüz sene önce “Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır” diyerek bugünlere işaret etmiş.
Kimin aklına gelirdi; Üstad Doğudan Barla’ya sürülecek, orada Risâle-i Nur’u telif edecek, ne mahkemeler, ne sıkıntılar yaşayacak da, sonra Risâle-i Nur Anadolu’ya baştan başa yayılacak ve bütün dünya onu okuyacak, onu konuşacak. Elhamdülillah. Bu manzaralar, Nurun bayramıdır bir nev’î.
*Malûmunuz, Rusya’da, Rusça olan bazı Risâle-i Nur eserleri yasaklandı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Oradaki arkadaşlar, Risâle-i Nur’un daha çok yayıldığını ve okunduğunu söylüyor. Zaten, Rusça bazı eserler yasaklanmış. Diğer dillerdeki eserler serbest. Bir dönem dinsizliğin merkezi olan Rusya’da, şimdi Risâle-i Nur serbestçe basılıyor, okunuyor ve hâlâ neşrolunuyor. Bayramdır yani bu. Büyük bir fütuhattır. “Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa, küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’ân ile bir musalâha veya tâbi olabilir” mânâsı tahakkuk ediyor inşallah.
(Bu vesileyle Rusya’dan gelen bir hizmet mektubunu aktarıyor.)
Elhamdülillah, duâlar hürmetine Rusya’da hizmetler devam ediyor. Nurlar her tarafta yayılıyor, neşrediliyor, geniş dairelerde fütuhat yapıyor, dosta düşmana kendini okutturuyor. Lehinde-aleyhinde her tarafta, gazetelerde, en çok okunan dergilerde, Rusya’nın internet sitelerinde makaleler yazılıyor. Rusya’da bir kısım risâlelerin yasaklanması, aksine onların yayılmasına, bilinmesine, ilânâtına vesîle oluyor. Her meslekten Müslüman kardeşler, hatta Hıristiyanlar bile onu müdafaa ediyorlar.
Meselâ Rusya’da, her gün binlerce kişinin girdiği meşhur “Portal Kredo” internet sitesi, senenin en mühim 10 hadisesi içinde Risâle-i Nur’a ait mahkemeyi de kaydetmiş. Sitenin başkanı, “dairevî masa” toplantılarında gazeteci ve muhabirlerle mecliste Risâle-i Nur’dan vecizeler söyleyerek demiş ki: “Devletimiz Rusya’nın, bu kitapları yasaklaması değil; aksine, anarşilikten kurtulmak ve diyalog için bu eserlerden istifade etmesi vaciptir. Hatta insanın bu eserlere ekstremist demeye bile dili varmıyor.” Siteye Üstad’ın resmini, hayatından bazı kısımları ve “müspet hareket”e ait mektupları koymuşlar. Devamlı Nurlara, Üstad’a ait makaleler neşrediyorlar.
İstanbul’daki Bediüzzaman Sempozyumu’na iştirak eden Gazeta redaktörü Kevorkova, sempozyumdan çok etkilenmiş. Gazetesinde tesirli ve güzel bir makale yazmış. Moskova’da Türkiye elçisiyle görüşmüş. Çok müsbet cevap almış ve gazetesinde yazmış. Ve bu hanım, kendisine yapılan çokça tazyike bakmayarak, Üstad ve Nurlar hakkında makaleler yazıyor.
Rusya Müftüsü Ravil Gaynuddin, Rusya İlimler Akademisi’ne, Dil Enstitüsü’ne ve Psikoloji Enstitüsü’ne tafsilatlı büyük bir mektup yazmış ve “Sizin mütehassıslar, İslâm âleminde ve dünya mikyasında tanınmış kitaplar hakkında nasıl yanlış rey veriyorlar?” diye sormuş.
Rusya Müftüsünün muâvini Polosin (Rus), mahkemeye ait meselelerle ilgili “Müslüman mü’minlere ve hatta Hıristiyanlara heyecan veren hâdise” başlıklı bir makale yazmış.
Tataristan Cumhurbaşkanı Müşaviri, mahkemeye, savcılığa yazdığı mektubunda, “Ben bu kitapları okudum ve hiçbir aşırılık konusu görmedim” diye geniş cevap vermiş.
Hizmetler her tarafta şevkle devam ediyor. Kaleningrad şehrinde yeni bir askerî bölgede ders ihdas edilmiş. Orada albay olan kumandan derslerin devamını rica etmiş.
Petersburg’da ve başka şehirlerde de sayısız hizmetler var.
Estonya’da (Baltık ülkesi) bin tane Estonca Kur’ân meâli basılmış. Bir günde hepsi satılmış. Cumhurbaşkanı “Ne kadar ihtiyaç varsa basılsın” demiş.
Cenâb-ı Hak imanımızı, gayretimizi, cesaretimizi arttırsın, istikamet üzere muhafaza etsin!
*Üstadın Medreset’üz Zehrâ projesinden ve günümüz problemlerine nasıl ve ne gibi çareler sunduğundan bahseder misiniz?
Üstad ve Risâle-i Nur dinlenseydi, Üstadın teklifi hayata geçirilebilseydi, bugün Güneydoğu’daki sıkıntılar yaşanmazdı.
Risâle-i Nur ve Medreset’üz Zehrâ, esasında ayrı şeyler değil, ikisi beraber. Üstad “Ezher Üniversitesinin kız kardeşi” diyor onun için. Yani onun bir benzeri Anadolu’da kuruldu şu an. Bir zamanlar Üstad, buna Erzurum Üniversitesi’ni örnek veriyordu. Elhamdülillah ağır ağır gidiyor yani.
*Gazetemiz aracılığıyla Nur Talebelerine vermek istediğiniz bir mesaj var mı?
Estağfirullah. Bizim vereceğimiz mesaj olmaz. Bizim en ziyade üzerinde durduğumuz, Risâle-i Nur’un okunması ve neşridir.
Nur Talebesi kardeşlerimiz bütün Anadolu’da, her vilayet, her kaza ve bazı köylerinde Risâle-i Nur’un neşrini gaye-i hayat biliyorlar.
Üstad, “Risâle-i Nur, Kur’ân-ı Hakîm’in bu asrın fehmine bir dersidir” diyor. Bakınız şimdi her tarafta, her beldede okuyorlar Elhamdülillah. Arapça külliyat neşroldu, şimdi devamlı basılıyor. İngilizce basıldı, her tarafa neşroluyor. Gittikçe çoğalıyor. Bunu tebrik ediyoruz.
Üstad, daha hayatta iken, Risâle-i Nur’un bütün dünyaya, insanlığa yayılacağına işaret etmişti. Bununla ilgili lâhika mektupları var. Meselâ bir mektubunda şöyle diyor: “Bu zamanda, bu dünyada bu mânevî cehennemi insanların kalbinden izale eden tek bir çaresi var. O da Kur’ân-ı Hakîm’dir. Ve bu zamanın fehmine göre onun bir mucize-i mâneviyesi olan Risâle-i Nur eczalarıdır.”
Elhamdülillah, Üstadın dedikleri hep çıktı. Risâle-i Nur’un parlayacağını söylüyor, azami ihlâs dersi veriyordu.
“Cenâb-ı Hakk’a şükür, o âzamî ihlâsı kazananların pek çok efradı meydana çıkmış. Benliğini, şan ve şerefini en küçük bir mesele-i imaniyeye feda eden çoktur. Hattâ Nurun bîçâre bir şakirdinin düşmanları dost olduğu vakit onunla sohbet etmek çoğaldığı için, rahmet-i İlâhiye cihetinde sesi kesilmiş. Hem de ona takdirle bakanlar isabet-i nazar hükmüne geçip onu incitiyor. Hattâ musafaha etmek de tokat vurmak gibi sıkıntı veriyor.
“‘Senin bu vaziyetin nedir?’ diye soruldu. ‘Madem milyonlar kadar arkadaşların var; neden bunların hatırlarını muhafaza etmiyorsun?’
“Cevaben dedi: Madem mesleğimiz âzamî ihlâstır; değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse, bâki bir mesele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek âzamî ihlâsın iktizasıdır. Meselâ, harp içinde, avcı hattında, düşmanın top gülleleri arasında Kur’ân-ı Hakîmin tek bir âyetinin, tek bir harfinin, tek bir nüktesini tercih ederek, o gülleler içinde Habib kâtibine ‘Defteri çıkar’ diyerek at üstünde o nükteyi yazdırmış. Demek Kur’ân’ın bir harfinin, bir nüktesini düşmanın güllelerine karşı terk etmemiş ruhunun kurtulmasına tercih etmiş.”
“O kardeşimize sorduk: “Bu acip ihlâsı nereden ders almışsın?”
“Demiş: İki noktadan...
“Birisi: Âlem-i İslâmiyetin en acip harbi olan Bedir Harbinde, namaz vaktinde cemaatten hissesiz kalmamak için, düşmanın hücumuyla beraber mücahidlerin yarısı silâhını bırakıp cemaat hayrına şerik olmak, iki rekat sonra onlar da hissedar olsun diye Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm bir hadis-i şerifiyle emretmiş olmasıdır. Madem harpte bu ruhsat var. Ve madem cemaat hayrı da sünnet olduğu halde, o sünnete riayet etmek en büyük bir hadise-i dünyeviyeye tercih edilmiş. Üstad-ı mutlakın böyle bir işaretinden bir nüktecik alarak, biz de ruh ve canımızla ittibâ ediyoruz.
“İkincisi: Kahraman-ı İslâm İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, Celcelûtiye’nin çok yerlerinde ve âhirinde bir himayetçi istemiş ki, namaz içinde huzuruna gaflet gelmesin. Düşmanları tarafından ona bir hücum mânâsı hâtırına gelmemek, sırf namazdaki huzuruna pek çok olan düşmanları tarafından bir hücum tasavvuru ile namazdaki huzuruna mâni olunmamak için, bir muhafız ifriti dergâh-ı İlâhîden niyaz etmiş.
“İşte bu biçare, ömrü bu zamanda hodfuruşluk içinde yuvarlanan biçare kardeşiniz de, hem sebeb-i hilkat-ı âlemden, hem kahraman-ı İslâmdan bu iki küçük nükteyi ders aldım. Ve bu zamanda çok lâzım olan Kur’ân’ın esrarına ehemmiyet vermekle, harp içinde ruhunun muhafazasını dinlemeyerek, Kur’ân’ın bir harfinin bir nüktesini beyan etmiş.” İşte azamî ihlâs bu yani. Ben daha ne mesaj vereyim? Risâle-i Nurlardan ayrılmayalım, kâfî...
Yeni Asya - İsmail Tezer - 23.03.2008
YesilSancak!- Mesaj Sayısı : 278
Rep :
Points : -4
Kayıt tarihi : 05/09/08
Geri: Mustafa Sungur Ağabey
Bir Nur Talebesi Portresi
Fenâ…
Kullanılış şekline göre mânâsı değişen bir kelime bu.
Fena kelimesi, tek başına söylendiği zaman insan zihninde kötülüğü tedai ettiren bazı menfi mânâlar hatıra getirse de mânevî mânâ derinliği taşıyan bir tabirle birlikte kullanıldığında tasavvufî ıstılah hâline gelir ve ulvî hakikatleri ifade etmek maksadıyla kullanılır.
Istılah hâliyle, ‘fâni olma, kendi varlığından geçme, varlığını feda etme’ gibi mânâlar ifade ettiğinden, kendisinden sonra gelen kelimeye ‘uğrunda fâni olunacak kadar yüce değer taşıdığı’ mânâsı kazandırır.
Böylece hem o kelimeyi, hem de kendisini yüceltir.
Yani mânâ itibariyle o bâki isimde fâni olarak bekâ bulur.
Meselâ Allah, resul gibi mukaddes kelimelerin önüne gelerek ‘fenâ-fillah, fenâ-firresul’ gibi ıstılahların teşekkülünü sağlar ve lügât mânâsının aksine, bekayı ifade eden ebedî bir mânâ derinliği kazanır.
Nur kelimesi de onlardan biridir. Fenâ tabiri nur kelimesinin başına getirildiği zaman ‘Nur’da fâni olmak, nuranîleşmek’ mânâlarına gelen fenâ-finnur kelimesini teşekkül ettirir.
Bu kelime, Nur Talebelerini tedai ettiren bir Risâle-i Nur ıstılahıdır. Mânâ itibariyle bütün Nur Talebelerini hatıra getirse de söylendiği zaman onlara emsal olan bir kişiyi hatırlatır.
Mustafa Sungur’u.
Zîra Said Nursî, “Sungur fenâ-finnur olmaya mecburdur” buyurmuştur.
Sungur da Nur’da fâni olmuştur.
***
Mustafa Sungur…
1929 yılında Eflâni ilçesinin Çalışlar Mahallesi’nde dünyaya geldi. Soyu, Seyyid sıfatı taşıyan Mekke’li Abdüssamedoğulları ailesine mensup Mehmed Efendi ile geçmişi Buhara’ya dayanan Cemile Hanımın oğludur.
Mustafa; çocukluk yıllarında annesinin, babasının yanı sıra dedelerinin, ninelerinin, dayılarının ve diğer yakın akraba çevresinin de itinası sayesinde oldukça sağlam bir aile terbiyesi gördü.
Hepsi muttaki insanlar olan aile büyüklerinin teşvikiyle küçük yaşta temel dinî bilgileri ve Kur’ân’ı okumayı öğrendi. İlk zamanlar takliden de olsa hayatına tatbik etmeye çalıştığı dinî hakikatleri, büyüdükçe tahkikî hâle getirme ihtiyacı hissetmeye başladı.
İlkokulu bitirdikten sonra 1942 yılında Kastamonu’daki Gölköy Köy Enstitüsüne girdi. Kendisinin, Afyon Mahkemesine yazdığı temyiz lâyihasında “Ben Kastamonu Gölköy Enstitüsünde okurken bazı muallimler tarafından bize dinsizlik dersi verilmişti” diyerek de ifade ettiği gibi okulda şiddetli dinsizlik telkinlerine maruz kaldı.
O yıllarda, bütün okullarla ‘Biz dini toprağa gömdük’ diyerek kast-ı mahsusla yapılan ve milyonlarca vatan evlâdının iğfal edilmesine sebep olan dinsizlik propagandasına, Mustafa ailesinden aldığı o dinî bilgilerle mukavemet etti.
Said Nursî’nin adını ilk defa aile büyüklerinin kendi aralarında yaptıkları sohbetler sırasında duydu. Anlatılanlardan çok etkilendiği için okula gittiğinde “Kastamonu’da bir hoca varmış, cenneti ve cehennemi görerek kitap yazarmış” diyerek sınıf arkadaşlarına sık sık ondan bahsetti.
Enstitüyü bitirip kendi köyünde stajyer öğretmen olarak çalışmaya başladığında, muallim Şevket Bey de sık sık senakâr ifadelerle Bediüzzaman’dan bahsedince, ona ve eserlerine duyduğu merak arttı.
1945 yılında, Mehmed Güngör’le Huriye Hanımın kızları olan Emine Hanımla evlenip aile reisi oldu. İlk çocukları dünyaya geldiği zaman da çocuk denecek yaşta baba mesuliyeti taşımaya başladı.
Belki de bu hissin tesiriyle artan imanını tahkiki hâle getirme gayretinin neticesinde, Ahmed Fuad, Mustafa Osman ve Hıfzı Efendi gibi Nur Talebeleri ile tanıştı. Onlardan aldığı Yirmi Üçüncü Söz’ü ve Âyetü’l-Kübrâ’yı okuyunca büyük bir heyecan duydu.
“Fâniden bâkiye ulaşmanın mânâsıdır” diye tarif ettiği bu yeni hayat hâlinin sâikiyle, Risâle-i Nurları ‘Hava gibi teneffüs edip su gibi içercesine’ okuyup yazmaya başladı.
Risâle-i Nur’larla meşgul oldukça Said Nursî’ye hayranlığı arttı. Hayatında meydana gelen değişikliği, ona ‘Ben eski sefahat ve dalâletimden kurtuldum” gibi ifadelerin yer aldığı mektuplar yazarak anlattı.
Ondan gelen cevabî mektuplar ve umuma hitap eden lâhikalar da ruhunu saran heyecanı teskin etmeye yetmeyince 1947 yılının Eylül ayında onu ziyaret etmek maksadıyla Emirdağ’a gitti.
Bir ikindi vakti, Ceylan’ın refakatinde huzuruna çıktığında onu ‘manevî baba şefkatiyle’ karşılayan Said Nursi, “Ceylân bir Sungur, Sungur bir Ceylândır” diyerek onu da mânevî evlâtlığa kabul etti.
Ona mânevî evlât olmayı büyük bir mazhariyet sayan Mustafa Sungur, bir Nur Talebesi hâlet-i ruhiyesi içinde memleketine döndüğü zaman sürurunu, önce kendisine Risâle-i Nur’u tanıtan insanlarla paylaştı.
Ardından Kastamonu’ya gidip Mehmed Feyzi Efendiyi Çaycı Emin Beyi ve mahallin diğer Nur Talebelerini ziyaret ederek hizmet kadrosuna dahil oldu ve şevkle çalışmaya başladı.
Bir süre sonra Afyon hadisesi vuku bulunca, bir mektupta adı geçtiği için onun evi de arandı, adliyede sorguya çekilip hapse atıldı. Kendisini götürecek jandarmaların yol parasını vermediği için otuz beş gün Safranbolu Hapishanesi’nde bekletildikten sonra devletin görevlendirdiği askerlerin nezaretinde Afyon’a sevk edildi.
Safranbolu savcısının yaptığı gibi Afyon adliyesinde ifadesini alan sorgu hakimi de ona Said Nursî’yi nasıl tanıdığını sordu. Sungur da orada verdiği cevabı tekrarladı.
“Kemalât-ı insaniyenin zirve-i balâsındadır.”
Ondan böyle bir cevap beklemeyen sorgu hakimi kızarak Bediüzzaman hakkında asılsız iddialarda, mesnetsiz iftiralarda bulunmaya başlayınca, Sungur onun sözünü bitirmesini beklemedi.
“O baştanbaşa bir nurdur” diye haykırdı.
“Çııııkk!..” diye bağırdı sorgu hakimi de.
Bir tek soru ve cevaptan ibaret olan bu sorgu safhasından sonra tevkif edilen Sungur Afyon Hapishanesi’ne hapsedildi. Üstadının orada bulunması hasebiyle zaten o da hep hapishaneye girmek için duâ ettiğinden, duâlarının kabul olduğunu görmenin sürurunu yaşadı.
Diğer Nur Talebeleri gibi o da çıkarıldığı mahkemede “Hakkaniyeti, en yüksek âlimler tarafından tasdik edilen ve en yüksek bir mertebe-i imanî ve aşk-ı İslâmî kazandıran Risâle-i Nur, hiç şüphe yok ki onun bütün Sözleri ve Lem’aları ve Şuâları Kur’ân-ı Mu’cizü’l-beyan’ın birer nuranî tefsiridir; mânevî hastalıkları ve mânevî karanlıkları izale eden gayet parlak bir güneştir” diyerek şahsından ziyade Risâle-i Nur’u müdafaa etti.
Mahkeme tarafından altı ay hapse mahkûm edilen Mustafa Sungur, hüküm giydiği tarihte yirmi bir yaşını doldurmadığı için cezası beş aya indirildi. Bir ay kadar da Safranbolu Hapishanesi’nde kaldığından Afyon Hapishanesi’nde dört ay yattı.
Kendi teşbihiyle ‘İnkişafa müheyya çekirdeklerin yer altında çatlayıp filiz vermesi’ misâli, orada Üstadını ziyaret ettikçe falakaya yatırıldığı için zahiren acılı, ıztıraplı, sıkıntılı gibi görünen ‘çok şahane günler’ yaşadı.
Tahliye edilince hemen Eflâni’ye döndü. Lâkin tarih derslerinde Resulullahtan (asm) bahsettiği, İstiklâl Savaşı’nın Allah’ın inayetiyle kazanıldığını söylediği, Said Nursî’nin yanına gittiği, Risâle-i Nurları okuduğu ve Afyon Mahkemesi’nden beş ay ceza aldığı için vazifesine son verildiğinden öğretmenliğe başlayamadı.
Bunun üzerine yaz mevsimini o havalide geçirmeye karar verdi ve hem evde kendisine tekabül eden işleri gördü, hem bol bol Risâle okuyup yazdı, hem de sâir Nur hizmetlerine devam etti.
Afyon Mahkemesi’nin, Said Nursî hakkında verdiği mahkûmiyet kararının temyizde esastan bozulduğunu öğrenince çok sevindi. Onun tahliye edileceği tarih yaklaştıkça yanına gitme iştiyakı arttı.
Kendisini Bediüzzaman’a vakfettikleri için onun taltifine, senâsına, duâsına mazhar olan annesinin ve eşinin muvafakatlarını alarak ‘on beş sene kadar Üstadının yanında kalma niyetiyle’ Afyon’a döndü.
Zübeyir, Sungur, Ziya…
İslam Yaşar - Yeni Asya
Fenâ…
Kullanılış şekline göre mânâsı değişen bir kelime bu.
Fena kelimesi, tek başına söylendiği zaman insan zihninde kötülüğü tedai ettiren bazı menfi mânâlar hatıra getirse de mânevî mânâ derinliği taşıyan bir tabirle birlikte kullanıldığında tasavvufî ıstılah hâline gelir ve ulvî hakikatleri ifade etmek maksadıyla kullanılır.
Istılah hâliyle, ‘fâni olma, kendi varlığından geçme, varlığını feda etme’ gibi mânâlar ifade ettiğinden, kendisinden sonra gelen kelimeye ‘uğrunda fâni olunacak kadar yüce değer taşıdığı’ mânâsı kazandırır.
Böylece hem o kelimeyi, hem de kendisini yüceltir.
Yani mânâ itibariyle o bâki isimde fâni olarak bekâ bulur.
Meselâ Allah, resul gibi mukaddes kelimelerin önüne gelerek ‘fenâ-fillah, fenâ-firresul’ gibi ıstılahların teşekkülünü sağlar ve lügât mânâsının aksine, bekayı ifade eden ebedî bir mânâ derinliği kazanır.
Nur kelimesi de onlardan biridir. Fenâ tabiri nur kelimesinin başına getirildiği zaman ‘Nur’da fâni olmak, nuranîleşmek’ mânâlarına gelen fenâ-finnur kelimesini teşekkül ettirir.
Bu kelime, Nur Talebelerini tedai ettiren bir Risâle-i Nur ıstılahıdır. Mânâ itibariyle bütün Nur Talebelerini hatıra getirse de söylendiği zaman onlara emsal olan bir kişiyi hatırlatır.
Mustafa Sungur’u.
Zîra Said Nursî, “Sungur fenâ-finnur olmaya mecburdur” buyurmuştur.
Sungur da Nur’da fâni olmuştur.
***
Mustafa Sungur…
1929 yılında Eflâni ilçesinin Çalışlar Mahallesi’nde dünyaya geldi. Soyu, Seyyid sıfatı taşıyan Mekke’li Abdüssamedoğulları ailesine mensup Mehmed Efendi ile geçmişi Buhara’ya dayanan Cemile Hanımın oğludur.
Mustafa; çocukluk yıllarında annesinin, babasının yanı sıra dedelerinin, ninelerinin, dayılarının ve diğer yakın akraba çevresinin de itinası sayesinde oldukça sağlam bir aile terbiyesi gördü.
Hepsi muttaki insanlar olan aile büyüklerinin teşvikiyle küçük yaşta temel dinî bilgileri ve Kur’ân’ı okumayı öğrendi. İlk zamanlar takliden de olsa hayatına tatbik etmeye çalıştığı dinî hakikatleri, büyüdükçe tahkikî hâle getirme ihtiyacı hissetmeye başladı.
İlkokulu bitirdikten sonra 1942 yılında Kastamonu’daki Gölköy Köy Enstitüsüne girdi. Kendisinin, Afyon Mahkemesine yazdığı temyiz lâyihasında “Ben Kastamonu Gölköy Enstitüsünde okurken bazı muallimler tarafından bize dinsizlik dersi verilmişti” diyerek de ifade ettiği gibi okulda şiddetli dinsizlik telkinlerine maruz kaldı.
O yıllarda, bütün okullarla ‘Biz dini toprağa gömdük’ diyerek kast-ı mahsusla yapılan ve milyonlarca vatan evlâdının iğfal edilmesine sebep olan dinsizlik propagandasına, Mustafa ailesinden aldığı o dinî bilgilerle mukavemet etti.
Said Nursî’nin adını ilk defa aile büyüklerinin kendi aralarında yaptıkları sohbetler sırasında duydu. Anlatılanlardan çok etkilendiği için okula gittiğinde “Kastamonu’da bir hoca varmış, cenneti ve cehennemi görerek kitap yazarmış” diyerek sınıf arkadaşlarına sık sık ondan bahsetti.
Enstitüyü bitirip kendi köyünde stajyer öğretmen olarak çalışmaya başladığında, muallim Şevket Bey de sık sık senakâr ifadelerle Bediüzzaman’dan bahsedince, ona ve eserlerine duyduğu merak arttı.
1945 yılında, Mehmed Güngör’le Huriye Hanımın kızları olan Emine Hanımla evlenip aile reisi oldu. İlk çocukları dünyaya geldiği zaman da çocuk denecek yaşta baba mesuliyeti taşımaya başladı.
Belki de bu hissin tesiriyle artan imanını tahkiki hâle getirme gayretinin neticesinde, Ahmed Fuad, Mustafa Osman ve Hıfzı Efendi gibi Nur Talebeleri ile tanıştı. Onlardan aldığı Yirmi Üçüncü Söz’ü ve Âyetü’l-Kübrâ’yı okuyunca büyük bir heyecan duydu.
“Fâniden bâkiye ulaşmanın mânâsıdır” diye tarif ettiği bu yeni hayat hâlinin sâikiyle, Risâle-i Nurları ‘Hava gibi teneffüs edip su gibi içercesine’ okuyup yazmaya başladı.
Risâle-i Nur’larla meşgul oldukça Said Nursî’ye hayranlığı arttı. Hayatında meydana gelen değişikliği, ona ‘Ben eski sefahat ve dalâletimden kurtuldum” gibi ifadelerin yer aldığı mektuplar yazarak anlattı.
Ondan gelen cevabî mektuplar ve umuma hitap eden lâhikalar da ruhunu saran heyecanı teskin etmeye yetmeyince 1947 yılının Eylül ayında onu ziyaret etmek maksadıyla Emirdağ’a gitti.
Bir ikindi vakti, Ceylan’ın refakatinde huzuruna çıktığında onu ‘manevî baba şefkatiyle’ karşılayan Said Nursi, “Ceylân bir Sungur, Sungur bir Ceylândır” diyerek onu da mânevî evlâtlığa kabul etti.
Ona mânevî evlât olmayı büyük bir mazhariyet sayan Mustafa Sungur, bir Nur Talebesi hâlet-i ruhiyesi içinde memleketine döndüğü zaman sürurunu, önce kendisine Risâle-i Nur’u tanıtan insanlarla paylaştı.
Ardından Kastamonu’ya gidip Mehmed Feyzi Efendiyi Çaycı Emin Beyi ve mahallin diğer Nur Talebelerini ziyaret ederek hizmet kadrosuna dahil oldu ve şevkle çalışmaya başladı.
Bir süre sonra Afyon hadisesi vuku bulunca, bir mektupta adı geçtiği için onun evi de arandı, adliyede sorguya çekilip hapse atıldı. Kendisini götürecek jandarmaların yol parasını vermediği için otuz beş gün Safranbolu Hapishanesi’nde bekletildikten sonra devletin görevlendirdiği askerlerin nezaretinde Afyon’a sevk edildi.
Safranbolu savcısının yaptığı gibi Afyon adliyesinde ifadesini alan sorgu hakimi de ona Said Nursî’yi nasıl tanıdığını sordu. Sungur da orada verdiği cevabı tekrarladı.
“Kemalât-ı insaniyenin zirve-i balâsındadır.”
Ondan böyle bir cevap beklemeyen sorgu hakimi kızarak Bediüzzaman hakkında asılsız iddialarda, mesnetsiz iftiralarda bulunmaya başlayınca, Sungur onun sözünü bitirmesini beklemedi.
“O baştanbaşa bir nurdur” diye haykırdı.
“Çııııkk!..” diye bağırdı sorgu hakimi de.
Bir tek soru ve cevaptan ibaret olan bu sorgu safhasından sonra tevkif edilen Sungur Afyon Hapishanesi’ne hapsedildi. Üstadının orada bulunması hasebiyle zaten o da hep hapishaneye girmek için duâ ettiğinden, duâlarının kabul olduğunu görmenin sürurunu yaşadı.
Diğer Nur Talebeleri gibi o da çıkarıldığı mahkemede “Hakkaniyeti, en yüksek âlimler tarafından tasdik edilen ve en yüksek bir mertebe-i imanî ve aşk-ı İslâmî kazandıran Risâle-i Nur, hiç şüphe yok ki onun bütün Sözleri ve Lem’aları ve Şuâları Kur’ân-ı Mu’cizü’l-beyan’ın birer nuranî tefsiridir; mânevî hastalıkları ve mânevî karanlıkları izale eden gayet parlak bir güneştir” diyerek şahsından ziyade Risâle-i Nur’u müdafaa etti.
Mahkeme tarafından altı ay hapse mahkûm edilen Mustafa Sungur, hüküm giydiği tarihte yirmi bir yaşını doldurmadığı için cezası beş aya indirildi. Bir ay kadar da Safranbolu Hapishanesi’nde kaldığından Afyon Hapishanesi’nde dört ay yattı.
Kendi teşbihiyle ‘İnkişafa müheyya çekirdeklerin yer altında çatlayıp filiz vermesi’ misâli, orada Üstadını ziyaret ettikçe falakaya yatırıldığı için zahiren acılı, ıztıraplı, sıkıntılı gibi görünen ‘çok şahane günler’ yaşadı.
Tahliye edilince hemen Eflâni’ye döndü. Lâkin tarih derslerinde Resulullahtan (asm) bahsettiği, İstiklâl Savaşı’nın Allah’ın inayetiyle kazanıldığını söylediği, Said Nursî’nin yanına gittiği, Risâle-i Nurları okuduğu ve Afyon Mahkemesi’nden beş ay ceza aldığı için vazifesine son verildiğinden öğretmenliğe başlayamadı.
Bunun üzerine yaz mevsimini o havalide geçirmeye karar verdi ve hem evde kendisine tekabül eden işleri gördü, hem bol bol Risâle okuyup yazdı, hem de sâir Nur hizmetlerine devam etti.
Afyon Mahkemesi’nin, Said Nursî hakkında verdiği mahkûmiyet kararının temyizde esastan bozulduğunu öğrenince çok sevindi. Onun tahliye edileceği tarih yaklaştıkça yanına gitme iştiyakı arttı.
Kendisini Bediüzzaman’a vakfettikleri için onun taltifine, senâsına, duâsına mazhar olan annesinin ve eşinin muvafakatlarını alarak ‘on beş sene kadar Üstadının yanında kalma niyetiyle’ Afyon’a döndü.
Zübeyir, Sungur, Ziya…
İslam Yaşar - Yeni Asya
YesilSancak!- Mesaj Sayısı : 278
Rep :
Points : -4
Kayıt tarihi : 05/09/08
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz