Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Dost ile Dost muyuz?

Aşağa gitmek

Dost ile Dost muyuz? Empty Dost ile Dost muyuz?

Mesaj tarafından VUSLATZELİHA Paz Ağus. 10 2008, 11:42

BİR SÜREDİR, özellikle son bir yıldır ibadetlerimde meydana gelen gevşeklikten son derece muzdariptim. Namazlarımı vaktin sonuna kadar sarkıtıyor, öylece kılıyordum. İbadetlerimdeki lezzet ise yitik bir haldi benim için. Oysa, namazda yakalayamadığım karşı karşıya düşüşü, gökyüzünü seyrederken yüreğimi sarsacak kadar yakalayabiliyordum. Hac da tam olarak anlayamadığım bir ibadetti. Yokluğunu en derinden hissettiğim Rasulullah (a.s.m.)’ın kabrini ziyaret etmeyi yürekten isterken, Kâ’beyi düşündüğüm zaman aynı titreşimi hissedemiyor, yakalayamıyordum.


Biliyordum ki insan Zat’ına muhatap olmak için yaratılmıştı. Kendi gizli özelliklerini açığa çıkarmak için kainatı yaratmış, kainatın içerisindeki varlıkların bir kısmını hayat mertebesine yükselterek seçmiş, hayatı vermesiyle her bir varlığı kainatın bir küçük özeti, gözü konumuna getirmişti. Hayat sahibi varlıklardan bir kısmına da birer ruh vererek onları hayatın nimetlerini arzular ve karşılık verir bir hale çevirmişti. Hayatta çoğalan ve boyut atlayan özellikler, ruhun devreye girmesiyle bir kez daha boyut değiştirmiş, böylece ruh sahibi olan varlık kainat ağacının çiçeği konumuna geçmişti. İnsan ise bu ağacın meyvesiydi, gözbebeğiydi. Kardeşleri hükmündeki diğer varlıkların üzerinde bir temsilci makamındaydı. Bu makamın hakkını verebilecek nihayetsiz derin duygular, mükemmel latifeler ve özelliklerle donatılmıştı. Seyrederek kavrayabilir, duyumsayabilir ve duyumsadığını şuuruyla tartabilir, aklıyla yorumlayabilir, hamdedebilir, şükredebilir bir varlık olarak, muhatap olduğu gerçekleri Rabbine karşı hem hâliyle, hem de diliyle ilan edebilir bir konuma getirilmişti.


Özel bir varlıktı insan, bir köle olarak var edilmemiş, Hatib-i Ezelî’ye özgür bir muhatap olacak yetenek ve donanımla yaratılmıştı. Bu dünya hayatında asıl vatanı cennet olan kerim bir misafirdi. Cennette ise, namaz, oruç hac, zekat yoktu. İslam’ın prensipleri, insanın bu perdeli dünya hayatında Rabbine doğru giden yolculuğunun kolaylaşması ve riskli hallerden kurtulup korunması için vardı. Allah’a ulaştıran bir yoldu İslâmiyet, amaca varmak için bir vesile, bir araçtı.


İşte bu düşünceler nedeniyle olsa gerekti ki, hislerimde İslâmiyete karşı derinlerde bir durulma oluşmuş, ibadetlerden lezzet alamaz hale gelmiştim. Dikkatlice baktığım zaman bu düşüncelerde bir hata olmadığını görüyordum. İslam gerçekten Allah’a ulaştıran bir yoldu. Rabbimin kelâmı Kur’an’da da bu şekilde ifade ediliyordu. ‘Sırat-el mustakîm’ yani, ‘dosdoğru bir yol’ deniliyordu İslâm için. Bu noktadan bakıldığı zaman İslâm ‘amaç’ değil, ‘vesile’ydi. Cennette bilindik şekilde bir ibadetin olmayışı da insanın sırf ibadet için yaratılmadığının deliliydi. İnsan bu dünya hayatında bir üniversite öğrencisi gibiydi. Fakültelerdeki öğrencilere “siz burada emirleri yerine getirmek için varsınız!” deniliyordu. Fakat öğrencilere yöneltilen emirler ve isteklerin gerekçesi, onların yeteneklerinin gelişmesiydi. İnsandan da bu dünya hayatında çalışması, emirleri yerine getirmesi isteniyordu; ama bu istekler insanın olgunlaşması ve yükselmesi içindi. İnsan emirleri yerine getirmek için yaratılmamış, emirler insanın insaniyetinin açılıp gelişebilmesi için önüne çıkarılmıştı, doğruydu. Öyle ise nerede bir eksiklik vardı ki, ibadetlerden Resûl-ü Ekrem’in aldığı lezzeti alamıyordum. Sahabeyi büyüleyen, seccadeye bağlayan gerçek neydi? Veysel Karanî’yi, Zeynel Abidîn’i, Mevlana’yı,Yunus’u kendinden geçiren ibadetteki hangi gerçekti?..


Tüm bu düşüncelerle balkonda oturuyordum. Gökyüzünde tebessüm ediyormuşçasına duran dolunaya nefis bir hava eşlik etmedeydi. Biraz yorgun, biraz buruk bir ruh halindeydim otururken. Yorgundum, çünkü son iki haftadır bu anlatmaya çalıştığım düşünceler yaşantımı tümden kaplar hale gelmişti. Bu yorgunluğa duygularımı yoran başka olaylar da eklenmişti.


İşte böyle bir halde otururken Resûlüllah ile ilgili bir hadiseyi hatırladım. Vefatından bir-iki gün önceki bir olaydı hatırladığım. Daima hutbe verdiği minbere son çıkışı, arkadaşlarıyla vedalaşma tarzındaki son hutbesiydi. “Muhakkak ki Allah bir kulunu dünyayı seçmek ile, kendi katındakini seçmek arasında serbest bıraktı. O kul Allah nezdindekini tercih etti.” demişti. Bu söz üzerine Ebu Bekir “Ama biz sana ana-babamızı, canımızı feda ederiz Ya Resûlüllah” diyerek ağlamaya başlamıştı. Resûlüllah’ın kendinden bahsettiğini, kendi vefatını haber verdiğini bir tek Ebu Bekir anlamıştı. Arkadaşları anlayamamışlardı Ebu Bekr’in neden ağladığını. Ebu Bekr’in bu hali üzerine Resûl-ü Ekrem “Sohbetiyle olsun, malıyla olsun bana en ziyade ikramda bulunan Ebu Bekir’dir. Eğer, ben Rabbimden başkasını halîl (dost) edinecek olsaydım, mutlaka Ebu Bekir’i halîl edinirdim. Oysa, sizin arkadaşınız ancak Allahın dostudur, halîlidir. Bizim aramızda ise islâm kardeşliği ve sevgisi vardır ve bu yeterlidir.” demişti.[1]


Neydi bu ‘hillet’, bu derin dostluk ki, Resûl-ü Ekrem “sizin arkadaşınız ancak Allah’ın dostudur” diyordu. “Bir başkasını dost edinemem” anlamındaydı bu söz. “Arkadaşız, hem de seven arkadaşlarız, kardeşiz; ama dostluk ancak Allah’adır ve dost ancak Allah’tır” demeye getiriyordu.


Dost manasındaki ‘halîl’ Arapça’da ‘ayrışım’ anlamındaki bir kökten geliyordu. Bu da kelimeye “sen bir yana, herşey bir yana” anlamını veriyordu. Ancak, “Sen bir yana, diğer her şey bir yana” manasını hissettiğiniz, hakkında böyle düşündüğünüz biri sizin dostunuz olabilirdi. Ve sizin hakkınızda böyle düşünen biri ancak sizin dostunuzdur demekti. Beklentisiz, nedensiz, perdesiz hazır olan demekti dost. Hacda en fazla tekrar edilen ‘lebbeyk’ lafzının anlamı buydu. Anladığım kadarıyla işte bunu diyordu Resûl-ü Ekrem: “Dostluğun hakkını verebilecek olan ve dost olmaya layık olan ancak Allah’tır. Samed’den başkası dost olamaz, Ehad’den başkasını dost edinmemen gerekir! Yani, beklentisiz ve nedensiz yakınlığa hazır olan, sebeplere takılmadan sebepsizce verebilecek olan yalnızca Allah’tır. Her şey bir yana, sen bir yana diyebileceğiniz yine ancak ve ancak Allah olmalıdır.”
VUSLATZELİHA
VUSLATZELİHA

Mesaj Sayısı : 182
Nerden : ANKARA
Rep :
Dost ile Dost muyuz? Left_bar_bleue1 / 1001 / 100Dost ile Dost muyuz? Right_bar_bleue

Points : 30
Kayıt tarihi : 31/07/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Dost ile Dost muyuz? Empty Geri: Dost ile Dost muyuz?

Mesaj tarafından VUSLATZELİHA Paz Ağus. 10 2008, 11:43

Evet öyleydi. Günahlarımı bilen ve bağışlayabilen ancak O olabilirdi. Ancak O’nun rahmeti beni temize çıkarabilirdi. Yetmezdi, yetemezdi bir başkasının gücü beni affetmeye… Kalbimin en derin ihtiyaçlarını yerine getirmeye, bir zamanlar en aciz günlerimde yanımda olanlar dahi güç yetiremezlerdi. Yoktan var etmeye kudreti yeterli olan, kabirden sonra da ikram etmeye muktedir olan ancak Allah’tı. En ince, en derin hislerimi perdesizce bilen ve ikram eden de yalnızca O idi, hem de mecbur olmadığı halde…


Öyle değil miydi? Şu gökyüzünün ihtişamı içerisinde bu tebessüm eden şirin Ay’ı hangi zorunlulukla asmıştı gecelerimize. Ay’la tebessüm eden kimdi? Onu tebessüme getiren rahmetinden başka neydi? Ay’ı gören gözümü bana vermeye O’nu mecbur eden bir sebebim var mıydı? Tutan ellerimi, yürüyen ayaklarımı, işiten kulaklarımı, şuurumu, kalbimi, aklımı hangi zorunlu gerekçeyle vermişti? Bu nimetler nasıl bir mecburiyetle önüme serilmişti? Görünen o ki, gözümün gördüğü, hayalimin eriştiği her şey, sebepler üzerinde, ama sebepsiz ikramından, ihsanından, rahmetinden başka bir şey değildi…


Nasılki sizi evine davet eden ve sizden en ufak bir beklentisi olmayan bir arkadaşınızın, siz daha gelmeden sizin sevdiğiniz yemekleri, yatacağınız yeri, sizi sevebilecek hizmetkarları hazırlamaya girişmesi, bu arkadaşınızın size olan sevgisinin ciddi bir delilidir. Ve aynı zamanda bu yapılanlar sizinle yakınlığa, yürekten dost olmaya bir davetiyedir. İşte, Alemlerin Rabbi olan Allah, herşeyden yüce, hiçbirşeye muhtaç olmadığı halde bizi kendi mekanına davet etmişti. Hem de biz gelmeden önce sevdiğimiz ve sevebileceğimiz herşeyi hazırlamıştı. En aciz olduğumuz zamanlarda bizi en fazla seven ve bize en sevgili olan hizmetkarlarını emrimize vermişti. Gözlerimizi açtığımız yüzler, yüzlerin en sevgilileri, gördüğümüz gökyüzü mavilerin en güzeliydi, sevmiştik. Toprağın kahverengisini, denizin mavisini, ağacın yeşilini tereddütsüz beğenmiştik. Bize ikram ettiği ellerimizi, ayaklarımızı, gözlerimizi dünyalara değişmezdik. Oysa mecbur değildi bunca güzelliği bir arada yaratmaya, bunca ikramın hiçbirini yapmaya… Öyle ise mecbur olmadığı halde bu kadar ikramlara boğması dostluğa açık bir davetten başka bir şey olamazdı.


Nihayetsiz bir sukunet ve tevazuyla “Ben gelmeye hazırım, ya siz hazır mısınız? İkram etmeye hazırım, benim verdiklerim müstesna ikram edecek bir şeyiniz yok, esirgeyecek misiniz? Ben sizden gelecek her türlü sıkıntıya, mihnete razıyım, yeter ki af dileyin bağışlamaya hazırım, ya siz benden gelebilecek sıkıntılara katlanmaya sabredebilecek misiniz? Çağırın, çağrınıza icabet etmeye hazırım, siz benim çağrılarıma açık mısınız? Ben dostum!” diyordu yücelerin yücesi Allah. “Ya siz dost musunuz?”…


Lebbeyk! Allahümme lebbeyk!…


“Keşke bizi de çağırsa” demiyor muyduk dost için, dosta dostluğu ispat için. “Hazırım!” diye dostluğumu ilan edebilmem içindi çağrılar, ibadetler bunun içindi. İcabetin olmadığı bir dostluğun tasavvuru elbette mümkün değildi. Mümkün bir dostluğu daha kurulmadan iptal etmek, kurulmuş bir dostluğu riske etmek için acaba kaç çağrı beklemem gerekirdi?


İşte çağırıyordu. Her çağrı birbirinin aynı gibi görünse de yepyeniydi, içtiğim su gibi, yediğim ekmek gibi… An değişmiş, gün değişmiş, kainat değişmişti. “Lebbeyk!” dememiz gerekmez miydi ezanı işitince? Ehad olan Zât ile bire-bir bir görüşme olan namaz çağrıların yücesiydi. Rastladığım bir muhtaç, ziyarete muhtaç bir hasta, yardıma muntazır bir zayıf O’nun birer çağrısıydı. Oruç çağrısıydı Samed olan Allah’ın. Sahur bir çağrı, iftar bir çağrıydı. Vakti gelince esirgemeyecektik O’nun verdiğini, zekat Rahman-ur Rahim’den bir çağrıydı. Hac ise zirvesiydi çağrıların. Bir meyvenin ağacı çekirdeğinde barındırması gibi, kainat ağacının nihayetinde asılı olan ve kalbinde kainatı saklayan insanın, insaniyetinin bütünüyle yaşadığı çok yönlü bir yönelişti. Tavaf ile dönüp durmak Zât’ına ulaşılmazlığın bir ifadesi, kalplerde ulaşılmazlığıyla oluşan sancıların eridiği yer ve haldi. Perdelerin parçalandığı yerde ve anda sessiz bir çığlık gibiydi Vakfe…


“Derya olunca nefes,
Parelenince kafes,
Tâ kesilince bu ses,
Çağırırım dost, dost diye!”


İşte böyle diyordu Niyaz-ı Mısrî…


Şimdi ne kadar isterdim hacda olmayı … İhrama girerek fiilen “Sen! yalnızca Sen!” diyebilmeyi… Ka’benin etrafında dönebilmeyi, dönerek eriyebilmeyi… Allah’ın halîli İbrahim’in makamında yüreğimin en inceldiği, en yakına düştüğü bir noktadan secde edebilmeyi… Arafatta çağrıya durabilmeyi… İlle de “lebbeyk!” diyebilmeyi… “Lebbeyk! Allahümme lebbeyk! Lebbeyk, lâ şerike leke lebbeyk!”…


Şimdi artık ben çağrılara, çağrılar bana dost, kulaklarım ezanlara muhtaç ve müheyyâdır. Yüreğim asılıdır.. asılı kaldı çağrılara…





[1] Sünen-i Tirmizi, Menakıb; (3661, 3662)
VUSLATZELİHA
VUSLATZELİHA

Mesaj Sayısı : 182
Nerden : ANKARA
Rep :
Dost ile Dost muyuz? Left_bar_bleue1 / 1001 / 100Dost ile Dost muyuz? Right_bar_bleue

Points : 30
Kayıt tarihi : 31/07/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz